29 Nisan 2024 Pazartesi

Zarif bir söyleyişin inşası

 

Pandemi sonrası şiirin saatinin tıkır tıkır işlemediği bir dünyadayız. Birileri çıkıp son otuz yıldır böyleydi derse, ona itiraz edilebilir. Şimdiki "üzerine ölü toprağı atılmış" ortama kıyasla 2000'ler ya da 2010'lar şiiri tartışmalarını doğuran fiziksel ya da dijital agora çok uzak bir hatıra sayılmaz. Her dönem kendinden öncekini aratır.

Ancak şimdi çok daha iyi biliyoruz ki "ölü toprağı altında" kısa kesik, aritmik kıpırtılarla şiir de şair de özgün ses arayışını yeni bir mecraya akıtmak zorunda. Bir diğer deyişle şiir, kendi iddiasının sınırları ışığında insanın seyrini resmedecek ya da ona yön gösterecek. Dilimizin ucuna kadar gelen bir üçüncü seçenek daha var ki, onu zikretmemeyi tercih ediyoruz. Çünkü, her şartta ve her dar koridorda şiire inanıyoruz.

Bittabi bu inancımız sebepsiz değil. Arada sırada bir yerlerden bir ses gelir, şiirin ve şairin bu zorlu yolculuğunun hâlâ var olabildiğine bizi ikna eden. Aslına bakarsanız Ekim 2020'de Türkçedeki ilk şiir kitabı Azalma Vakti'ni okuyucularıyla buluşturan ve 2022'nin Haziran ayında Yanık Bal Kokusu ile serüvenine kaldığı yerden devam eden Ayşe Şafak Kanca da bu sakin ve derinden sese talip olan şairlerden biri.

Yanık Bal Kokusu, pandemi sonrası şiirin ne'liği ve serüvenine ilişkin bir şerh düştüğü gibi, şairin söyleyişini bir önceki kitabı Azalma Vakti'ndekine kıyasla nesnelere, insana, onun tüm boyut ve desenlerine dair artık daha derli toplu, iyi demlenmiş sesler çıkartmayı başaran bir enstrüman gibi değerlendirmek konusunda da bizi ayık kılıyor.

Diğer yandan, "Pandemi sonrası şiir nasıl var olacak?" sorusuna, "insanın iç dünyası" ve daha çok "imge" cevabı verecekler için hiç de yeknesak olmayan bir tutamak vaat ediyor Yanık Bal Kokusu.


İMGE İLE DANS

Bu tezin yansımalarını – şairin iç ve dış dünya arasında bir örümcek gibi mekik dokuması, bunu yaparken yeniden imgenin güçlü kollarına dönmesi gibi, eserin birçok yerinde izleyebiliyoruz. Uzun yıllardır şiire emek vermekle birlikte, bu poetik emeğinin somut ürünleriyle daha ziyade son yıllarda müşerref olduğumuz Kanca, "imge ile dansına" şöyle başlıyor:

"yaşam atlastan daha güçlü/ bir balon gibi şişiyordu içimde/ oysa bu orman çok fenaymış/ geyik olmaya anladım/ ve fena kırmızı gelincikler açtım/ o vakit söküldüğümdü toprağımdan" ("Çitlembik Karası", s. 11). İyi bir şiir okuyucusunu, kulağına çarpar çarpmaz ikna etmeye yetecek dizelerden bahsediyoruz.

Bu vaat, imgenin diğer ustalıklı kullanım örnekleriyle de pekişiyor. "Yapyalnız Mavi"deki (s. 13), "yer altından ödünç üç başlı yüzümü yıkıp/ nefessiz, çaresiz, buz gibi yakan/ en nadir misketlerimle uzak maviye/ kırılacağım" ve "karamelize keçimi siyaha kaybettim renklerimde" ("Hayır Olmasın", s. 54) benzer örnekler. Görüldüğü üzere bazen içbükey, bazense dışbükey olabilmeyi başaran bu zarif dilin inşası, eserin sonrası için de çok şey vaat ediyor. Olup bitene imgeye orijinal gücünün iade edilmesi ya da sessiz, sakin ve derinden bir inşa faaliyeti de diyebiliriz. Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Kanca'nın şiiri, imgenin kaslarının kaldığı yerden çalışmaya devam etmesi ve "ölü toprağı öncesi" döneme başarıyla eklemlenmesi anlamına geliyor.

İmgedeki bu atılıma paralel olarak bütün kitap boyunca, "insanın kendi içine" dönüşünün en ince dizelerle ifade edilişine de şahit oluyoruz ki, bu da eserin bir başka güçlü yanını oluşturuyor. Özellikle Yapyalnız Mavi bölümü bu dizelere daha çok ev sahipliği yapıyor diyebiliriz:

"bir süre daha/ yıldızlar görüp/ uçuşlar deneyeceğim" ("Sazanın Şarkısı", s. 20); "toksik mavi bir bulutla/ soldan yürüyorum" ("REM", s. 21); "yenik düştüm rüyalarıma/ beni kırmızı güller açıyor şimdi!" ("Cancağızım Nafile", s. 26).

Kaosuma Münhasır ve Siyahlar Giyen Kadınlar gibi bütünlük arz eden şiir kümelerini de bu gözle okumak gerekiyor. Bu şiirler özelinde bir hikâyenin parçaları olan [bazen dışa, bazen şairin içine birer ilmek atan] bir yapıdan söz edebiliyoruz. Şair; hem "kuşkularımı üzüm bağlarına yaktım" ve "pençendeki karanlık hayvana say beni" ("Her Cennete Bir Cinnet", s. 22) diyen sesin sahibi, hem de "çatlamasın diye kadınlar/ bir ucunu kanla tutuştururlar dünyanın" ("Kan ve Barut", s. 30) diyen sesin.

Burada ikili yapının ustaca kurulduğu açık ki, bu da eserin sürekliliğine paha biçilemez bir katkı sağlıyor. Nitekim, "her gece, kendimizden geçtiğimizde/ senden de geçiyoruz dünya" ("Yanık Bal Kokusu", s. 28) dizeleri tüm bu çabanın doğrudan temsil edildiği dizeler.


EN GÜÇLÜ YANIN EN ZAYIF YANA DÖNÜŞTÜĞÜ AN

Peki Yanık Bal Kokusu'nun hiç handikabı yok mu? Elbette var.

Bir; şiirin takatten düştüğü yerler. Her ne kadar iyi şiirleri içerse de, özellikle Melekler Bilir bölümünün açıkça takatten düştüğünü ifade edebiliriz. İkincisi ise içbükey & dışbükey dengesinin başarıyla tesis edilemediği geçişler. Bir diğer deyişle, şairin tamamen iç dünyasına gömüldüğü ve oradan kafasını kaldıramadığı yerlerde imgelerin gücünü yitirdiğini görüyoruz.

Oysaki bu mekik dokuma biteviye bir hareket olarak kurgulansaydı çok daha başarılı olurdu diyebiliyoruz.

"ben/ deniz, çığlıklı etlerim, votka ve portakala/ kanarken ama kimseler görmezken bizi/ ağrıyan yerlerime çamur sürüyorum" ("Daha Kaç Eylül", s. 38). Buraya kadar her şey gayet iyi, peki ya sonra? Devam ediyoruz: "zehrini almaya ihanetlerin/ içimde her şeye rağmen sıcak bir kış telaşı/ gözlerim karana vurmuş yorgun yosunlar/ geriye uygun hatıramda/ düşüyorum gözlerimden/ tek bir sus kalmayıncaya kadar".

Ya da, "Opak ellerini topluyorum elbisemden/ soğuk dokunuşlar sonsuzaylarda/ başucumda camelsoft radyasyon" ("Kaosuma Münhasır", s. 23). En güçlü yan bir anda en zayıf yana dönüşüyor. Şiir takatten kesiliyor. Ya da bazı imgeler; eserin tamamında tutturulmuş imge kalitesinde ciddi anlamda irtifa kaybediyor: "kontrbasta çok sesli sevişlerimiz/ figürlerimiz örümcek ağına tutsak/ dinimizden kıyımıza vuran yasaklı cümleler/ ve huzursuz çalgılar" ("Daha Kaç Eylül", s. 38).

