1 Ocak 2019 Salı

Panoptikon ya da faşizmin gözü


"Suyun, gazın, elektriğin belli belirsiz bir el hareketiyle bizlere hizmet etmek üzere uzaklardan evimize gelmesi gibi, görüntü ve sesleri de küçük bir el hareketiyle, dahası belki de bir işaretle açıp kapatabileceğiz."
Walter Benjamin, Pasajlar (Paul Valery’den yaptığı bir alıntı)

İngiliz filozof, hukukçu, "yararcılık" düşüncesinin babası, büyük reformcu Jeremy Bentham (1748-1832) 18. yüzyılın sonlarına doğru, yürürlükteki kanunlar önünde herhangi bir suçtan mahkûm olmuş insanların bedenlerine yönelik uygulanan cezalandırma yöntemlerine bir son verilmesi gerektiğine inanır. Sonrasında cezalandırmanın Foucault’nun söylemiyle bir şenlik olmaktan çıkarılıp toplumsal düzenin uygulanacak sürekli bir gözetim ve denetimle sağlanabileceğine dair görüşünü, adına Panopticon dediği bir hapishane modeli tasarlayarak geliştirir.
Jeremy Bentham’ın modern zamanlara kadar sadece kâğıt üstünde kalan Panoptikon’u (Opticon=Gözlemlemek, Pan=Bütünü), 1785’te Versailles’in hayvanat bahçesinden esinlenerek tasarladığı sanılmaktadır.
Panoptikon, mahkûmların tüm hareketlerinin, davranış biçimlerinin ve hatta düşüncelerinin kontrol altında tutulduğu, iç içe geçmiş halkalarla kurulan bir yapı ve bu yapının tam merkezinde yer alan bir gözlem kulesinden oluşan devasa bir tahakküm mekanizmasıydı. Tasarımı her anlamda mükemmeldi; her hücrenin biri dışarıya, diğeri gözetleme kulesine bakan iki penceresi vardı. Gözetleme kulesinin geniş pencereleri ise tamamen iç cepheye bakıyordu. Mahkûmların tek odalı hücreleri, bu gözetleme kulesinden görülebilecek şekilde konumlandırılmıştı. Bu çok özel mimari sistemin sağladığı ışıklandırma sistemi sayesinde, mahkûm kendini gizlemeye çalışsa bile, gölgesinin ve dolayısıyla hücre içerisindeki tüm hareketlerinin kuledeki gardiyan tarafından gözetlenmesi sağlanmış oluyordu.
Gözetimin sürekliliği düşüncesi, zaman içerisinde mahkûmun gözünün gardiyanın gözüne dönüştüğü, kendiliğinden gelişen denetleyici bir durum yaratır; mahkûm kendi kendisinin gözetleyenidir artık. Bu yüzden çoğu zaman gözetleme kulesinde bir gözetleyici gardiyana bile ihtiyaç yoktur. Modern insanın bilinci üzerinde, kitle iletişim araçlarının sağladığı olanaklarla sınırları bütün dünya olan tek bir gözetleyici gözün yerini binlercesinin aldığı, işkencecilerin eğitimli uzmanlara dönüştüğü devasa bir Panoptikon inşa edilmiştir. Hedeflenen sürekli kontrol, disiplin ve itaattir. Modern tutsaklar artık otoriteyi içselleştirmiş, rolünü benimsemiştir. İktidar gözetlemeden görülebilen mahkûmun dışında değil, içindedir. Toplumu oluşturan bireyler sistem tarafından öyle işlenir, öyle kurulurlar ki onlara ne yapmaları, nasıl davranmaları, ne yiyip ne içmeleri, nasıl giyinip nasıl görünmeleri gerektiğini söylemek bile gereksizdir artık. Hafızaları kötüleşir, geçmiş anlamını yitirir; onu sorgulamak, ondan çıkarımlarda bulunmak imkânsızdır. Unuturlar ve unuttuklarını bilmezler. Kim olduklarını bile hatırlamazlar. Kocaman, anlamsız bir boşluğun ortasında, karşı koyacak akıldan ve güçten yoksun bu büyük kabullenişin mahkûmlara getirdiği tek gerçek, neyi ya da kimi beklediğini bilmeden, sürekli bir bekleyişin içinde zamanı unutarak ve gittikçe körleşerek yaşamaktır. Hücrenin camından içeri giren ışık mahkûm için sadece ölümcül bir yanılsamadır.
Paul Valery'nin öngörüsü, modern insanın yanılsamalarının gerçekliğidir. Her ev –ya da hücre– bütün iktidar biçimleriyle kapitalizmin, küçük bir el hareketiyle kontrol edilen görüntü ve seslerin sürekli bir şekilde akıtıldığı Panopticon'larıdır. Evlerimiz, tutsakları olduğumuz hapishanelere dönüştürülmüştür; televizyon ve bilgisayar aracılığıyla akıştırılan reklam imgelerinin sürekli şiddetiyle karşı karşıya bırakıldığımız hapishaneler. Atılan her adım, kurulan her düzenek, tasarlanan her yapı, üretilen her nesne, her anlam bu projenin bir parçasıdır.
Bu imgeler sürekli bir biçimde yaşamın tüm anlarında bizi hedef alır, bize seslenir. Bu süreç alışkanlığımız olup çıkar, reklam imgeleri bir anın içinde akar ve biz ne yapıyor olursak olalım onlar rakip şirketlerin rekabetinden oluşan bazı temel kodları bize taşımaya devam ederler; Onlar ancak, az ya da çok bedeli ne olursa olsun bu şirketler tarafından üretilen bir nesneye sahip olursak yaşamımızı değiştirebileceğimize inandırırlar bizi.

(A. Arslan / Edebiyat Postası)

Süleyman Saim Tekcan'ın 'Atlar, Hatlar ve Süleymannâme'sini kaçırmayın

24 Ekim'de başlayan Süleyman Saim Tekcan'ın 30 yıllık heykel ve gravürlerinin sergilendiği 'Atlar, Hatlar ve Süleymannâme', 7 Ocak'a kadar Şerefiye Sarnıcı'nda görülebilir.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ’nin projelendirdiği, Süleyman Saim Tekcan’ın 30 yıllık heykel ve gravürlerinden oluşan 'Atlar, Hatlar ve Süleymannâme' isimli sergisi, 7 Ocak'ta son buluyor.
Küratörlüğünü Mehmet Lütfi Şen’in üstlendiği sergide, sarnıcın duvarlarıyla bütünleşen gravürler, suya yansıyan üçboyutlu çalışmalar ve bu çalışmaların duvarlarla örtüşen gölgeleriyle oluşan görüntüler ziyaretçilere benzersiz bir sergi deneyimi yaşatıyor.
Yer: Şerefiye Sarnıcı
Adres: Binbirdirek Mah. Piyer Loti Cad. No: 23 Fatih/İstanbul

Ara Güler'den Nuray Hafiftaş'a 2018'in acı kayıpları

Sanat dünyası Münir Özkul'dan Nuray Hafiftaş'a, Ercan Yazgan'dan Ara Güler'e birbirinden değerli isimleri 2018 yılında son yolculuklarına uğurladı.

2018 yılında, sinema, televizyon, tiyatro, müzik ve edebiyat dünyasında önemli kayıplar yaşandı.
Canlandırdığı "Mahmut Hoca" ve "Yaşar Usta" karakterleriyle Türk izleyicisinin hafızasında yer edinen usta oyuncu Münir Özkul, 5 Ocak'ta vefat etti. Mavi BoncukBizim AileAile ŞerefiGülen GözlerNeşeli GünlerGırgıriye ve Görgüsüzler adlı kalabalık kadrolu aile filmlerinde Adile Naşit'le rol alan, tiyatro ve sinemanın unutulmazları arasına giren Özkul, 93 yaşındaydı.
Dondurmam Gaymak filmindeki rolüyle hatırlanan sinema ve tiyatro oyuncusu Turan Özdemir, 15 Ocak'ta hayatını kaybetti. 65 yaşındaki Özdemir, kalp krizi sonucu Beykoz'daki evinde yaşamını yitirdi.
The Cranberries'in solisti Dolores O'Riordan, 16 Ocak'ta yaşamını yitirdi. 46 yaşındaki ünlü şarkıcı Londra'da yaşıyordu.
Bir süredir kanserle mücadele eden Varlık dergisi ve Yasak Meyve şiir dergisinin genel yayın yönetmeni Enver Ercan, 22 Ocak'ta tedavi gördüğü hastanede yaşamını kaybetti. Şair Enver Ercan, 60 yaşındaydı.
'KAPICI CAFER' DE ARAMIZDAN AYRILDI
Türk halk müziği sanatçısı Nuray Hafiftaş, kanser tedavisi gördüğü hastanede, 14 Şubat'ta 54 yaşındayken vefat etti.
Bizimkiler dizisindeki "Kapıcı Cafer" ile Kaygısızlar dizisindeki "Memnun Kaygısız" rolleriyle tanınan usta oyuncu Ercan Yazgan, tedavi gördüğü hastanede 8 Mart'ta hayatını kaybetti. Yazgan 72 yaşındaydı.
Oyuncu, yönetmen ve seslendirme sanatçısı Nur Subaşı 10 Mart'ta yaşama veda etti. 76 yaşındaki sanatçı, birçok yapıma sesiyle katkı sağlamış, emekliliğin ardından ise yönetmenlik yapmaya devam etmişti.
Sinema, dizi oyuncusu ve seslendirme sanatçısı Ercüment Balakoğlu (84), kanser tedavisi gördüğü hastanede 23 Mart'ta yaşama gözlerini yumdu.
Beyin, kemik ve göğüs kanseri ile mücadele eden 57 yaşındaki oyuncu Süreyya Küçük, 29 Mart'ta tedavi gördüğü hastanede vefat etti.

Robotlar ve geleceğin sanatı


Çalışmalarında sanat ve teknolojiyi buluşturan Bager Akbay’ın önerileri ve tasarımlarıyla oluşturulan 'Robotlar Sanat Yapar mı?' isimli ücretsiz eğitim programı, 5 Ocak'ta Art Maker Lab'da...

Çocuklar ve gençlerin programa özel tasarlanan mekanik, elektrikle çalışan ve yapay zekâ teknolojisinden faydalanan eğitim araçlarını kullanarak sanatsal üretimlerde bulundukları eğitim etkinlikleri, çağdaş sanat çalışmalarının biçimsel çeşitliliğinden ilham alır. Sanatın, geleneksel teknoloji ve bilgisayar teknolojileriyle insan üretimine benzer biçimde üretilme olasılıklarını değerlendirir. Program, temelinde, günümüzde veya gelecekte robotların sanat yapıp yapamayacaklarını tartışmayı da hedefler.
İçinde resim, heykel, video sanatı ve edebiyat gibi sanatın farklı uygulama alanlarındaki teknoloji kullanımlarını ve geçmişten bugüne teknolojinin geçirdiği dönüşüm, gelişime dikkat çekerken çocukları "Sanat bir nesne midir? Sanat bir üretim süreci midir? Sanatı kim üretir? Sanatsal biçimler neler olabilir? Sanal ortamda sanatsal üretim tasarlanabilir mi? Geleceğin teknolojisiyle sanat nasıl üretilebilir?" gibi günümüze ve geleceğe ilişkin soruları düşünmeye teşvik eder.
Çalışmalarında sanat ve teknolojiyi buluşturan Bager Akbay’ın önerileri ve tasarımlarıyla oluşturulan 'Robotlar Sanat Yapar mı?' eğitim programı, 'Şans Eseri Sanat, Şipşak, Ansızın Ben, Büyüyen Oyun Platformu ve Sihirli Kitap' başlıklarıyla beş ayrı deneyim alanını içerir.
'Robotlar Sanat Yapar mı?', 'Şans Eseri Sanat' adlı uygulama adımıyla başlar. Bu istasyon, çocuklara ve gençlere çağdaş sanatta dışavurum, rastlantısallık yaklaşımı ve biçimsel öğelerini; ilki mekanik, ikincisi ses frekansıyla ve sonuncusu da bir yapay zekâyla çalışan üç farklı sanat teknolojisiyle deneyim olanağını sağlar. Mekanik olarak çalışan araçla su bazlı boyalarla kompozisyonlar ürettirir, ses titreşimleriyle lekelerden oluşan resmin oluşumu izlettirir ve bir robotun çocukların ellerini kullanarak nasıl resim çizdiğine tanık olmalarını sağlar.
'Şipşak', çocukların fotoğrafik bir görüntünün nasıl oluştuğunun sırrını öğrenecekleri ikinci istasyondur. Bu istasyonda çocukların, camera obscura, yani fotoğraf teknolojisinin ilk aracı olan iğne deliği fotoğraf makinesinin temel prensibini tanımaya ve dijital fotoğraf makinesiyle farklıklarını keşfetmelerine aracı olunması amaçlanır.
Üçüncü istasyon olan 'Ansızın Ben'de çocuklar drama, animasyon teknikleri ve multimedya uygulamaları kullanır ve animasyonlar hazırlar. 'Büyüyen Oyun Platformu'nda ise sanal ortamda modeller tasarlayıp 3B yazıcılarla tasarımlarını üretirler. Bu uygulama, çocukların ürettiği formları bir araya getiren, her bir etkinlikte de çoğalan bir makete dönüşerek kolektif bir projeye dönüşür.
'Sihirli Kitap', hikâyesini çocukların yazacağı bir deneyim alanı. Bu uygulamada çocuklar, yazdıkları hikâyeyi bilgisayara aktarır ve hikâyede geçen kelimeler, sinestezik bir yazılım aracılığıyla farklı duyu algılarını tetikleyen bir düzenlemeye dönüşerek sihirli kitabın sayfalarına yansıtılır. Bu alan, çocukların teknoloji aracılığıyla duyular arasında etkileşimli anlatılar oluşturmasına aracı olur.
Yer: Art Maker Lab
Tarih: 05 Ocak 2019 Cumartesi 14.00
Adres: Asmalımescit Mah., Meşrutiyet Cad., No: 99 Beyoğlu-İstanbul
Tel: (0212) 334 73 00

Bir kadının özgürlüğü ya da 'Colette'

Kadının özgürlüğü, buna karşı çıkanların esareti değil midir? "Özgürlük" tanımı zihinlerde öyle bir yer edinmiş ki, "kadın özgür olsun" denildiğinde, bunu kısıtlamak isteyenler özgürlük adı altında sakladıklarıyla yüzleşiyorlar. Yüzyıllardır üstünde hâlâ mücadele edilen bu konu sürerken, ben soruyorum: Özgürlük nedir?
Kişi, kendini tatmin etmek uğruna yapılan şeyleri özgürlük diye nitelendiriyorsa ve buna dayanarak özgürlüğü diğerlerine kısıtlanması gereken bir şey gibi görüyorsa, kendini özgür olarak nasıl görebilir? Sen özgür olduğun müddetçe diğerinin özgürlüğüne saygı duyarsın. Saygı duyamıyorsan, egonun kölesi olduğun gerçeğini kabul etmelisin.
Jean J. Rousseau, şu sözü boşuna demiş olamaz değil mi:
"Özgürlüğünden vazgeçen kimse, insanlıktan, hak ve görevlerinden vazgeçmiş demektir."
Gelelim filmin konusuna:
Yıl 1873. Fransa'nın bir taşra kasabasında doğmuş olan Colette (Sidonie Gabrielle Colette), annesi ve ordudan emekli babasıyla yaşamaktadır. Hayvanlar ve bitkilerle haşır neşir bir şekilde çocukluğunu geçiren Colette'nin, yazar ve müzik eleştirmeni olan Willy ile evlenip Paris'e yerleşmesiyle hayatı değişir. Kocası kurnazdır, para ve hırs uğruna 'her yol mubahtır' diyerek iş yürüten bir dolandırıcıdır.
Bir gün Colette'nin yazma yeteneğini keşfeden Willy, onu kitap yazması için teşvik eder. Yazmayı seven Colette de bu teklifi kabul eder ve kitabı kendi hikâyesini ele alarak tamamlar. Kocası sanki kendisi yazmış gibi ismini kullanarak kitabı yayımlatır. Kitap oldukça ilgi görür, tiyatrolarda konu edinilmeye başlar, kadınlar kitaptaki karaktere göre tarzlarını dahi değiştirirler. Okurlar kitabın devamını da isterler, lakin Colette yazmak istemez. Kocası Colette'yi odaya kilitleyerek yazması için mecbur eder ve sonra olaylar çok farklı boyutlara varacak şekilde yön değiştirir.
Daha sonra Colette, kadınlara karşı ilgisi olduğunu fark eder, bu durum aynı zamanda kocasının gözünden de kaçmaz. Willy, Colette'ye bu konuda özgürlük tanır; çünkü Colette'nin kurduğu ilişkilerden kitap için bir hikâye çıkacaktır. Ama düşündüğü gibi olmaz. İlk başlarda Colette'nin beraber olduğu kadınlar kitabında konu olarak yer alsa da, kitabının basımının kutlandığı gece tanıştığı Missy (Moulin Rouge) ile Colette, toplumsal cinsiyet noktasında bir farkındalık yaşamaya başlarlar. Kadınların elbise ve etek giyme mecburiyetinin olduğu o dönemlerde, cezası olmasına rağmen buna inat kıyafeti de dahil erkek tarzını benimseyen Missy'yle yaşadığı ilişki diğerlerine göre daha tutkulu bir hal alır, Colette'nin kocasının gölgesinden çıkarak hakkını araması konusunda onu bilinçlendirir. Bunun için Colette harekete geçer ama kocasının ihanetine uğrar.
Büyük bir hayal kırıklığından sonra Colette kocasından boşanır ve dans eğitimi almaya başlar. Missy ile sahnede gayet cüretkâr kıyafetlerle ve şov esnasında kısmi çıplak olarak yaptığı yakın temas gösterilerle 'kadın kadına ilişki'yi âdeta gözler önüne serer. Halkın tabiriyle yaşanılan bu skandaldan sonra insanların tepkisiyle karşılaşırlar, hatta oldukça zor anlar yaşarlar ama insanlar bir süre sonra bunu, kadınların da birbirlerine duygu besleyebileceklerini, lezbiyenlik ilişkisini kabul etmek zorunda kalır.
Colette, tüm yaşananlara rağmen kitap yazmayı sürdürür. Halk, kılık kıyafet ve cinsel tercihine yönelik önyargılarından vazgeçer. O dönemde Colette, âdeta bir devrim gerçekleştirir. Bir kabuğu kırmış ve bu kabuktan kadınların da sesinin duyulmasını, ön plana çıkmasını sağlamıştır.
Gayet akıcı ve feminist öğeler barındıran Colette, bazı başarılı erkeklerin arkasında kendini feda etmiş bir kadının olabileceğini çarpıcı bir şekilde aktarıyor. Keira Knightley'nin bir hayranı olarak performansını çok iyi bulduğumu da söylemeliyim. Herkesin, özellikle kadınların izlemesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum.

(Jasmin / Edebiyat Postası)

'Hakan: Muhafız'ın Leyla'sı IMDb'yi altüst etti

Socipol'ün verilerine göre, Netflix'in ilk Türk dizisi olarak yayına başlayan Hakan: Muhafız (The Protector), IMDb puanlamasında tüm dünyada 5 milyon proje arasında 10. sırayı alarak tüm zamanların en iyi IMDb sıralamasına sahip Türk yapımı olma rekorunu geliştirdi.
The Protector'un başrol oyuncularından Ayça Ayşin Turan, tüm dünyada 11 milyon oyuncu arasında 42. olarak Türk oyuncuların yaptığı en iyi dereceyi yaptı. Geçen hafta 1943. olarak kariyerinin en iyi sıralamasını yapan Turan, kırılması zor bir rekora imza atarak tüm dünyada 42., Türk oyuncular içinde de 1. oldu.
Büyük bir prestij göstergesi kabul edilen ilk 10.000 ismin arasına, The Protector, uluslararası bilinirliği sebebiyle tam 9 oyuncusunu birden soktu.
The Protector'ün başrol oyuncusu Çağatay Ulusoy 159., Hazar Ergüçlü 98. oldu.
Tüm bu sıralamalar oyuncularının kariyerlerinin en iyi sıralamaları ve her üç sıralama da bugüne kadar Türk oyuncuların henüz ulaşamadığı sıralamalar oldu.

KIVANÇ TATLITUĞ VE FARAH ZEYNEP ABDULLAH DA İLK 10 BİNİN İÇİNDE
The Protector ile birlikte Çarpışma dizisinin ve Şampiyon filminin oyuncuları da ilk 10.000 içinde kendilerine yer buldular. Kıvanç Tatlıtuğ, Elçin Sangu, Farah Zeynep Abdullah gibi isimler de ilk 10.000 isim arasında yer aldı.
Tüm zamanlarda ilk defa dünyadaki ilk 10.000 isim arasına tam 23 isim girdi. Bu, uzun zamandır Türk oyuncuların yakaladığı en yüksek başarı oldu. İlk 20.000 isim arasında ise 54 oyuncu yer alıyor.

