25 Eylül 2015 Cuma

Gece ve yağmur


Gece, tüm asaletiyle güneş denen kendini bilmez şatafatın üstüne çullanmıştı. Ben de bu asilliği bozmaktan korkarcasına odamda oturuyordum. Ellerimi dizlerime daha sıkı sardım. Üşüyordum, kansızlığım yüzünden en sıcak havada bile kısa kollu giyinemiyordum. Şu an karşımda olan siyah gardırobum, olası bir donma ihtimaline karşı tam tekmil doluydu.

Başımı yağmurun fütursuzca dövdüğü paslanmış menteşeli cama çevirdim. Canım yanıyordu, kalbim sıkışıyordu. Düşünmemek için beynimi alakasız şeylerle yormaya çalışsam da, müzmin bir yaramaz gibi davranıyordu. Yol verdim beynime, buyur düşün dercesine:

"Olasılıklar üzerine kurulu olduğunu kavradığım bu dünyada, kelimelerin anlamları altında un ufak oldum."

Tahta masamdaki ucu çiğnenmiş kalemi alıp kırdım, 'un ufak olmak' tabirini yerine getirircesine.

"Film şeridi olan hayatlar, siyah beyazken bile tebessüm ettirebiliyordu. Benim film rulom yanmıştı. Fotoğraflarda yalnızca ben vardım, diğerlerinin üzerinde hep aynı kızılımsı yansıma. Göze çarpan ben değildim ki, yalnızlığım her fotoğrafta masumane bir şekilde başrolü sahipleniyordu. Bazen de ne gülünçtür ki gözlerim kapalı çıkardı, sanki ben bile katlanamıyormuşum gibi. İşte buna tebessüm ederdim."

Bu sefer de bordo nevresimli yatağımın yanındaki komodine uzandım. Camı çizilmiş fotoğraf çerçevesine uzun uzun baktım, gözlerim kapalı çıkmıştı yine.

"Ne olursa olsun, yüzünde aynı umursamaz tavır ve karşılık olarak aldığın aynı aşağılanmalar. Kısır bir döngü, seni mutluluğa kısır bırakan bir döngü. Daha önce hiç bu kadar mutluluğa susamamıştım."

Yerde sürünerek, siyah okul çantamdaki su şişesine uzandım. Sinirle odanın nemden boyası dökülmüş köşesine fırlattım. Kireç parçaları, yerçekimine boyun eğerek yere döküldü.

"Her insan gibi ben de kaçış yolu aradım. Aşkı denedim, insanların alçaklıkları yüzümü bir rüzgâr gibi yalayıp geçti. Parayı denedim, bitince ben de bittim. Para kadar değerli; paradan da değersiz bir şey yokmuş. Karakterimin müsaade edebildiği şeyleri denedim, denediğimle kaldım. Beni hayata bağlayan ne bir şey, ne de bir kimse çıktı. Üstü kalsın diyemedim, borçlu çıktım."

"İstiyorsun, bağlanıyorsun, yere göğe sığdıramıyorsun. Sırf bu yüzden seviyorsun yaşamı. Hem de delice, kaybetme korkusuyla. Ben hayallerimde kurduğum dünyamı daha çok sevdim. Ama gel gör ki, biri bana seslenince de yaşama geri döndüm."

Boğazımda takılı kalan nefesimi sıkıntıyla dışarı verdim. Üzüntü, yerini çaresizliğe bırakmıştı. Bu durumda tek seçenek kalıyordu bana: Kollarımla kendimi daha fazla sarmak.

Açık olan odamın ışığını kapattım. Şimdi camdaki yağmur izleri daha kolay seçiliyordu. Şimdi, şimşekler daha bir parlaktı. Yatağıma uzandım, yorganı başıma kadar çektim.

"İyi geceler bana, iyi geceler."



Merve Yazar


Korku


“Benim evlatlarım gece karanlığında bile ellerine fener versem, şu karşıda gördüğün ağaçlığın ilerisindeki açıklığa korkmadan giderler!”
“Yahu Hasan Abi, yapma! Şuncacık çocukların cesaret edebileceği şey mi bu? Ben bile cesaret edemem şimdi!”
İçki masasındaki konuşmalar ben ve ablamı endişe içinde bırakmış, içten içe dualar etmeye başlamıştık. Ama mevzu uzadıkça uzuyor, iş gitgide bir iddiaya dönüşüyordu.
“Ulan şayet giderlerse, yarın bir yetmişlik rakıyı koyarsın masaya tamam mı?”
“Etme Hasan Abi! Bırak, vazgeçtim. He he, giderler. Gönderme sabileri gece vakti ayıların-domuzların arasına allasen!”
Çakırkeyif bir vaziyette, mantıklı düşünemeyecek halde olan babam, konuyu kapatmamakta ısrar ediyor ve bu da bizi iyiden iyiye telaşlandırıyordu.
“Avrat! Ulan dinine yandığımın avradı! Nerdesin ulan!”
“Burdayım herif! Geldim! N’ooldu ki?”
Annem büyük bir telaş içerisinde mutfaktan çardağa seğirtmiş, babamın ağzından çıkacak kelimelerin hayra alamet olmayacağını tahmin ederek Abdullah Amcam’a yanaşıp ne olup bittiğini sormaya çalışıyordu. Ama tam bu esnada babam, âdeta kükreyip, “Benim geçen hafta çarşıdan aldığım feneri getir!” diye emredince, bu işten kurtuluşumuzun olmadığını anlayarak ablamla birbirimize korku dolu gözlerle bakmaya başladık.
Bizi korkutan, bahsedilen yere gitmekten ziyade, bir önceki gece gölge oyunu oynarken kullandığımız el fenerinin pillerinin bitmek üzere olduğuydu. Bunu babama izah etmek için büyük bir cesaret gerekiyordu, fakat bizim var olduğu düşünülen cesaretimiz her dokuz-on yaşındaki çocukta olan kadardı işte.
Söyleyemedik...
Babam bize oraya vardıktan sonra fenerle işaret vermemizi ve ıslığını duymadan gelmememizi tembihledikten sonra üç kulhuvallah, bir elham okuyup evden ayrıldık.
Yola çıktığımızda, evin önündeki patikadan aşağıdaki toprak yola kadar feneri yaktıktan sonra, evden görünmeyecek kadar ileride, “Abla, araba yolu düz nasıl olsa; şimdi söndürelim, dönüşte engebeli yolda önümüzü göremeyiz yoksa!” dedim.
“Doğru söylüyorsun,” dedi ablam, “hem işaret verirken de ışığın canlı olması lazım!”
Yol boyunca birbirimizin koluna sımsıkı sarılarak, yabani seslerin beynimizde yankılanmasıyla korkudan titreye titreye, düşe kalka yürüyerek hedefimize ulaştığımızda, ağzımızı bıçak açmayacak bir hale gelmiştik. Feneri yakıp bir an önce görülmesi için dua ederek sallamaya başladık. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra duyduğumuz ıslık sesiyle birbirimize sarıldık. Ablamı bilmem ama (karanlıktı çünkü), benim gözlerimden yaşlar boşalıyordu o anda.

Mehmet Ferah


23 Eylül 2015 Çarşamba

"Apartman söyledi!"


O meşhur ‘mahalle günü’ yine toplanmıştı. Hepsi de sosyal statülerini belli edercesine bileziklerini kuşanmıştı. Öğretmen eşi Ayşe bir tane, mimar eşi Sevda iki tane ve apartman yöneticisi Sultan ise üç tane takmıştı. Ev sahibindeki tektaş yüzük ise, komşuları kıskançlıktan çatlatacak cinstendi.
Sultan bir iki kıpırdanıştan sonra pat diye lafa girdi: “Duydunuz mu, Sevil'in kocası iflas etmiş. Elinde ne var ne yoksa hepsi hacizlik!”
“Ay, adamın yattığı kalktığı belli değilmiş. Para bozdu adamı! Allah az verip süründürmesin, çok verip de azdırmasın.” Atılan topa gelişine vurmuştu Ayşe de.
Asilliğiyle övünen Sevda, zikzak çizerek gelen topa sağlam bir kafa çaktı: “Biraz da kadında suç var canım, hiç mi anlamaz aldatıldığını?”
Ev sahibinin minik kızı, hafifçe kapıdan göründü. Belli ki misafirlerin kaç kişi olduğunu saymaya çalışıyordu. “Tam da bir elimin parmakları kadar tabak!” diye bağırdı annesine.
Minik kız üzerindeki pembe pileli eteğini savura savura koltuğa oturdu. Gelen herkesi tek tek inceledi. ‘Benim de bu kadar çok bileziğim olacak’ diye düşündü.
O, imrenerek kurduğu hayallerde koştururken, uzun ve dar salondan annesi elindeki tektaşı belli edercesine geliyordu. Misafirlere tabakları dağıtırken günün sıcak haberlerini almaktan da çekinmedi.
Sıra yorum yapmaktaydı: “Adamın bakışları bir tuhaf zaten, oldum olası ısınamadım.”
Annesini hafifçe dürtü kız. Annesi hararetle konuşmaya devam ediyordu.
“Anne, kim o?” Annesi yine duymamıştı. Sinirle bağırdı: “Anne, kim, ne yapmış? Bana da söyleyin!”
Ani yüksek ses yüzünden misafirler sıçramadan edememişti.
“Sus kız, boyundan büyük işlere karışma!”
Sultan, kulakları patlatırcasına kahkaha attı: “Hadi ablacım, git bebeklerinle falan oyna. Biz kadın kadına konuşuyoruz.”
“Bebeklerimle falan oynamak istemiyorum. Hem ben de bir şeyler duydum.”
Fatma, kızına ‘çabuk odana’ dermiş gibi baksa da Ayşe lafa girdi: “Karışma kıza canım, bırak da anlatsın.”
Minik kız, elini çenesine koyarak lafa başladı: “Sultan Teyze, siz apartman paralarını cebe indiriyormuşsunuz. Ne demek bilmiyorum ama, bunu ben söylemedim. Bütün apartman söyledi.”
Sultan, hışımla arkadaşlarına döndü, reddetmelerini bekliyordu ama aldığı cevap birkaç huzursuz kıpırdanış oldu.
Kız, masumca devam etti: “Sevda Abla, siz de çok cimriymişsiniz. Sırf bir şey ikram etmemek için insanları oruçluyken çağırıyormuşsunuz. Bunu ben söylemiyorum, bütün apartman söylüyor.”
Kız, eğlenmeye başlamıştı. Annesi araya girmeye çalışıyordu ama izin vermedi: “Ayşe Abla, sizde de komşuların tabakları varmış. Üç aydır vermiyormuşsunuz. Apartman size yemek getirmeye korkuyormuş. Üstelik bunu da ben söylemedim, apartman söyledi.”
Kız sustu, yüzünde neşeli bir gülümseme vardı. Misafirler alelacele toplanıp kapıya yöneldiler. Annesi özür dilese de durmuyorlardı.
Kız bu kadar çabuk gitmelerine üzülmüştü. ‘Herhalde ocakta yemekleri var’ diye düşündü.
Annesi sinirle odaya girdi. Kız ne olduğunu anlayamamıştı.
Annesi bağırdı: “Sen ne yaptın, sana odana git demedim mi!”
Annesi sinirle üstüne yürüyünce ağlarcasına konuşmaya başladı: “Ne yaptım ki, kadın kadına konuşuyorduk.”
Annesi ayağındaki terliğe uzanınca koşturarak odasına gitti, kapısını kilitledi: “Sana da dayakçı anne diyecekler. Ben demeyeceğim, apartman diyecek!”


Merve Yazar


21 Eylül 2015 Pazartesi

Başka Sinema'dan bir Zeki Demirkubuz filmi: "Bulantı"

BAŞKA SİNEMA / BAŞKA ÇARŞAMBA

BULANTI


Ön gösterim: 30 Eylül 2015 Çarşamba
2015 | Dram | 116' | Türkçe | 02 Ekim 2015

Sevgilisiyle birlikte olduğu gece, karısı ve küçük kızını trafik kazasında kaybeden Ahmet, “akıl-fikir işleri” yapan mühim bir şahsiyettir.

Kimseyi umursamayan, hiçbir şeyin önünde eğilmeyen biri olarak bu trajik olaydan pek etkilenmeden yaşamına devam eder, ama bir süre sonra, görünürde bir sebep olmaksızın kendinde ve yaşamında bazı değişimler olmaya başlar.

Küçük terslikler, tuhaf aksilikler art arda gelmekte, çok sevdiği kadınlarla arası bozulmakta, hayat karşısında zorlanmakta ve kendisinden beklenmeyecek zafiyetler göstermektedir.

Yönetmen: Zeki Demirkubuz
Oyuncular: Zeki Demirkubuz, Şebnem Hassanisoughi, Öykü Karayel, Çağlar Çorumlu


Üç


DOKUZ

Bir, iki, üç...
Neden burada olduğunu düşünüyordu. İyi olmadığını biliyordu. ‘Bilmediklerimin çokluğuyla alakalı’ diye düşündü. Serumdaki ilaç damlalarını saymaya devam etti. Bir, iki, üç...


ON

On, bir, iki... Ona kadar saymayı biliyordu. Yanına gelen hemşireye sıradaki sayının ne olduğunu sordu. Hemşire ona bir deliymiş gibi bakıp seruma daha fazla ilaç ekledi.
 Dokuz, on, bir...


BİR, İKİ

Çığlık atarak uyandı. Terden sırılsıklam olmuştu. Neyse ki rüya görmüştü. Duyduğu sesle yatağa çakıldı.
“Sekiz, dokuz, on.”
Nerden geldiğini anlayamadığı çocuğa baktı. Çocuk masum bir şekilde sordu:
“Söylesenize bayım, ondan sonra hangi sayı gelir?”

Merve Yazar

20 Eylül 2015 Pazar

Sınırları beklerken


Burada bir şey yok küçük hanım, neyi görüyorsan o.
Say ki, bir trene binmişsin. Her kompartımanı çeşit çeşit insanla dolu, ama vagonları birbirinin aynısı. Ve her istasyonunda ayrılık mizanseni, kavuşma parodisi. Öyle ki, bir yerden çekip gitmekle o yerde takılıp beklemek aynı anlama gelir çoğu kez.
O tren engin düzlüklerden, derin vadilerden geçer; sonsuz mavilikten, ışıltılı şehirlerden. Miden bulanır. Çünkü hiçbir yere gitmez o tren; hep yerinde durur ve aslında hiç kalkmamıştır. Seninle birlikte yol alır sadece; evrendeki yolculuğuna seninle başlamış, ama sensiz son bulmuştur.
Kaç defa kustuğunu sen bile unutursun.

Burada bir şey bulamazsın, yeni insanlar göremezsin, farklı bir hayat kuramazsın; neresinden bakarsan bak, dünya o kadardır işte.
Hani bana, “Senin kadar tanımıyorum dünyayı, kendim kadar tanıyorum.” demiştin ya; ‘kuyunun dibindeki kurbağa’yız işte hepimiz.
Kuyunun dibinden baktığımız gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanıyoruz.
Çünkü baktığımız yeri, kendimiz kadar tanıyoruz.

Seni delirtenle beni delirten aynı şey olabilir mi, hiç bilmiyorum.
Kimsenin kendisi gibi davranmayıp rol kestiği, olduğundan farklı görünmeye çabaladığı bir dünya burası; sen de biliyorsun.
Erkeklerin kadınlara yavşadığı, kadınların bunu bir gurur nişanesi gibi göğsünde taşıdığı, her türlü ahlaksızlığı yapanların namus timsali geçindiği, kimseye güvenmeyen insanların kendilerine korunaklı hayatlar kurduğu; aslolanın duygular ve ruh olduğunu söyleyen herkesin paraya, güce ve gösterişe tapındığı...
Burada yeni bir şey yok; ne görüyorsan, o.

İnsanlar tehlikenin kol gezdiği yerlerde dolaşıyormuş gibi yapmayı çok sever, herkes akıl hastası pozlarına bürünür, sıradışı olduğunu iddia eder. Sığ sularda, boğulma tehdidi olmadan, elinde televizyon kumandası, yanında meyve tabağı, hafta sekiz gün dokuz hep aynı şeyleri yaşayarak, tekdüze bir hayatın içinde, başkaları hakkında ahkâm kesip yorum yaparak, kâh şefkat gösterip kâh öfkelenerek, en kıymetli hayatı kendilerinin yaşadığını sanırlar.
Onlar, adrenalin isterler ve kendi sınırlarında gezerler ve bir adım daha atmadan, sınırlarına hemen geri çekilirler.
Onlar, o sınırlardan geçemezler; o sınırları asla tahrip edemezler.

Bu dünya bu kadar işte küçük hanım; ‘kuyunun dibindeki kurbağa’yız hepimiz.
Baktığımız kadarını görüyoruz ve gördüğümüz kadarıyla yaşıyoruz.


19 Eylül 2015 Cumartesi

İçimizdeki ben'ler

Hepimiz bedenimizin içinde yalnız bir ruhun olduğunu sanırız. Tek bir ruhla yaşadığımızı… Hakikat buna tezattır. Hepimizin ruhunda en az bir katil, birkaç hırsız, bir sürü yalancı, iftiracı ve sayısız can, mal, ırz düşmanı, bir dilenci, sokak kadını, sakat bir çocuk, sağır, dilsiz, âmâ, gaddar, sefil, padişah, köle ve borç batağında bir adam var. Bunları hapsediyoruz. Bazen mantık, sağduyu, inanç hapishanelerine; bazense elalem ne der” safsatasının içlerine… Yoksa kim adam öldürmez, çalmaz, iftira atmaz, ev bark yakmaz? Ruhumuzda binlerce “ben” var. Her yeni güne uyandığımızda içimizdeki “benlerin savaşından bir'i galip geliyor ve zafer kazanmış komutan edasıyla mükâfat olarak o gün için de olsa gönül tahtına konuyor. Bazen tükenmiş ben”, bazen ise ağzı kulaklarında, sevinçten havalara uçmuş “mesut ben”…

“Neden bahsediyor bu adam?” dediğinizi duyar gibiyim. İspatlayayım: Her an içinizden bir sesin kulaklarınıza haykırdığını duyarsınız. Toplum buna iç ses diyor. Yalnız kaldığınızda daha da çok duyarsınız. En basitinden bir restoranda, kafede ne yesem içsem diye düşündüğünüzde bu ses tercih yaptırır önünüzdeki listeden. “Şunu ye!”, “Bu yöne dön!”, “Şunu bir ara!” vs… İşte bu duyduğunuz içsesiniz değil, o gün tahta oturmaya hak kazanan “Bene karşı yapılan taarruzdaki diğer benlerin silah sesidir.

Veya hiç ummadığınız birinden, hiç beklenmeyecek bir kötülük görürsünüz. İşte o gün adamın içindeki savaşı kötü ben” kazanmış demektir. Akıl hapishanesinden firar eden… Bir süreliğine ruh, bedeni yönetme iktidarını ele geçirmiş.

İşte biz bu “ben"lerimizle biziz. Ruhumuzdaki binlerce benle bir olmuşuz, bütünleşmişiz. Sen bir parça olduğunu söylüyorsun, oysaki işte karşımda tastamamsın.” (*)

Biraz kafanız karışmış olabilir. Hani şeytan, vesvese, melek, cin, nefis diye adlandırdığımız şeyler var ya, işte onların hepsi bedenimizde yaşayan farklı “benlerdir.

Hani "Yalnızım!” deriz. Aslında bu da yalan. Yalnız falan değiliz. Binlerce “benle birlikteyiz. Fakat bu kez savaştan, kazanan yahut ittifak edip güçlerini birleştiren çıkmaz. Herkes menfi saldırır. Tam da bu anda yalnızlık hissi oluşur beynimizin karanlık tahtında. Çünkü o tahtı hak eden veya ele geçirebilen olmamıştır. Yalnızım, evet. Herkes yalnızdır, yalnızız.” (**) İçimizdeki her “ben”, yalnızdır. Aynısından iki tane olan da yoktur. Çok benzemeleri aynı olduklarını göstermez, ikiz misali…

Bu muharebe bazen öyle bir noktaya gelir ki Peyami Safa'nın tabiriyle bedenimiz “kurtarıcı hastalık” arar. Bazen intiharı, ölümü, cennet ve cehennemi, Tanrı'yı, sonsuzluğu düşünmemiz hep bundandır. Ölümü hiç düşünmediği halde, fakat içi hep bununla doludur.

Her “benin bir dünyası vardır, ancak bu dünyalar savaşını kazanan yalnız bir ben” vardır.

(*) Goethe - Faust
(**) Peyami Safa - Yalnızız


Emre Harmancı

15 Eylül 2015 Salı

Çivi Gibi Yere Çakılan Kadın

UFAK TEFEK OLAYLAR


Acayip meraklı bir yaşlı kadın pencereden aşağı düştü, çivi gibi yere çakılıp parçalara ayrıldı.
Başka bir yaşlı kadın pencereden sarkıp ilkinin kalıntılarına bakmaya başladı, ama o da acayip meraklı olduğundan çivi gibi yere çakılıp parçalara ayrıldı.
Daha sonra bir başka yaşlı kadın pencereden yere çakıldı, sonra bir başkası, derken bir başkası.
Artık altıncı yaşlı kadın pencereden yere çivi gibi çakılırken onları seyretmekten bana gına gelince kör bir adama örme şal verildiği söylenen Maltsevski’nin dükkânında aldım soluğu.


DANIIL KHARMS

17 (30) Aralık 1905’te St. Peterbursg’da doğdu. Gerçek ismi Daniil Ivanoviç Yuvaçev’dir. Otuz kadar takma ad kullanmıştır. Zaum adı verilen (anlamsız, gerçekdışı ya da saçma) şiir akımıyla ilgilendi. 17 Ekim 1925’te Rus Şairler Birliği’nin Leningrad şubesine resmi olarak kabul edildi. 1940 yılına kadar 11 çocuk kitabı çıkardı ve düzenli olarak Yozh-Kirpi ve The Siskin dergilerinde yazdı. Aralık 1931’de ‘halkın dikkatini, saçma şiirler vasıtasıyla, sosyalizmin yapısından başka yöne çekmek’ suçundan tutuklandı ve Kursk’a gönderildi. 18 Haziran 1932’de serbest bırakıldı. 23 Ağustos 1941’de ‘bozguncu/bölücü propaganda yapmak’ suçundan ikinci kez tutuklandı. 2 Şubat 1942’de, 37 yaşında Novosibirsk hapishane hastanesinde açlıktan öldü.

Eserleri arasında Yaşlı Kadın, Ufak Tefek Olaylar, Siyah Paltolu Adam ve birçok kısa öykü, mektuplar bulunmaktadır. Günlüğüne 1937 yılında yazdığı bir bölümde en beğendiği yazarları Gogol, Prutkov, Meyring, Knut Hamsun, Edward Lear ve Lewis Carrol olarak belirtmiştir.


[Salyangoz Yayınları, SimSiyah Kitaplar Dizisi, Çeviren: Osman Çakmakçı, Ağustos 2006]

İki Binli Yıllardan Richard Bach'ın Martı'sına Bakmak

İKİ BİNLİ YILLARDAN BAKMAK


“Düşüncelerinizin zincirlerinden kurtulun, bedenlerinizin zincirlerini kırın...”

Richard Bach ve Jonathan. Yaşamındaki tüm mecburiyetlere rağmen, hayallerinden vazgeçmeyen bir adam, engelleri kanatlarıyla ve düşleriyle delip geçen bir martı. Koşullar ile beraber alışkanlıklarımız ve isteklerimiz de büyük bir hızla değişirken ruhumuzun ihtiyacının hep aynı kaldığını hissettiriyor bu ikili. Gerçekten yaşadığımızı hissetmek istiyoruz belki de; var olduğumuzu kanıtlamak için didiniyoruz ve bazen yine sırf bunun için sürüklenip gidiyoruz kalabalığın içinde.

Tüm bu hızın içerisinde bir şey aniden durduruyor adımlarımı. Jonathan düşüyor içime. “Özgür müsün?” diyor üstümden geçen bir çığlık. “Hayallerinin peşinden giderken kaç kere düştü omuzların ve ne seni tekrar ayağa kaldırdı? Tüm heyecanınla kahkahanı atarken kimbilir kaç kişi sesini kısmanı buyurdu. Ve içinden gelenler ne çok yadırgandı. Aklın küçük oyunlarına kapılmadan kaç kere sımsıkı sarılabildin ruhuna, yılmadan...” Richard Bach da kitabını yazarken defalarca vazgeçti. Zamana uymaya çalışırken sorumluluklarıyla kimsenin görmediği kanatları arasında gidip geldi. Daha yüksek duygulara ihtiyacı vardı ruhunun ki içindeki martı Jonathan’ın en yükseğe ulaşma isteği belki de bu arzudan gelmekteydi. Ortalama mutluluklar ve mutsuzluklar, düzenli ve yolunda giden bir hayat ruhunu huzurlu kılmaya yetmemişti belli ki... Belki de gerçekliğinden emin olduğu tek bir şey vardı ve ona sımsıkı sarıldı: düşlerine. Tutsak ruhunun özgür kalışı adına attı adımlarını ve kaçınılmazdı defalarca reddedilmesi. Vazgeçmedi Richard Bach, konuşturdu Jonathan’ı, sınırlarını zorladı, yaşadıklarıyla birdi yazdıkları. Her şeyden önce anlamaya çalıştı içinden gelen sesi. Bu yüzden Jonathan’ın da uçmak için uçmayı anlaması yeterliydi. Jonathan’a “Tekrar dene!” derken kendisine de haykırıyordu. Uçmak, kısıtlayıcı olan her şeye karşı mücadele etmekti. Çünkü biliyordu ki kendisine karşı gelenler küçük bir esintiyle kendi yıkılan hayallerine acıyanlardı sadece. Jonathan’ın çırptığı her kanat, çıkardığı her ses büyük bir umuttu ruhuna sımsıkı sarılanlar için. Ve hâlâ da öyle...
Şehrin gürültüsünden ve yorgun zihinlerimizden bir parça sıyrılabilirsek, güneşin her doğuşunda ve bazen en koyu karanlıkta sesleniyor bize Jonathan; ruhumuzun hakiki ihtiyacını hatırlatıyor bize, düşüncelerimizin zamanı delip geçebilecek en büyük güç olduğunu fısıldıyor.

Yükselen binaların arasından zamanla, mekânla ve tüm sınırlarla alay edercesine göz kırpıyor. Sevgili Richard Bach ve martı Jonathan, daha uzağı görebilmek adına özgürlüğün keşfine çağırıyor tüm huzursuz ruhları...


Güneş Sayın

14 Eylül 2015 Pazartesi

Gömlek

Sokak lambasının soluk, sarı ışığının altında kırışmış bir gömlek çıkardı poşetinden; ışığın altında birkaç saniye baktıktan sonra yerine koyup yürümeye başladı.
Kaldırım taşları sökülmüş bir yolu izliyordu, yanından geçen arabaların kırmızı spot lambaları gözünü alıyordu.

Elini sağ cebine attığında, bir hafta önce cebinde kırılan sigaranın toz haline gelmiş tütününü hissetti, sonra da aralarındaki birkaç bozuk parayı. Saymaya bile gerek yoktu, hepitopu dört lira vardı cebinde. Otuz altı yıllık birikimi.

Ağır adımlarla yürümeye devam etti, bir manavın önünden geçti, sonra da bir fırının önünden. Yürüdükçe sağ tarafında beliren kafelere takıldı gözü, attığı her adımda kafeler sıklaşıyordu.
Herkesin önünde kahve veya çay vardı, bardakların üzerinden ince dumanlar yükseliyordu.
Sohbet eden, gülüşen insanları izledi. Amaçsızca sürüklenen gemiler gibiydiler: Hemen hepsi bir işte çalışıyordu; nefret ettikleri insanlara günaydın diyor, güzel kızlarla ya da zengin erkeklerle birlikte olmanın hayalini kuruyorlardı.
Bir de hafta sonları vardı tabii; akıllarını kaçırmasınlar diye kendilerine zaman ayırmalarına müsaade ediliyordu. Robot gibi bir yerlere gidiyor, robot gibi bir yerlerden dönüyorlardı ve aralarında en ufak bir duygu belirtisi gösterdiğiniz anda da çelmeyi yiyordunuz.
Onlara sorarsanız, bunu hayatta kalmak için yapıyorlardı: Hayatta kalmak için ellerindeki son kuruşu yeni çıkan telefonlara veriyor, hayatta kalmak için banka kredisiyle aldıkları evlerin taksidini bitiremeden ölüyorlardı.

Gök gürlemesiyle irkildi, boş bir ifadeyle izlediği kafeden küçük bir kız çocuğunun kendisine baktığını fark etti, kıza gülümseyip yürümeye devam etti. Kafeleri geride bıraktı, artık kulağına insan sesleri gelmiyordu.
Işıkları kapalı bir mağazanın camından kendini gördü, tedirgin oldu, kusacak gibi hissetti. Elini mağazanın camına yaslayıp biraz bekledi.
Sonra taşıdığı poşetten kırışmış gömleğini çıkardı, birkaç saniye baktıktan sonra yerine koydu.
Yürümeye devam etti; gecenin karanlığına doğru adım adım gözden kayboluyordu.


Ozan Alkım

13 Eylül 2015 Pazar

Eh, bir nevi

 
Yürüdüğüm kaldırım taşlarını izledim, âdeta haykırdı bana: "Ah! Yine mi sen?
'Evet,' dedim içimden, 'yine ben.'
Başımı hafifçe kaldırdığımda yol kenarındaki minik ağaç çekti dikkatimi, bir adımda yaklaştım yanına. Büyüyen, uzanan her dalına şahittim ben onun. O dallarda uzanan yaprakların her birine.

Kaç adım attığımı saymayı bırakmıştım kısa bir süre önce. Çok yürürdüm ben, çok gezerdim.
Gezgin miydim peki? "Eh," dedim, "Bir nevi."
Solumda kalan evin gri, beton duvarına dayanmış çocuğa yanaştım. Bir elinde mendil paketleri, diğer avucunda bozuk paralar. "İşler iyi mi bücür?" dedim başını okşayarak. Gülümsememe karşılık verecekken kaşlarını çattı. "Bana bücür demeni sevmiyorum." diyerek avucunu yıpranmış pantolonunun cebine soktu. "Peki." dedim. "Peki koca adam; oldu mu?"
Sağ yanağındaki gamzeyi çıkarırken minik gülümsemesi, mendil paketlerini iki eline paylaştırdı. "Oldu." dedi.
Evet ya! Şimdi olmuştu. Koca adamdı o. Kendi parasını kazanan koca adam.

Tekrar karanlığa gömülmeye hazır sokaklara baktım. Benim ise, boştu elim, yine eksik. Ve aç bir karın ile dönmüştüm eve. Evim, kaldırımlar...

Caddenin kenarındaki parka girdim usulca, en köşedeki banka oturdum. Bunun yeri uzaktı ya diğerlerine, benim gibi. Benim gibi ayrı, uzak...
Mesela yuvam yoktu benim, ayrıydım; ya da sıcak tutan bir paltom. Kaliteli ayakkabılarım da yoktu; uzaktım. Tek yakınlığım esen rüzgaraydı. Tek varlığım ise yaşamak!
Düşündüm bir süre, kendime sordum. "Ben de yaşıyordum değil mi?" diye mırıldandım boşluğa. "Eh," dedim, "bir nevi."


C. Merve Dede

11 Eylül 2015 Cuma

"Hepimiz kafamızda gizli şehirler taşıyoruz!"

KENT VE SAKİNLERİ

NIELS HAV'LA KOPENHAG ÜZERİNE SÖYLEŞİ / NATHALIE HANDAL

Eğer tüm şehirler bir satranç oyununa benziyorsa, kuralları öğrendiğim gün, sonunda kendi imparatorluğuma sahip olacağım, her ne kadar içindeki şehirleri hiçbir zaman bilmesem de.
Italo Calvino, Görünmez Şehirler


Hissettiğiniz, gördüğünüz kadarıyla Kopenhag’ın havasını bize anlatabilir misiniz?
Yağmurlu bir günde: Öfke ve hüsran, otobüste insanlar birbirini itekliyor. Güneşli bir günde: Neşe ve cömertlik, insanlar yaşadıkları ve göllerin kenarında yürüdükleri için mutlu.
Ve kışları:
Kopenhag’ın evli kadınları
cehennemin etrafında pedal çevirir
kışın
dondurulmuş domuz kalpleri parçalarıyla
bisikletlerinin sepetlerinde.

Bu şehrin en yürek burkan hatırası nedir? 
On altı yaşındayken Vesterbro’nun genelevlerini sık sık ziyaret ederdim. Genç bir fahişeye âşıktım. Moğolistanlıydı ve çok güzeldi. Oraya her gece giderdim. El ele tutuşup otururduk. Tamamen bir tılsımın etkisi altındaydım. Ta ki başka erkek arkadaşlarının da olduğunu öğrendiğim güne kadar... Barda oturmuş bir adamı öpüyordu. Dünya parçalanmıştı, ben parçalanmıştım, gözümden yaşlar süzülüyordu. Adamın omzunun üzerinden direkt gözlerimin içine baktı. Beni görmüştü. Olduğum yerde döndüm ve dışarıya koştum, intihar etmeye hazır bir şekilde. Soğuk odama döndüm, öfke dolu bir sürü şiir karaladım. Bob Dylan gibi; New York’a geldiğinde bir sürü hikâye anlatmıştı, nereden geldiği hakkında güzel hikâyeler, hepsi değişikti ama hiçbirisi gerçek değildi.

Şehrin fark edilmeyen en olağanüstü detayı nedir?
Haziran sabahının erken saatleri, 4.00 suları. Tatlı bir hava, kuşlar cıvıldıyor, güneş doğuyor. Trafik yok. Yaşıyorsun ve ciğerlerini taze oksijenle doldurabiliyorsun. Ne keyif ama!

Fotoğraf değil; insan sevgisi


İster Tanrı elinden çıkmış olsun, ister kendi yasalarına göre işleyen doğanın kendi yaratımı olsun, var olan her şey belli bir estetik kaygının sonucu olarak vardır. İnsan algısının işte bu doğal kaygıya müdahale çabası, estetik olanın görünür, algılanır kılınması yönünde verilen çaba, sonucu ne olursa olsun eksik, tamamlanmamış bir çaba olarak kalmaya zorunludur.



Ben aslında en güzel fotoğrafları atlamışımdır, çekememişimdir. Ya yanımda makine yoktur, ya bir eksik vardır. Bu dünyada hiçbir zaman tatmin olamam, çünkü ben eminim ki muhakkak vardır. Bir kere muhakkak kuramsal olarak vardır. Sen gidersin bir aracı çekersin, gölgesi yanında şöyle gidiyordur, ortasında bir sümüklüböcek gidiyordur. Mesela de ki kompozisyon böyle bir şey. Beş dakika sonra başkadır. On beş dakika sonra daha başkadır. (Ara Güler)

10 Eylül 2015 Perşembe

Kardeş


Bayram sabahlarında giyilmek üzere bütün gece yastığımızın altında sakladığımız gıcır gıcır iskarpinlerimiz olmamıştı bizim. Utana sıkıla giydiğimiz, yakalarından ipleri sökülmeye başlamış kazaklarımız, ilk sahiplerinden sonra bir türlü bedenlerimizi kabullenememiş gibi emanet duruyordu üstümüzde.

Hiçbir zaman unutamayacağımı sandığım, o yoksul ve çaresiz günleri nankör hafızamın yeniden hatırlaması için, senelerdir görüşmediğim kardeşimin gözlerinin içine bakmam gerekiyormuş demek ki. Bayram günlerinde mahallenin çocuklarının alaycı bakışlarına maruz kalmamak için, kestane toplamak bahanesiyle, birlikte ormana gittiğimiz kardeşimin gözlerinde, her ne kadar eski mahcubiyet ve utangaçlıktan eser kalmamış olsa da, yalnızca benim fark edebileceğim bir ışıltı hâlâ aynı şekilde duruyordu. Uzun uzun bakmak istedim o gözlere, 'özlemişim lan seni' demek istedim. Yapamadım. Uzakta yaşıyordu; uzaktı.


Aslında uzak olan yollar değildi; uzaklığı oluşturan aramızdaki fiili bir mesafeden ziyade, görüşmediğimiz seneler süresince ayrı yaşadığımız hayatlarımızla ilgili birçok şeyi bilmememizdi. Birkaç saat hep havadan sudan ve çocuklarımızdan konuştuk. İçimi kemiren 'hadi artık'lardan sonra, oturmakta olduğumuz salondan sigara içme bahanesiyle balkona çağırdım onu. Uzun yıllardan sonra ilk defa baş başa kalıyorduk onunla. Son görüşmemiz, üç-dört sene önce yine bir bayram ziyaretine, diğer kardeşlerim, eşleri ve çocuklarıyla beraber geldiklerinde, hayli kalabalık bir ortamda, neredeyse hiç konuşmadan geçmişti. Konuşulan konular ise zaten günlük mevzulardı; çoluk çocuk, bayram seyran.

İlhan Berk'in gözüyle 'Galata' ve 'Pera' [1986]



Türk edebiyatının önemli ismi şair İlhan Berk, 1986 yılında Londra'da BBC Türkçe'den Zeki Okar'a Galata ve Pera kitaplarını anlatırken, programın sunucusu Aylin Yazan da şairin anlattığı Beyoğlu sokaklarında kısa bir gezinti yapıyor.

'Tuzlu Su' filmleri başlıyor


“Tuzlu Su: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori” başlıklı 14. İstanbul Bienali’nin bir parçası olarak, İKSV ve İstanbul Modern Sinema işbirliğiyle 5 Eylül - 4 Ekim 2015 tarihleri arasında “Tuzlu Su: Ekolojik Kurgular ve Denizler Altında” başlıklı bir film programı gerçekleştiriliyor.

Bienal film programı, uzun metrajlı yapımlarla kısa filmleri bir araya getiriyor. Müge Turan’ın bienali şekillendiren Carolyn Christov-Bakargiev ile birlikte hazırladığı uzun metraj seçkisinde tuzlu su, denizler, dalgalar, ekolojik değişimler ve akışkanlık kavramlarını tema veya zemin olarak kullanan filmler yer alacak. Bu filmler Christov- Bakargiev’in James Richards ile hazırladığı, yine su ve denizden esinlenen sanatçı filmleriyle eşleşecek.

“Ekolojik Kurgular”, “Denizler Altında”, “Hayatta Kal!” ve “Kıyıdakiler” adlı 4 farklı başlıktan oluşan programın uzun metrajlı filmleri sessiz dönemden başlayarak belgesellere, gişe filmlerinden Avrupa ve Amerikan sinemasının klasiklerine uzanıyor.

8 Eylül 2015 Salı

Küçük dostum

Bankın kenarına sinen köpeğin havlamalarıyla uyandı genç kız. Ürkerek koymuştu başını bankın tahta zeminine, tetikteydi bedeni. Soğuğa aldırmamıştı ama gecenin karanlığı korkutuyordu onu. Bu karanlığı fırsat bilip sokak köşelerini yer edinen, nefesleri dahi bela kokanların varlığı titretiyordu onu. İçini buza çeviren soğuk bile kar tanesi kadar küçülüyordu korkusunun yanında. Hançer gibi bedenine işleyen soğuk bile...

Kafasını kaldırarak gözlerini üzerine diken köpeğe baktı. Tüyleri yer yer kirlenmiş olan köpek, kanadı kırık bir kuş misali duruyordu önünde. "Yoksa sen de mi evsiz kaldın küçük dostum?" diyerek elini uzattı kömür gözlerine bakarak. Başının üzerinde gezdirdiği elleriyle mayışan köpek, olduğu yere çöktü sessizce.

5 Eylül 2015 Cumartesi

'İnsanoğlu aptal olmasa bile nankördür'



Şimdi bir an için insanların aptal olmadığını farz edelim. (Aslına bakılırsa insan için böyle bir şey söylemek imkânsızdır, hiç olmazsa şu sebepten: İnsanı aptal kabul edersek kime akıllı diyeceğiz?) Ama insanoğlu aptal olmasa bile dehşetli nankördür. Nankörün nankörüdür. Hatta bana göre en uygunu, insanı iki ayaklı nankör bir mahlûktur diye tarif etmektir. Ama bu kadar da değil, insanın başlıca kusurunu unutmamalı: İnsanların baş kusuru, tufandan başlayıp Schlezwig-Holstein devrine kadar uzanan daimi erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve bunun doğurduğu çeşit çeşit tekinsiz hareketler; tekinsizliğin erdemsizlikten ayrılmadığı öteden beri bilinir zaten. İnsanlık tarihine şöyle bir göz atıverin bakalım, ne göreceksiniz? Azamet mi? Belki; yalnız Rodos Heykeli bile yeter! Bizim Bay Anayevski, heykelin bazılarına göre insan elinden çıktığını, bazılarınınsa tabiatın yarattığı bir harika olduğunu iddia ettiklerini boşuna söylemiyor ya. Göz alıcılık mı? Olabilir; asırlar boyunca her milletin askerinin, sivilinin giydiği üniforma bolluğu karşısında apışıp kalmayacak tarihçi yoktur! Tekdüzelik mi? O da var: Durmadan dövüşüyorlar, şimdi de, eskiden de, her zaman dövüştüler ve dövüşecekler, bunun gayet tekdüze olduğunu kabul etmelisiniz. Kısacası, genel tarih hakkında pek çok şey, hasta bir muhayyileden ne doğarsa hepsi söylenebilir. Yalnız temkinli hareketten bahsedemezsiniz. Daha söze başlar başlamaz laf ağzınıza tıkılır. Hatta erdemin ve aklın canlı örnekleri olan allâmelere, insan severlere bol bol rastlanır; bunların gayesi, ömürlerini elden geldiği kadar erdemli, temkinli geçirmektir, varlıklarıyla etrafa nur saçarak, dünyada erdemli ve temkinli de yaşanabileceğini göstermek peşindedirler sanki. E, sonra? Sonrası malum, bunların birçoğu, ömürlerinin sonuna doğru da olsa, er geç sürçüp tamiri imkânsız bir çam deviriverirler. Şimdi sorarım size: Böyle garip nitelikleri olan insanoğlundan ne beklenir? Önüne dünya nimetlerinin hepsini serseniz, başı kaybolana, hatta su yüzüne ufak ufak kabarcıklar çıkana kadar saadet deryasına gömseniz, çalışmaya ihtiyacı olmayacak derecede refahını sağlasanız da, sırf ballı çörekler yiyip yan gelip yatması, bir de insan neslinin kurumaması için uğraşmasını sağlamak için iktisadi refaha kavuştursanız da, sırf nankörlüğü, küstahlığı yüzünden bir rezalet koparacaktır. Sırf müspet akla kimi düşsel öğeler katabilmek için ballı çöreklerden, iktisadi refahından vazgeçip, kendisine en zararlı saçmalıkların peşinde koşar. Akla sığmaz hayallerinden, en adice ahmaklığından sıyrılmaya asla yanaşmaz, çünkü tabiat kanunlarının insanı arzu duymaktan caydıracak kadar tıpkı bir piyano gibi çalmasına, bir cetvele göre davranmaya zorlamasına rağmen, bir piyano tuşu değil de insan olduğunu (sanki pek gerekliymiş gibi) kendi kendine ispat etmek ister. Öte yandan insan, gerçekten bir piyano tuşu olduğunu görse, hatta tabiat bilimleri ve matematik yoluyla, öyle olduğu ispat edilse bile gene akıllanmaz; gene mahsus, sırf nankörlükten, inadından yeni haltlar karıştırır.


[Yeraltından Notlar, Fyodor Dostoyevski, Çev. Nihal Yalaza Taluy, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008]

4 Eylül 2015 Cuma

"Hayır! Yanılmadın."


“Saplantı” / II. Bölüm'den

Ayak sesleri uzaklaşır uzaklaşmaz klozete koştu, iki parmağını boğazına kadar sokup öğürdü Ayşegül. Sabah onu almaya her zamanki gibi uzun boylu, saçları önlerden dökülmüş esmer adam gelmişti. Hastalar, hemşireler, tüm görevliler içinde en esmeri bu adamdı –gerçi hastaların hepsinin suratı beyaz veya sarıydı. Ayşegül o kadar halsiz göründü ki adamın tüm çabalarına rağmen ayakta kalamayınca kahvaltısı ve ilaçlar ona geldi. Şimdi de hepsi birlikte pis suyun üstünde yüzüyordu. Yumurtaların arasından rengi solmaya başlamış pembe ilacı seçti gözleri. Birkaç yıl önce -şimdi ona yüz yıl gibi geliyordu- burada değilken, şimdikinden biraz daha özgürken, ilaçları ilk kullanmaya başladığında kendini gün boyu mutlu, uçacak kadar hafif hissediyordu. “Pembe olan olmalı,” demişti kendi kendine, “Beni bu kadar mutlu eden ilaç çocukluğumun odası kadar pembe olmalı.” Yanılmıştı. Pembe ilaç onu burada hiç de mutlu etmemişti ve şimdi döne döne yerin dibini boyluyordu. Sarıyı sevmeliydi belki de. Yeni evin -artık eski- sarı duvarlarını, sarı kediyi, karşı binada her gece pencereye çıkıp dumanını kendi sarı odasına üfürerek sigara içen sarı saçlı kızı sevmeliydi.
Annesini düşündü. Ona yaptığı şeyi bir kenara iterek her zamanki endişeli yüzünü gözlerinin önüne getirdi. Annesinin yüzü acıyla çarpılıp, “Ayşegül, sen niye böylesin?” dedi. Sonra yağ gibi eridi, düzeldi, Arzu’ya dönüştü. Sahip olduğu tek arkadaşı, dünya üzerinde onun hakkında iyi şeyler düşünen yegâne insan. Ne yapardı Arzu her zaferden sonra? Aralarında yeşilin parladığı saçlarını öbür tarafa savurur, yarım saniye havada bir yerlere bakar, sonra Ayşegül’e döner, “Bu kadar.” derdi. O, bu hareketi her yaptığında Ayşegül onun kendinden önce baktığı yerde Arzu’ya onaylayarak göz kırpan şeytani bir surat görürdü ve onu Ayşegül kadar çok severdi.
Yavuz’da da yanılmıştı belki... Bir anda beyninin her çıkıntısına “Hayır! Hayır!” diyen çiviler battı. Henüz o kadar güçlü olmasalar da acı çok rahatsız ediciydi. “Hayır! Yanılmadın. Hatırla onu, gözlerine bak!” İlaçlar gitmişti bile. Onları susturacak hiçbir şey yoktu artık. Ayşegül, çaresizce onu hatırlamaya çalıştı. Yüzü yüzüne ilk kez o kadar yaklaştığında hiddetle parlayan gözlerini. “Yanılmadım,” dedi. Her kabul edişinde azaldı acı. Yavuz’la ilgili zihnine kaydettiği her şeyi bulup çıkarırken fısıltılar çivilerini çekip daha nazik davranmaya başladılar.
Siyah saçlarını hafifçe dikleştirirdi Yavuz. Gömleğinin bir tarafı her zaman pantolonundan kurtulmuş olurdu. Kravatını bilerek gevşetirdi. Okuldan sonra bile hep dağınık dururdu kıyafetleri. Ayşegül onu ilk gördüğünde düşündüğü tek şey, ‘bu tiplerden etrafta çok var’ olmuştu. Ama Ayşegül için çok geçmeden dünyanın en çekici erkeği oldu. Ayşegül’ün annesi kibar biriydi, babası ise çoğu zaman kabaydı. Bu yüzden hayatının aşkı kibar biri olmalıydı. Haftada en az iki kere ettiği kavgalarına rağmen Yavuz’un her hareketine nezaket kattı Ayşegül. Boyuna on santim ekledi, yüzündeki tüm sivilceleri temizledi, gülüşüne ayışığını yansıttı. Hayır, yanılmış olamazdı. O, Ayşegül’ün Arzu’dan sonra kararmış gökyüzünde parlayan tek yıldızıydı. Onu buraya kapatmadan önce yarım kalmış hedefi.
Her gün böyle hasta olursa çok geçmeden anlaşılırdı oynadığı oyun. Hatta bir sonraki gün tutup onu bir doktora gösterirlerdi. Hastalığa lüzum yoktu, Fısıltılar planlarını yapmışlardı ve sabaha karşı Ayşegül’ü uyandırıp anlatmışlardı. Bu kokuşmuş; ruh suratlı bir çocuğun bilmediği bir şeye tedirginlikle dokunmaya çalışması gibi, zincirleri yüzünden sürekli onu dürten delilerle dolu yerden kurtulacaktı.
Sonraki günler hep uslu durdu Ayşegül. Eskisi kadar hareketsiz, uyuşuk göründü. Tavuğa benzeyen kadın önceleri ondan korksa da, oğlunun hatrına Ayşegül’le arasını düzeltti. Her sabah kahvaltılarını birlikte yaptılar. Ayşegül içinden, ‘Oğlunun da senin de beyninize tükürürüm!’ dedi, süzgün-samimi gözlerle baktı ona ve yemeklerini tabağına boşalttı. Su bile içmedi. Kimse bakmazken ilaçları ve yeşil suyu plastik bardağa kustu. Bir süre sonra diğer öğünleri de midesinde tutmakta zorlandı, iyice zayıfladı, ama Arzu’nun hayran olduğu gücünden bile fazlasını hissediyordu artık.

Zerdef

Pina sizi çağırıyor!

Genç yazarlar; dikkat! Pina sizi çağırıyor. Sadece bu videoyu değil, bu muhteşem gösterinin tamamını izleyin!

 

Music: Jun Miyake - The Here and After (with song-text)
Movie: Pina Bausch - Wim Wenders (2011 - Germany)

Bu iti getirme bi daha buraya!


Yağmurla Yıkanan


Bir bahar günü
Yağmurla yıkanan
hindibalar bitti
Demirli bir kapının önünde.
İlk kuş ötüşünün ardından
Kapı aralandı. 
Bir kadın yolcu etti erkeğini;
Heybesine koydu bir tas ayran.
"Deh!" dedi adam eşeğe;
Şehir gözlerini araladı
Bir bebek uyandı
Baykuş dalından düştü.

Öğle üzeri
Kuruca bir sıcak geçti, bozkırın esmerliği nakşedildi
Çıplak bir yılana
Buğdaya
Atlara
Ve yüzüne küçük bir çocuğun.

Akşamında günün
Esti rüzgâr,
Karahindibalar savruldu dünyaya.
Uçuştu yazması kadının
Gözündeki yaşlarla.
Eğildi baş veren ekinler
Önünde dağın.

Gece geldi
Kapandı ışıklar
Yandı yıldızlar.
Bozkır kahvesinin yerini
Renkli rüyalar aldı.

Gün bitti
Çıkageldi adam.
Çalındı kapı
Şehir gözlerini araladı
Bir bebek uykuya daldı
Baykuş dalında kaldı.



Tubicool


2 Eylül 2015 Çarşamba

O an...

whitehavenın Bulutlar da Ağlar isimli çalışmasından bir bölüm...


O an, annemin tüm evlatlarına aynı sevgiyi hissettiğini kesinlikle anlamıştım. Bu konudaki kararım kesindi ve buna karşılık anneme duyduğum güvenin değişmesi de artık mümkün olamazdı. Bunu aklımdan hiç çıkarmayacaktım.
Ancak, köyümüzde yaramaz çocuklardan biri ve en tehlikelisi olarak nam salmam sebebiyle, annemin bana olan sevgisinde azalma ihtimali olduğunu da göz ardı etmemeliyim. Evet, onun kanından, canından bir varlıktım. Ama yaramaz ve huzur bozan bir çocuğa sahip olması sözkonusu olunca, beni diğer kardeşlerimle karşılaştırdığında, annemin en az sevdiği çocuğu olmama sebep olabilirdi bu durum. Bu sonuçla karşılaşma ihtimalini hiç ama hiç istemedim.
Köyümüzdeki bir grup çocuğun kavga ettiği ya da ele avuca sığmaz şekilde söz dinlemeden hareket ettikleri bilgisi köylülerimiz tarafından duyulduğunda, bu grubu yoldan çıkaranın büyük ihtimalle ben olacağıma dair söylentiler çalkalanırdı köyde. Bu haber bizim eve o kadar hızlı gelirdi ki, yapmış olduğumuz çocukça yaramazlıkların (ki bana göre yaramazlık sayılmazdı) daha ben eve gelmeden haberinin ulaştığına tanık olurdum.

Sadece bir defasında ben eve geldikten sonra, yaptığım yaramazlığa ilişkin haberler eve ulaşmamıştı. Bu haberin neden bu kadar  geciktiğini çözememiştim. Daha büyük bir olay sözkonusu olmalıydı ki benim yaptığım yaramazlıklar kimseyi ilgilendirmemişti. Ya da beni artık böyle kabullenmişlerdi. Kimbilir?
Masumca eve girdim. Hemen yatağıma kıvrılıp uyumaya çalıştım. Uyku tutmuyordu. Eninde sonunda bir haber geleceğini biliyordum. Uykuya dalmak üzereyken kapı büyük bir gürültüyle çaldı. Gelenin benimle ilgili olduğunu kapının çalınma şiddetinden anlamıştım. Nefesimi tutarak, ‘bugün yine neler yaptığımı’ bir başkasının sesinden dinledim.