Bazı şiirler keskin bir poetik ekonomiye tabi tutulabilir ya da eleştirel bir gözle dosya dışında bırakılabilirdi. Ancak altın oran tutturulduğunda Kanca'nın şiirleri yeniden güçlü sesine kavuşuyor.


ÖZGÜN BİR ŞİİR DİLİ YARATABİLMEK

Peki tüm bu olan biten ışığında Yanık Bal Kokusu'nu nereye konumlandırmak gerekiyor?

Bu vesileyle büyük ikon Nilgün Marmara'ya adadığı "Karga Sıkıntısı" isimli şiirini tamamlarken sorduğu soru kendisine yöneltilebilir: "Sessizce oturuyoruz seninle karşılıklı/ Nasıl şarkı söylüyordun?" (s. 48).

Neresinden baksak verilecek cevap tatminkârdır: Kanca, eser boyunca hatırda kalıcı bir şarkı söyleme üslubunu okuyucuyla buluşturmayı başarmıştır. Bu yönüyle hata ve sevaplarıyla sonuna dek özgündür.

Dahası pandemi sonrası yeniden güçlü bir şiir mümkün olacaksa eğer – bu şiir önemli ölçüde Kanca'nın da konumlandığı yerden söylediği sesleri de içerecek şekilde örülecektir. Bu da Yanık Bal Kokusu'nun ve elbette Kanca'nın açıkça başarısıdır. Yanık Bal Kokusu ölü toprağının silkelendiği ve imgenin kaslarının kaldığı yerden çalıştırıldığı bu dönemde yerini ayırtmıştır.

Dediğimiz gibi Kanca, eserin bütününde, nicedir küçümsenen "imge"ye kan pompalamak konusunda oldukça mahir ve ustalıklı bir atak yapıyor. Sadece bunu başarması bile Yanık Bal Kokusu'nu ayrıcalıklı kılıyor.

Ufuk Akbal


27 Nisan 2024 Cumartesi

Turgut Uyar | 'Acıyor' [Vİdeo-Klip]

Yazarımız Ayhan Şahin, Turgut Uyar'ın sevilen şiiri "Acıyor"u seslendiriyor. Klibin kısa tanıtımı ve "Acıyor" şiirinin sözleri aşağıdadır. Klibin tamamını ise BURAYA tıklayarak izleyebilirsiniz. (YouTube kanalımıza abone olmayı unutmayın!)

İstanbul âşığı bir yazar: Giorgitsamou

 

İstanbul'da sıcak bir yaz ayında dünyaya gelen Giorgitsamou'nun, güneşli günlere açılan kapılar hep içini ısıttı bu yüzden. Kendini bildi bileli hayal kuran yazar, eski İstanbul'un kömür kokan çıkmaz sokaklarında, bahçesinde bin bir renkli insanın toplandığı kalabalık evlerde nefes aldı. Kapıdan girdiği anda huzur kokan bahçelerin sıcağında nelere sahip olduğunu bilerek yaşadı. Belki de şimdilerde bazı kişilere ütopik gelen bir gerçekliği hatırlatmayı görev edinmiştir kendine, kim bilebilir?

Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Televizyon Senaryo bölümünü okurken sinema dilinin edebiyatla ne kadar da kardeş olduğunu gördü. Her duyguyu yazıp yaşamayı öğrendi burada.

İki kısa belgesel film çekti, üç yüzü aşkın şiir ve birçok deneme yazdı; son olarak yedi yıldır sürdürdüğü iki roman çalışmasını bitirmek için 2024'ün sonunu hedefledi. Hem kelimeler hem de o kelimelerin görselleri vardı artık elinde...

Sekiz yıl amatör tiyatro ile ilgilenen Giorgitsamou, çeşitli yerli-yabancı dergilerde yazdı. 1997 yılında Fransızca yayımlanan bir kitabın içinde kendi İstanbul'unu anlattı.

"İnsan ne için yaşar?" sorusunun cevabı, onun için "hissetmek ve yazmak" oldu her zaman. Dehlizlerden seyretti bazen hikâyeleri, bazen uçsuz bucaksız denizlerden. Yazdığı satırlarda toplumların ortak sevinçleri ve yaralarının izini sürdü, birikmiş ayrılıkların ve aynılıkların olduğu her evde yaşayabilme duygusunu geliştirdi. Artık hepimizdi o; belki de bir daha hiç "kendisi" olmamak üzere İstanbul'du. Kimi zaman güldüren, kimi zaman burnumuzda minik bir sızı yaratan vefalı duyguların bekleme noktası gibi. Hepimizin içindeki sen, ben, o...

Ve hiç susmayan kelimelerin ortasından geçen sonlu hayatlarımızın kıymetini bilerek, tebessüm etmeyi hatırlayarak insanlara ulaşmayı çok sevdi.

25 Nisan 2024 Perşembe

Siyahlar Giyen Kadınlar için psikodinamik bir okuma

 

Biraz hüzünlü bir gün oluyor ama insanı bitiren bir hüzün değil, başkaldırmak istediğin türden bir hüzün. Dünya, oturmayan taşlar mekânı olmuş da bir şey yapılması gerekiyor fikrini edindiğin türden bir hüzün. "Güç kazanman ve olanlara 'dur' demen gerek," hissi de eşlik ediyor bu hüzne.

Geçtiğimiz yıl Anima Yayınları'ndan çıkan Yanık Bal Kokusu ile böyle bir zamanda tanıştım. Siyahlar Giyen Kadınlar bölümünü inceleme fırsatım oldu. "Nedir bu matemin sebebi," dedim kendi kendime? Biraz da tanıdık geldi bu hüzün bana.

Siyahlar Giyen Kadınlar bölümü birkaç şiirden oluşuyor: "Kuş ve Alınyazısı", "Savaş ve İhanet", "Cinayet ve Kıran", "Çamur ve Dumur", "Devlet ve Evlat", "Kan ve Barut", "Mevsim ve Acı", "Çinko Damın Altı Gözleri", "Daha Kaç Eylül", "Neriman", "Şeytan Yoktur"...

Özellikle içerisindeki birkaç şiir ilgimi çekti. Onlar hakkında birkaç kelam etmek istiyorum biraz:

Kelimeler, başkaldırmak isteyen bir duruşun estetik görünümü gibi. Estetik görünmesi onu yumuşatmıyor ama, aksine daha da keskinleştiriyor. Ayrıca şair, gücünü farklı bir kaynaktan alıyor sanki. Herkesin bildiği ama kimsenin anlatamadığı bir yerde, gerçeklerin fark edilmesini sağlama görevi ona düşmüş gibi. Kelimelerin bu kadar sert ve sarsılmaz olmasının sebebi, diğer ihtimalin varlığını silmek mi? Diğer ihtimal? Alışmak ve devam etmek. Diyorum ki, bu dünyada bir şeyler oluyor ve bu şeyler yıkımla sonuçlanıyor. Diyorum ki, bu kelimeler sarsılmaz bir şekilde korkunç bir yıkımın portresini çiziyor; sanki bir şekilde "dur" dememizi istiyor.

İçeriden yıkılıyoruz ve belki de en başından beri yıkıma doğuyoruz. "Mevsim ve Acı" şiirinde dediği gibi: "Ana rahmi doğuştan çürüktür iki karındaşa" (s. 35). Yazgımız baştan mı belli? İki kardeş bir yuvayı paylaşamıyorsa biz nasıl paylaşacağız "dışarıdaki" dünyayı?

Sizi de mi bir parça umutsuzluk kapladı? Yanık Bal Kokusu'ndan umutsuz olmanız için bahsetmiyorum. Şairin de bunu istemediğine inanıyorum. Sadece hissettiklerini en güçlü silahıyla yansıtmayı deniyor; yani kalemiyle. Kaleminin yer yer keskin olması da bu denli kaotik bir dünyayı ancak böyle yansıtabilecek olmasıdır belki de.

Devam edelim... Başka neler var bu eserde? Savaş var, asla kazananı olmayan bir savaş. "Devlet ve Evlat" şiiri karşılıyor bizi: "Devlet hükmü: bu olmaya harita!/ barut kokar gömlekler yığılır tepelere" (s. 34). İdealler peşinde yitip giden ideal bedenler. Üstelik her yeni gün, ideal bir beden olma potansiyeline de gebe. Yine aynı şiirde şairin de dediği gibi, "kadını çocuğu erkeği çarşaflısı haçlısı". İdeal bedenin cinsiyeti, yaşı, dini ve coğrafyası yok. Savaşlar, yıkımlar belki de bu yüzden çıkıyor ama yitip gidenlerin pek bir ortak noktası yok; insan olmaları dışında. Yine de bu ortak nokta çok fazla bilgi veriyor bize.

Sekans | Louis Wain'in Renkli Dünyası

1860-1939 yılları arasında yaşayan ve çizdiği büyük gözlü kediler ile tanınan İngiliz Ressam Louis Wain'in gerçek yaşamöyküsünün anlatıldığı Louis Wain'in Renkli Dünyası, sizi müthiş bir yolculuğa davet ediyor.

Yönetmen koltuğunda Will Sharpe'in oturduğu filmde, Louis Wain'e ünlü oyuncu Benedict Cumberbatch hayat verirken, usta ressamın eşini ise Claire Foy canlandırıyor.

İşte, hem hüzünlü hem eğlenceli bu muhteşem filmden küçük bir kesit... (Sekansın tamamı için BURAYA tıklayın!)

24 Nisan 2024 Çarşamba

Sesleri özlemek [Öykü]

 

Fotoğrafçı bir arkadaşım var; nereye gitse ya kamerası, ya telefonuyla fotoğraf çekiyor. Bu, yanında olup da fotoğraf çekmeyenleri çoğu zaman kızdırabilir ama beni değil.

Geçen gün iki fotoğraf tutkunu buluştuk ve birer kahve eşliğinde sohbet ettik. Ortak tutku fotoğraf olunca konu ister istemez oraya geldi. Gördüklerinden çok, işittiklerinden etkileniyordu. Sözgelimi "çağrı merkezi" aramalarında arayanın ses tonu sinirini bozup tahammül seviyesini birden düşürebiliyor ve sesini kullanamıyor diye arayanı pişman edebiliyordu. Ya da tam tersi, sırf arayanın ses tonu ve konuşma şekli güzel diye abone olduğu dergiler ya da aldığı biletler oluyordu.

Mesela dün Blu TV'ye üyelik için callcenter'ı aramış. Telesekreterle bir muhabbet olmuş haliyle: "Görüşmeniz sonlandıktan sonra hizmetimizi değerlendirmek istiyorsanız 1'e, yoksa 2'ye basın," gibi bir taleple karşılaşmış. Kibar ve sorumlu bir insan olduğu için 1'e basmış ve Aygün Hanım'la konuşmuş. Güzel sesli Aygün Hanım, sorununu iki dakikada çözmüş. İşlem bitmiş, derin bir sessizlik olmuş ama telefon kapanmamış. Duyduğu güzel sesten etkilenmiş biraz, trans halinde anket için bekliyormuş. Görevli, yardım edebileceği başka bir konu olup olmadığını sorunca, birden kendine gelip anket için beklediğini söylemiş, karşılıklı gülmüşler. Güzel bir sesten ayrılması zor olmuş.

Sesleri özlüyordu. Sesleri unutmuyordu. Seslerle hatırlıyordu.

Bir yerde kulağına gelen müziği daha ilk notasında tanıyabiliyordu. İyi bir müzik eğitimiyle pekâlâ sanatını icra ediyor olabilirdi.

Oturup arkadaşlarıyla sohbet ederken yan masada konuşulanları duyuyordu istemeden. Ayıp değil ya, dinlemiyordu, istemeden duyuyordu. Böylesi hassas kulaklara sahip olmak bazen işine yarıyordu.

Şiir ve büyü

Binlerce yıldır, insanlığın kelimelerle ilişkisi ve varlığımıza ilişkin sorular, bir büyü gibi etrafımızı kuşatıyor. Nitekim yazılı söz keşfedildiğinde bir sihirbazlık numarası olarak görülmesi ve hatta Kral Thamus'a yazıyı getirdiği iddia edilen Mısır Tanrısı Thoth'un aynı zamanda "büyü tanrısı" olarak anılması da belki bundandır.

Kelimelerle olan ilişkimizi kayıt altına aldığımız tarihten beri belki de büyü ve şiir arasındaki lifler incelmektedir. Şiirin, tanım gereği bir tanımının olmayışı, edebiyatta ve sanatta sarsıcı gücünün en net göstergesi. Fakat buna rağmen "Şair nedir, kimdir?" sorusunun belki birden fazla bile olsa da bir tanımı veya binlerce cevabı vardır. Şair yeryüzünde, bulunduğu atmosfer içerisinde, duygu ve düşüncelerini ifade etmek adına kelimelerle arasındaki iletişimi doğru frekanslar arasında arar. Bu arayışın niteliği şairi zamandan ve mekândan münezzeh kılar. Doğru frekans ise onu biricik yapar.

Ayşe Şafak Kanca da, bu arayışın peşinde olan bir şair. Her ne kadar İkinci Yeni sonrası imgenin yıkıcı etkisi, konvansiyonel şiirde büyük bir tahribat yaratmış olsa da Ayşe Şafak Kanca'nın özgünlüğe olan inancı, bu tahribatı 2022 yılında çıkan Yanık Bal Kokusu kitabı ile göğüslemiş gibi duruyor.

İçedönüş serüveni

Yapyalnız Mavi adlı bölümde duru bir söylemi benimseyen şair, "Çitlembik Karası"nda, etrafımızı kuşatan büyünün içerisinde binlerce yıldır sorduğumuz sorulara bir yenisini daha ekliyor ve böylece zamandan ve mekândan soyutlanmış bir içedönüş serüvenini başlatıyor:

aklımın ucu varsa dolanmaya

bir parmak boşluk bırakarak

yer açtım kendime tek gidişlik

son(suz) uzayda taşmaz belki (s. 11)

24 Şubat 2024 Cumartesi

Eleştirmen Emine Uçar İlbuğa ile bir konuşma: Özgür bir sinema için...


Yazarımız Alparslan Bozkurt, Birgün gazetesinde haftalık yazılar yazan, akademisyen ve sinema eleştirmeni Emine Uçar İlbuğa ile Edebiyat Postası için kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdi. Sitemizde bir bölümü yayınlanan söyleşinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.

 

Alparslan Bozkurt: Birgün Pazar'daki 7 Ocak tarihli yazınızı, geçtiğimiz günlerde Nuri Bilge Ceylan ile Zeki Demirkubuz arasındaki sosyal medya üzerinden yürüttükleri atışmayı, kullanılan dili ve yüzeyselliği hedef alarak şöyle bitirmiştiniz: "Sonsöz yerine şu soruyu sormak istiyorum: Bugünün genç sinemacılarını ve ulusal ve uluslararası ödüllü yönetmenlerini günümüz Türkiye'sinin toplumsal, siyasal, ekonomik gerçekliğinden uzak tutan şey nedir?" Bir akademisyen ve sinema eleştirmeni olarak, Emine Uçar İlbuğa'nın bu can sıkıcı soruya vereceği cevabı merak etmekteyiz. Ne dersiniz?

Emine Uçar İlbuğa: Bu soruyu sadece korku, ekonomik kaygılar vs. ile açıklamak, şu an içinde yaşadığımız koşullarda tek taraflı bir yaklaşım olur. Bu söylediklerim de var ama daha çok özellikle 1980'lerde başlayan yeni liberal politikalar, teknik alandaki gelişmeler ve sonuç olarak bugün geldiğimiz ve içinde yaşadığımız 'post truth' çağ ile de çok alakalı.

Bu hakikat sonrası dönem olarak nitelenen sürece tabii ki birdenbire girmedik, modern ve postmodern dönemlerden geçerek geldik ve biz daha postmodern, postmodernite, postmodernizm kavramları üzerinden yürütülen tartışmalar ve içine düştüğümüz kaosu anlamaya çalışırken, tek gerçeklik fikrine karşı çıkma tavrının yaygınlaşması, bireylerin kendi gerçekliklerini inşa etme yönündeki koşulların sosyal medya ve internet üzerinden yaygınlaşması, her bir kişinin hem bilgiye ulaşan, hem yorumlayan, hem de üreten konuma gelmesi, modern dönemin belli aydın imgesini ve kurumların otoritesini sarstı. "Doğru olan ya da gerçek olan nedir?" konusu sorunlu hale geldi ve aklın önünde daha çok duyguların ağır bastığı günümüz dünyasında bunlar daha bir anlamını kaybetti. Bu koşullarda geriye dönüp tarihsel olarak Türkiye'nin siyasi, kültürel, ekonomik sürecine bakıldığında görülen tek bir şey var: Her konuda istikrarsızlık. Bu durum bugün de devam ediyor ama şimdi giderek yaygınlaşan bir karamsarlık sözkonusu ve bütün bunlara karşı derin bir suskunluk.

Örneğin 10 Ekim 2015'teki Ankara Garı'ndaki büyük patlama ve sonrasında yaşananlara kadar önemli olan şey, birlikte mücadele edebilme gücünün varlığıydı. Şimdi sendikaların, diğer sivil kitle örgütlerinin ve hatta iktidarın kendisinin de dahil olduğu siyasi partilerin sokaktaki gücü görünür bir şekilde kırıldı. Hak mücadelesi her daim var ama kitleselliğini kaybetti. Kadın mücadelesini burada ayrı tutmak istiyorum.

7 Ocak 2024 Pazar

Ayşe Şafak Kanca şiirlerinin duyusal varlığı

"Sıradan konuşmaya karşı, 'örgütlü şiddeti' temsil eden bir yazı türüdür edebiyat." (Roman Jacobson, Sekiz Yazı)

Geçmişte öyle ya da böyle yolu şiirle kesişen insanların eğitim yoluyla elde ettiklerine inandıkları, çoğunlukla kendilerini ve başkalarını tekrar etmekten öteye geçmeyen son derece cüretkâr atılımlarla ortaya koydukları şiir görünümlü genel kirlilik, ne yazık ki bizi şiirin hakikatinden hızla uzaklaştırıyor.

Poetika denildiğinde, genelgeçer bir kabul olarak çoğunlukla biçim ve içerik yönünden şairin ayırt ediciliğinin; onu diğerlerinden ayıran, farklılaştıran özellikler anlaşıldığından, eleştirinin temelde şiirin var olma halini hedef aldığı, oluşturulan içsel özün neliğine dair bir kazı olduğu gerçeğinin gözden kaçırılarak kasıtlı olarak bulanıklaştırıldığı bu sularda, şairinden çıkıp okuyucusuna bırakılan bir yapıtın eleştirel alımlama süreciyle sınanması, eleştiriden rahatsız olan kitlenin itirazlarından kaynaklanan tüm zorluklara rağmen olmazsa olmaz bir gerekliliktir.

Ayşe Şafak Kanca ilk kitabı Azalma Vakti'nde kendi köklerine doğru bir yolculuğa çıkarır okuyucuyu, kendi tarihine bakar, zamanın gerisinden seslenir; şimdi burada olmakla geçmişin, kaybolup yitip gidenin ardından duyduğu sarsıntıyı, ölümü hatırlatır. Güvenli alanlar kurar kendine. Şiirinin özgül ağırlığını kurmaya çabalarken, fiziksel sınırlılığı içinde nesnel olana dair arayışını sürdürür. Bu çaba yer yer bazı sözcük tekrarları ve anlam kaygısı ve çokseslilik nedeniyle yara alsa da genel olarak şiirlerinin duyusal varlığını çok fazla sakatlamaz.