DİZİNİN KÜÇÜK ROLLERİ BİLE SIRALAMADA YÜKSELDİ
The Protector dizisinde sadece son bölüm küçük bir rol ile yer alan Saygın Soysal, Burçin Terzioğlu ve 2. sezonda kadroya dahil olacağı konuşulan Boran Kuzum da sıralamada yükseldiler.
IMDb listelerinin daimi birincisi Kıvanç Tatlıtuğ, 2272. olarak Türk oyuncular içinde 5. sırada yer aldı. Listenin her zaman ilk 3'ü içinde görmeye alışık olduğumuz Haluk Bilginer 9, Belçim Bilgin globalde ilk 10.000 isim arasında olmasına rağmen Türk oyuncular içinde 16. olabildi.

Sözde devrimci bir dizi: 'La Casa De Papel'

Günümüzün en popüler dizisinden söz etmek istiyorum. Netflix'in, halk diliyle "efsane" yapımlarından birisi: La Casa De Papel.
Konusu ve içeriği bazı alışılmış sahnelerden oluşsa da klasik bir soygun hikâyesi değil. Geri dönüşler benim izleme ayarlarını bozar genelde ama bunda değil. İyi serpiştirilmiş, konuyu dağıtmıyor.
Zekice bir senaryo, iyi iyi bir kurgu, fena değil. "Fena değil," dedim diye kızanlar olacak, "Hadi canım, nasıl fena değil yaa?" Ama öyle.
Tertemiz ve düzgün dişlere sahip, bakımlı ve iyi görünen, zeki, felsefik yaklaşımları olan sofistike hırsızların, derin konular üzerine kafa yorduğunu izlediğimiz bir dizi. Senaryo o kadar fantastik; fakat bir yerden sonra "Oha, o kadar da değil amiminyum," demek zorunda kalıyorsunuz.
Karakterlere gelirsek; Berlin (Pedro Alanso) dizinin en iyisi. Dizi ayrı güzel, oyunculuğu ayrı güzel. Sadece meal ediyordum da, bana birileri bu dizide Tokyo karakterinin soyguna ne faydası olduğunu söyleyebilir mi? Bu kızın senaryoya dahil edilmesi sadece "planı bozan birileri lazım, ona da Tokyo diyelim" mantığıyla olmuş gibi. Bazen safi zarar gibi geliyor. Sorry. Ama keyif alıyorsanız mantık hatası aramayın.
Gerek kullanılan parçalar, gerek içerik, aslında hoşuma gitti. Ama büyütülmesine de gerek yok.
Türkiye'de bu kadar sevilmesinin nedeni, bir Akdeniz milleti olan İspanyolların karakter ve görüntü olarak bize benzemesidir. Örneğin; Moskova, bütün dizi boyunca bir yerlerden çıkıp bağlamasını çıkarıp, "başı duman pare parey, yol ver dağlar yol ver baney" diyerekten türkü söyleyecek diye bekledim. Rio polisle çatışmaya giderken kulaklığı takıp "Sis atma o.ç." diye bağıracak sandım. Tokyo, "Uff snne be, slk" ifadesini sevdiğim kezban. 'Miyav' demesi çekiciydi ama yine kezban. Nairobi; mahallemizin ablası bu... Çok sevdik. Berlin ve Profesör; "Ciao Bella" düeti çok iyiydi; adalet arayan devrimci kardeşlerimiz.
Neyse neyse, şaka bir yana (pek şaka değildi) güzel bir dizi. 3. sezonda muhtemelen ekibin bir araya gelmeden önceki hayatları anlatılacak. Tahmin tabii, bekleyip göreceğiz. Fakat tereddütlerim de yok değil. Açıkçası Prison Break gibi olmasından korkuyorum. Beğendiğim diziye kolay kolay küsmem, ancak beklentileri karşılamadığı zaman "keşke orada bitseydi" diyor insan.
Sonuç olarak, bir şekilde sonunu erdiremediğim bir dizidir. İspanyolcayı severim, fakat İspanyolca tırmaladı biraz. Ama bu kadar overrate olması; bilemiyorum Altan.

(Dorian / Edebiyat Postası)