Sabah, öğle, akşam
karavanalarından artan yemeklerin döküldüğü toprak, kalın ve besili
solucanların hazla kıvrıldığı zifirden bir bulamaç halindeydi. Yalınayak
çocuklarla ihtiyar kocakarılar, paslı teneke kutuları ağız ağıza dolu,
uzaklaşırlarken, erkek köpekler sıhhatten gerilmiş karınlarını güneşe devirip
uyuklarlar, sarkık memeli dişiler de, peşlerinden tonton enikleriyle
dolaşırlardı.
Daha sonra meydan karga
sürülerine kalırdı. Simsiyah kanatlarında mavi ışıltılarla kargalar “Gaak,
Gaak!” diye sekerek karınlarını doyururlarken, yırtıcı kuşlar geniş
kanatlariyle havada daireler çizmeğe başlayınca, karga sürülerinde ürkeklik
artardı. Arada, yırtıcı kuşlardan birisi, tam tepede, asılı gibi durur durur,
sonra birdenbire, şimşek hızıyla toprağa iner, gagasında kalın bir solucanla
tekrar havalanırdı.
Gün geldi, Alay, memleketin
güvenliğini daha iyi sağlayabileceği, daha önemli bir mevkie kalktı, yerini bir
“Oto bölüğü” aldı... Mutfakta karavana kaynıyordu. Lakin Alay zamanındaki
bolluk nerede...
Yalınayak çocuklarla kocakarılar
paslı kutularını daha önce doldurabilmek için çekişiyorlarsa da, köpekler
arasında esaslı bir savaş başlamıştı.
Ordaki kancık köpeklerden birini
kokladı diye, yabancı bir hovardayla boğuşuluyor, hovarda sınır dışı edilinceye
kadar uğraşılıyordu.
Gün geldi bu “Oto bölüğü” de
kalktı. Artık mutfakta esaslı şekilde yemek pişmiyordu. Nöbetçi birkaç er için
küçük tencerelerde pişiyor, arsaya hemen hemen hiçbir şey dökülmüyor, pek pek,
birkaç kemik, biraz ekmek içi filan...
Mevsim kışa doğruydu. Bol
yağmurlar, yazın çatlayan toprakları adamakıllı yıkamıştı. Sırtlarında çalı
çırpıyla kocakarılar, yalınayak çocuklar, köpek sürüleri gene geliyordu.
Erkekler daha sinirli, daha kavgacı olmuşlardı. Kancıkların peşlerindeki
enikler de palazlanmışlardı, lakin zayıftılar. Bazan ufacık bir ayak
dolaşıklığı yüzünden erkek köpeklerden biri gazaba geliyor, anayı enikleri
birbirine karıştırıveriyordu... “Zavallı bir kancığı boğmak isteyen” erkek
köpekse, birer kenarda hırsla bekleşen öteki erkek köpekleri çileden çıkarıyor,
bir anda meydancık birbirine giren köpeklerin yaygaralariyle doluyordu.
Bazan bir kemik parçası yüzünden
insanlarla köpekler arasında da kavgalar oluyordu. Dumanı tüten yağlı bir kemik
parçasını teneke kutusuna sokmağa uğraşan bir kocakarının yanına sinirli bir
erkek köpek usullacık sokuluyor, usta bir pençe vuruşuyla kemiği düşürüyor,
kocakarı dönene kadar, ağzında kemik parçasıyla fırlıyor, kocakarıysa, dişsiz
ağzıyla karanlık karanlık uluyordu:
– Allah kahretsin e mi! iki gözün
kör olsun e mi!
Yahut, bir parça ekmek içine
doğru bir kocakarı, değneğine dayana dayana giderken, aynı ekmek içi yalınayak
bir oğlan tarafından da görülmüş oluyordu... Oğlan kocakarının değneğini
çekiverince, kadın yuvarlanıyor, beriki koşup ekmeği kapıyordu.
Kocakarı gene uluyordu:
– Sürüm sürüm sürün e mi! Allah
belanı versin e mi!..
İlkbahara doğruydu... Bol güneşli
havalar... Karlı dağlardan soğuk rüzgârlar esiyor, hafif beyaz bulutlar telaşlı
koşuşuyorlardı.
İki kocakarı alay mutfağının
arkasındaki arsada, ıslak toprağa karşılıklı oturmuşlardı... Teneke kutuları
bomboştu. Yanıbaşlarında birkaç erkek köpek, birbirine geçmiş böğürleriyle,
sinirli sinirli soluyarak uyukluyorlardı. Güneş sıcaktı... Kocakarılar, yama
yama üstüne vurulmuş, kalın hırkalarını çıkardılar. Sivrilmiş omuz başları,
içleri boşalmış kuru memeleri... Koltuk altları güneşte tatlı tatlı gidişti,
uzun uzun kaşındılar... Sonra, hırkalarının kıvrımlarına saklanmış bitleri
bulup bulup kırmağa başladılar. Sivri çenesinde üç siyah kıl fırlamış olanı:
– Bet bereket vardı anam... dedi,
bet bereket vardı... Yiyeceğin sözü mü olurdu? O canım fasulyalar, nohutlar,
böğrülceler... Ya pirinç pilavları?
Ötekinin bir gözü kördü.
– Doğru... diye başını salladı.
Bet bereket vardı o zaman... İnsan karnını
doyururdu da, doldurur konu komşuya bile götürürdü...
– Ya karpuz kabukları! Nasıl
kemirirdik?
– Eeeeh, o günler de günmüş.
Allah bundan geri komasın, zere beterin beteri var!
– Bu askercikleri de ne demiye
alıp götürürler sanki burdan?
– Harp varmış harp! Moskof gene
kafa kaldırmış diyorlar!
Bir müddet korkuyla bakıştılar.
Körü:
– Kafa kaldırmış ha? diye başını
salladı, gözlerini karşı dağlara kaldırdı. Aklından, Balkan harbinin araba
tekerlekli topları geçti; ölmüş askerler, buğday çuvalları, yüklü bir arabanın
tekerleği altında kafası ezilmiş bir çocuk cesedi...
– Allah sen gösterme Yarabbi!
İkisinin yüreğinden de aynı
korku, aynı açlık korkusu geçti. Hemen hemen aynı zamanda söylendiler:
– Bundan geri koyma Yarabbi!
Tepelerinde bir çaylak, geniş
daireler çizerek dolaşıyordu.
1947
Orhan Kemal, Ekmek Kavgası, Tekin Yayınevi, 1984, 9. basım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder