Hiçbir zaman unutamayacağımı sandığım, o yoksul ve çaresiz günleri nankör hafızamın yeniden hatırlaması için, senelerdir görüşmediğim kardeşimin gözlerinin içine bakmam gerekiyormuş demek ki. Bayram günlerinde mahallenin çocuklarının alaycı bakışlarına maruz kalmamak için, kestane toplamak bahanesiyle, birlikte ormana gittiğimiz kardeşimin gözlerinde, her ne kadar eski mahcubiyet ve utangaçlıktan eser kalmamış olsa da, yalnızca benim fark edebileceğim bir ışıltı hâlâ aynı şekilde duruyordu. Uzun uzun bakmak istedim o gözlere, 'özlemişim lan seni' demek istedim. Yapamadım. Uzakta yaşıyordu; uzaktı.
Aslında uzak olan yollar değildi; uzaklığı oluşturan aramızdaki fiili bir mesafeden ziyade, görüşmediğimiz seneler süresince ayrı yaşadığımız hayatlarımızla ilgili birçok şeyi bilmememizdi. Birkaç saat hep havadan sudan ve çocuklarımızdan konuştuk. İçimi kemiren 'hadi artık'lardan sonra, oturmakta olduğumuz salondan sigara içme bahanesiyle balkona çağırdım onu. Uzun yıllardan sonra ilk defa baş başa kalıyorduk onunla. Son görüşmemiz, üç-dört sene önce yine bir bayram ziyaretine, diğer kardeşlerim, eşleri ve çocuklarıyla beraber geldiklerinde, hayli kalabalık bir ortamda, neredeyse hiç konuşmadan geçmişti. Konuşulan konular ise zaten günlük mevzulardı; çoluk çocuk, bayram seyran.
Bu sefer ikimiz de orta yaşı bitirmek üzere olan yetişkin adamlardık. Yıllarca birbirinden haber bile almadan, nedenini bilemediğimiz bir şekilde iletişim kuramadan, farklı hayatlar yaşamış eskinin 'can ciğeri', şimdinin ise konuşacak ortak bir müşterekte bile buluşamayan, saçlarının büyük bir kısmına aklar düşmüş iki 'yabancı'sıydık.
Bir iki yutkunmadan sonra boğazımı temizleyerek söze başlamak istedim, yapamadım; mevzuya nereden başlayacağımı bilemedim çünkü. "Aslında," dedim, "yıllardır konuşmak istiyordum seninle, ama bir türlü bir araya gelip baş başa kalamamıştık..."
"Öyle icap etti." dedi, altında bir neden varmış gibi hissettim o an. Belki de vardı kimbilir. Benim de senelerdir öğrenmek istediğim mevzu buydu zaten: 'Ne olmuştu da öylesine bağlıyken birdenbire kopmuştuk birbirimizden.'
"Aramak istedim, hatta aradım da birkaç kere ama..."
Söyleyeceklerimi zihnimde toparlamaya çalışırken, senelerden beri yapmakta olduğum gibi yine bir neden arıyordum durumumuza.
"Abi," dedi, "artık biliyorum."
Ve öyle şeyler anlattı ki; hayalgücümün derinliğiyle övünen benim bile kurgulayamayacağım kadar yalan yanlış, düzmece, kurmaca her şey vardı içinde. Büyük bir oyunun başkarakteri yapılmışım habersizce ve bir hiç uğruna senelerdir görmemişim gurbette beraber çileler çekip 'bir gün' diye başlayan hayalleri beraber kurduğumuz kardeşimi.
Anlatmaya çalıştım ona; nasıl ve niçin olabildiğine inanamadığım hesapların yanlışlığını, asılsız olduğunu. Gerçek olanla anlatılanlar arasındaki farkı ve olmayanları, olması imkânsız olanları. Ben anlatmadan anlamıştı zaten, anlamasaydı gelmezdi de.
"Artık biliyorum," dedi, "anlamam seneler aldı, ama artık biliyorum."
Daha da geç olmadan, yine eskisi kadar seven gözlerle bakmaya başladık birbirimize seneler sonra. Senelerimizi kaybetmiş olsak da, artık birer kır saçlı adam olsak da, o yine benim için beraber kestane toplamaya gittiğimiz, çaputtan topun peşinde koştuğumuz, gurbet ellerde birlikte hayaller kurduğumuz ve her şeyden önemlisi sarılınca kalplerimizin atışını birbirimize hissettirdiğimiz çocuktu.
Ertesi günü öğlene kadar birlikte geçirdikten sonra beraber gittik minibüs durağına.
"Ben senin abinim." dedim giderken. "Şayet benim hakkımda yine kuşku duyacak olursan, ne olur ara beni ve konuş. Bir daha bu şekilde feda edecek senelerimiz olmayabilir."
Minibüse binmeden yine eskisi gibi sımsıkı sarıldık birbirimize.
Ardından el sallarken bir parça titredi yüreğim ve daha gitmeden özlemeye başladım onu eski günlerdeki gibi.
Mehmet Ferah
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder