4 Ağustos 2012 Cumartesi

Aynadakiler ve sonsuz bir şimdiki zaman


Manet imkânsızı mümkün gösterir. Cevvaldir, cesurdur. Mesela Zola gibi her biri birer bildiri ruhu taşıyan eskizlerle anlatmaz Paris’i. Yıkanmayan fahişeler, kimsesiz çocuklar, fırında pişmiş sıçanlarla karın doyurmaya çalışan aileler yoktur Manet’nin şehrinde ama o şehir, yine de yerinden eder insanı. Manet’nin resmi, asıl hikâyenin tuvalin dışında yaşandığını haykırır sanki. Görmediklerimizi merak ettirir.

Son büyük eseri sayılan Un bar aux Folies- Bergère’i (Folies-Bergère’de Bir Bar) yaptığında tam elli yaşındadır Manet. Frengi ve romatizma hastasıdır; yakında kısmen felç olacağını, bir ayağının kangren olup kesileceğini, bir yıl sonra öleceğini bilmez. Yine de belki onu giderek daha fazla zorlayan bedenine, belki de Hotel de Ville’in duvarlarını, şehri yeni yeni hâkimiyetine alan çelik, dövme demir ve çimentoyu resmeden murallerle bezeme teklifini geri çeviren Paris Belediyesi’ne inat, görünüşte fazla duygusal, handiyse banal bir konuya yönelir.

Manet’nin döneminin Folies-Bergère’i tam sınırda duran bir yerdir. Müşterilerine, bir ihtimal olarak şehveti sunar. Kadın ve erkek orospular kalabalığın içinde gezinirken, “cancan” yapan dansçı kızlar, kısacık eteklerinin altında, bacaklarını havaya diktiklerinde yükselen nidaları haklı kılacak şekilde çırılçıplaktır. Şehrin kerhanelerine yakındır Folies-Bergère ama bir kerhane değildir; kalburüstü Parislileri kendine çeker; nice saygıdeğer beyefendi ve hanımefendi burada görülmekten yüksünmeden gelip etrafı süzerek içki içer, şovu seyreder, konuşur, gülüşür ve içleri makûl miktarda kamaştığında başka ihtimallerin peşinde geceye karışırlar.

Un bar aux Folies-Bergère’e bütün bunlara sırtımızı dönerek bakarız. İki elini bara dayamış, hafifçe bize doğru eğilen genç kadının arkasındaki aynaya akseden kalabalığın işveli uğultusunu işitsek bile aldırmayız. Kadın, az önce yaptığımız teklifi kısık sesli bir hüzünle geri çevirmeye hazırlanırcasına bize dikmiştir gözlerini. Folies-Bergère’in ortasında, iki kişilik sonsuz bir andır bu. Kendi içinden yeni bir hayat doğurabilecekmişçesine vaatkâr, biz gözlerimizi kadının gözlerinden ayırmadıkça ihtimallere gebe kalacağını sezdiren bir an. Onun kadife ceketinin sırtını nasıl sardığını, belinden kalçalarına doğru nasıl kabararak indiğini, kulaklarının arkasına ittiği saçlarının ensesinde nasıl toplandığını merak etmesek, aynaya da bakmayız belki… Ama merak ederiz. Bakarız. Görürüz: Fötr şapkalı, pos bıyıklı, gizemli bir genç adam, ona doğru eğilen kadının gözlerini kendinde tutmakta, alacağı menfi cevabı bilircesine kırılgan, sanki kolay vazgeçmeyecekmiş gibi de ısrarcı bakmaktadır.


O adamla ilgili tek şey biliriz: O, bir başkasıdır. Ve bu barın önünde, bu kadının karşısında biz durduğumuz sürece, onun orada durmaması gerekir. Biz varsak, başkasının olmaması gerekir.


SENNETT'I NE KADAR TANIYORUZ


Şanslıyız. Türkçe yayıncılığın içinden kimi geçirip kimi tutacağı pek belli olmayan tercüme süzgeci, Richard Sennett’a hakkını veriyor zira. 1943 Chicago doğumlu sosyologun, The Corrosion of Character (Karakter Aşınması), Respect (Saygı), Authority (Otorite), The Fall of Public Man (Kamusal İnsanın Çöküşü) gibi çoğu önemli kitabı Ayrıntı’dan, şehir hayatı konusunda bence bir başyapıt olan Flesh and Stone: The Body and the City in Western Civilization (Ten ve Taş: Batı Uygarlığında Beden ve Şehir) ise Metis’ten yayımlandı. Yine de, bu diyarda Sennett’ın kadrini tam olarak bildiğimizden, onun insana bakma biçimlerini çoğaltan perspektifinden yeterince yararlanabildiğimizden pek emin değilim.




Akademik kariyeri gereği New York ve Londra’da yaşayan bir yazar Sennett; Avrupa’nın şehirleşme tarihine, üretim ilişkilerinin yanı sıra edebiyatın, müziğin ve resmin içinden bakmayı seviyor; her kitabında, kitabın sınırlarını ziyadesiyle aşan bir okuma evreni açıyor önünüzde, okurken aklınıza binbir fikir getiren ışıklı bir tünelden geçiyorsunuz. Dahası Sennett, okurlarının meramımı hemen anlayacağı üzere, yeri insanın ayağının altından kaydıran tecrübeleri makbul sayan bir adam. Ben, sırf bu yüzden bile sevebilirdim onu. Yönünü yitirmenin bir nevi nimet olduğuna inanıyorum çünkü, kaybolmanın bizi var ettiğine inanıyorum. Sennett’ın 2011 sonunda yayımlanan kitabını da zaten kimlik ve aidiyet üzerine düşündürürken, yönünü yitirmenin insanın kendini bulmasında nasıl temel bir rol oynadığını hatırlattığı için de seçtim.

The Foreigner: Two Essays in Exile (Yabancı: Sürgün Üzerine İki Deneme), adı üstünde, birbirini tamamlayan iki denemeden oluşan yüz sayfalık bir kitapçık. Beni Manet’nin aynasının önüne sürükleyen, kitabın ikinci denemesiydi. Sennett’a “Aynaya bakıyorum ve kendim olmayan birini görüyorum” dedirten Un bar aux Folies-Bergère’e döneceğim. Ama önce, Avrupa yayın dünyasının az bilinen cevheri Notting Hill Editions için bir parantez...


SANAL ORTAMDA HAKİKİ DENEMELER

Hepsi incecik “Notting Hill” kitaplarının, hepsi bez ciltli, hepsi de parlak zihinlerin ürünü. Londra merkezli yayınevi, kendine “Denemenin Yuvası” diyor ve bu türün daha kolay erişilir, daha yaygın tüketilir olmasında hakikaten müthiş bir rol oynuyor. Ama Notting Hill’in “deneyenlere” ve “deneyenleri sevenlere” katkısı bundan ibaret değil. Yayınevinin birkaç asrı kucaklayan sanal bir deneme kütüphanesi (Essay Library) var. Titizlikle seçilmiş yüz kadar yazıya yer veren kütüphane sizi Marx’tan David Sedaris’e, Arendt’ten Cynthia Ozick’e, D.H. Lawrence’dan Stephen Jay Gould’a açılan bir âlemde gezdiriyor; orada hem istediğiniz denemeleri okuyabiliyor, hem de ardından neleri okuyabileceğiniz konusunda tavsiye alıyorsunuz. Adresi kolay: www.nottinghilleditions.com/essay-library


VENEDİKTEKİ YAHUDİ GETTOSUNDA...

“Zaman iyileştirir mi?” Sennett’ın ilk denemesini bu soruyla okudum ben. Sennett bunu sormuyor halbuki. Soran, Claude Chabrol. 2010’da ölen Fransız yönetmenin 2003’te çektiği La Fleur du Mal (Şer Çiçeği) üzerine bir konuşmasını dinliyordum. Filmde, cinayet, ensest ve ihanetle dokunmuş bir hafızadan malul bir Fransız burjuva ailesi vardı; onların geçmişle ilişkisi sordurmuştu soruyu. Ve filmin hikâyesinden yola çıkarak, “Zaman hiçbir şeyi değiştirmez” diye cevaplıyordu Chabrol; bir karakterine “Şimdiki zaman sonsuzdur” dedirtiyordu hatta.

Sennett, “The Jewish Getto in Venice: Exiles Make a Home” (Venedik’teki Yahudi Gettosu: Sürgünler Ev Kuruyor) başlıklı denemesinde, kitabın asıl meselesi olan “yabancılık” haline, on ikinci asırdan on yedinci asra uzanan bir zaman diliminde Venedik’e bakarak cevap arıyor. Kimlikler ve haklar nasıl oluştu, nasıl perçinlendi? Bu sorulara odaklanan anlatının içinde, Rönesans Venedik’indeki yerleşik “yabancılar”, Almanlar, Dalmaçyalılar, Türkler, Yahudiler arasında dolaşıyorsunuz.

O sırada Venedik, mesela I. Elizabeth’in tahtta oturduğu İngiltere’den farklı olarak, söze ve sözleşmeye her şeyin üzerinde değer veriyor; toplumsal hayatın ve bireysel hakların temelini “sözün senet olduğu” bir düzene dayandırıyor. İngiltere’de bireylere sözleşme yapma hakkını önce devletin vermesi şart ve devlet bu hakkı, aynı idari bütünün (Commonwealth) parçası olan, ortak bir coğrafyayı, siyasi kimliği ve -Reform’dan sonra da- aynı dini paylaşan insanlarla sınırlı tutuyor. Venedik’te ise “yabancılar” dahil herkes, kendini sözle bağlayan bir ticari taahhüt altına girdiği andan itibaren hukukun parçası oluyor; haklar sözleşmeden doğuyor. Bu haklardan en temel olanı da zaten sözleşme yapabilme özgürlüğü, yani ifade özgürlüğü.

Bununla birlikte, Venedik şehir idaresi herkesi “yerli yerinde” seviyor. “Venedikli” olmayan yabancıların hakları “söz” kadar “mahal”den de kaynaklı; bir Türk, Türk Mahallesi’nde durduğu, bir Yahudi, Yahudi gettosundan çıkmadığı sürece, şehir onu her türlü saldırıya karşı koruyor. Sonuçta, toplumsal tarihin en derin ironilerinden birini üretiyor Venedik; başta Yahudiler olmak üzere, birçok “yabancı” halk, gettolaşmanın müspet bir şey olduğuna, gettonun “hakiki” bir camia, “organik” bir mekân, nerdeyse bir erdem, bir yuva oluşturduğuna inanmaya başlıyor.

Venedik Taciri’ne atıflarla, başını Shylock’un yer yer trajikomik hikâyesinden de içeri uzatarak yazan Sennett, Shakespeare’in Yahudiliği “ırksal” hatta “kültürel” bir kimlik olarak kabullenmeksizin, kılık kıyafetle sınırlı algılamasına özel vurgu yapıyor. Sözün senet olduğu bir yerde ahlakla hak arasında başgösteren çatışmayı, Shylock’un insan bedeninin evrenselliğini hatırlatan o çok meşhur tiradındaki gibi ırktan azade görmemiz gerekmez mi: “Yahudi’nin gözleri yok mu? Yahudi’nin elleri, âzâları, duyuları, sevgileri, arzuları yok mu?.. Bizi gıdıklarsanız gülmez miyiz acaba? Bizi yaralarsanız akmıyor mu kanımız? Bizi zehirlerseniz çıkmıyor mu canımız? Ya siz bize haksızlık ederseniz biz hıncımızı almaz mıyız?”

Sennett ise sadece inşa edilmiş bir kavram olarak “yabancı” üzerine değil, getto kapılarının iki ayrı tarafında durma tercihinin farklı sonuçları üzerine de düşündürüyor sizi: “Gettolaşmaya başkaldıran Yahudiler, köklerinden sökülüp atılmış bir hayatın sefaletini yaşadılar; gettolaşmayı kabul eden Yahudiler ise tam da bu köklülüğün sefaletine katlandı.” Sennett, sözünü bağlarken Venedik kapitalizminin Yahudilere sağladığı hakların “meşrulaştırıcı” değil “hoşgören” haklar olduğunu da not düşüyor. “Yabancı”yı hoşgördüğünde dahi, onun varlığına ve haklarına evrensel meşruiyet atfetmeyen bir sistem bu. Ve bu sistemin, emsallerini günümüzde de gördüğümüz özü var oldukça, zamanın hiçbir şeyi iyileştirmeyeceğini anlıyorsunuz. Venedik’teki Yahudi Gettosu’nun beş asırlık hikâyesinden bugüne “sonsuz bir şimdiki zaman” mesajı kalıyor.


FARKIN FARKINA VARMANIN İKİ AYRI SONUCU

Sennett, Manet’nin tablosuna, yani on dokuzuncu asrın son çeyreğinin Paris’ine, zihninde bu mesajla vardırıyor okuru. “Yabancı” başlıklı ikinci deneme, ulus-devletin inşa sürecini, yani kimliklerin yeni bir siyasi iktidar kaynağı olarak yeniden tarif edilmesini anlatıyor. Konuya Manet’nin aynasından girmek ise, ressamın optik bir imkânsızlıktan yola çıkarak oynadığı oyun üzerine düşünen Sennett için, dönemin hükmünü vermeyi kolaylaştırıyor.
Manet’nin, bardaki kadınla tuvalin önünde dikilen izleyici arasında kurduğu ilişki, gözlerimiz biraz sağa kaydığında, “aynada kendimizden başka birini; fötr şapkalı, pos bıyıklı bir yabancıyı görme ihtimali” ile baş başa bırakıyor bizi. Ve “Manet bir filozof olsaydı,” diyor Sennett, “resminin gerçek meselesini şöyle tarif ederdi: Yerinde duran şeylerin sağlamlığı, tıpkı yerinden edilmemiş benliklerin sağlamlığı gibi, pekâlâ yanılsamaların en büyüğü olabilir.”

Bu noktadan sonra, artık 1840’ların Paris’inde, yerin ayağınızın altından her an kayabileceğini hissederek yürüyorsunuz. Sokaklar sizin gibi “yabancılarla” dolu; Polonyalılar, Bohemyalılar, İtalyan siyasi göçmenler, Yunan kıyılarından kopup gelmiş denizciler. Fransa kollarını açıyor gelenlere; üniversite “yabancıları” kabul ediyor; kendi de Polonyalı olan Chopin göçmenlerin hayrına konserler veriyor; Paris tersanelerinde, “dayanışma” adına Yunan işçi tulumlarını giyiyor herkes. Sennett ise bu sahneye bakarken, “zenofobik” bir halk olarak tarif ettiği Fransızların kendi diyarlarında zulme uğramış “yabancıları” kucaklamasındaki ironiyi yakalıyor hemen; bugün hâlâ geçerli bir imge bir buçuk asır öncesinin Paris’inde olgunlaşıyor ilk kez: “Yabancı, tanım gereği ıstırap çeken biridir… Milliyetçilik, kendi milletinden kopanları, kolu bacağı kesilmiş cerrahi hastalar gibi gösterir bize.”

Derken, 1848 Devrimi’nde olan oluyor; devrimci milliyetçiler “siyasi bir metin olarak millet” fikrini çürütmek uğruna, kendine has geleneği, ahlakı, folkloru, yemeği, dansı, lehçeleri, duaları olan bir varlık olarak tanımlıyorlar “millet”i. Bir an “ne var bunda” diyecek gibi olsanız da, Sennett sizi başıboş bırakmıyor: Milleti, tektip bir kültürel ortaklık olarak tanımladıktan sonra, o ortaklığa bir de toprak bulunduğunu hatırlatıyor; çok geçmeden “toprak kimlikle özdeş” bir hal alıyor; siz Venedik’teki yabancıların “mahalden kaynaklı haklarını” düşünürken, bir de kulak kabartıyorsunuz ki, Paris’in tersanelerinde, köprülerinde, kafelerinde “kutsal vatan toprağı” ve “yüce millet kimliği” diye konuşmaya başlamış insanlar.

Sennett ise birazdan, “modern devletin, antropolojik erdemleri sermaye yapmasına” getirecek sözü; “devlet kurumları, sorunlu ve daima tartışılması gerekecek birer inşa olarak algılanmak yerine, milli güdülerin birer tezahürü olarak meşrulaştırılabilecek böylece.” Ulus-devlet kendi sonsuz şimdiki zamanını kuracak.

“Yabancı”nın ikinci yarısında, işte tam da böyle bir ortamda “yabancı” kalmayı, yani bir millete ait, bir devlete tabi olmamayı seçmenin nasıl zor bir tercih olduğunu, bunu seçenlerin hikâyeleriyle anlatıyor Sennett. Okurken, “farklarımızı fark ettiğimizde” ne olduğunu düşündüm ben. On sekizinci asırda Voltaire, yemeye korktuğumuz yiyecekleri yiyip de ölmeyen, aksine onlardan büyük lezzet alanları gördüğümüzde, kendi kabullerimizi sorgulamamızı istemişti bizden; farklı değerlerin farkına varmak daha kozmopolit kılmalıydı bizi; Sennett’ın yazdığı gibi, “yasak olandan tatma arzumuzu kamçılamalıydı.” Voltaire’den hepi topu çeyrek asır sonra ölen Herder ise, ulus-devletin yaklaşan gazabını öngörmüştü: “Farklılık algısı, kendilerini ait hissedebilecekleri ortak bir beşeriyet olmadığı fikrini besleyip, insanları daha etnosantrik kılabilir.” Esasen bir korkunun erken teşhisiydi bu; aidiyeti ve ayniyeti yitirme korkusu, aynaya bakınca ötekini görme korkusu.

Sennett, kendini bu korkudan kurtarabilenleri yazarken, Rusya’dan ayrı kalmayı seçen sosyalist yazar Alexander Herzen gibilerinin “yerinden edilmişlik duygusuyla özgürleştiklerini” anlatıyor. Özgürleşmek için, “insanın kendini ve başkalarını, kültürel birer tip olarak değil, ayrı ayrı somut ve nevi şahsına münhasır insanlar olarak yeniden düşünebilmesi” gerektiğini söylüyor. Aynanın karşısına geçmeliyiz belki de; imkânsız görüneni zihnimizde mümkün kılmayı denemeliyiz.



Yasemin Çongar
ycongar@mac.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder