8 Ağustos 2012 Çarşamba

Saatler

    Ey uyum, koku, ışık –ey tek ecem, kuluna
    Şu evreni çekilir, vakti hafif kıl, yeter.
C. Baudelaire

Bankalar Caddesi’ndeki Komado Merdivenleri’nin üçüncü basamağında dikilmiş çevreyi seyredip sigara içerek ne kadar zaman geçirdiğimi kestiremiyorum. Bir gün; bir ay; bir yıl… Yıllarca mı yoksa? Zamanı kaybetmiş durumdayım. Sadece devinimleri fark edebiliyorum. Bu da bana yalnızca zamanın bir şekilde geçtiğini bilmemde yardımcı oluyor. Fakat, dediğim gibi, zamanımı kaybettiğim için çevremdeki devinimlerle vakti ölçmem mümkün olmuyor. Bir de benimle birlikte, merdivenlerin on üçüncü basamağında siyah kürk mantosuna sarınmış, soğuk havada ağzından sigara içiyormuş gibi çıkan beyaz nefesini seyreden bir kadın var. O da kaybolmuş zamanımın içinde tıpkı benim gibi hareketsiz bekliyor. Her gündoğumunda ve batımında merdivenleri inip çıkan kel ve orta yaşlı beyefendiyi ve merdivenlerin önünden geçen valizli genci de eklemeliyim sanırım hikâyeye. Sefil düştüğüm o günden beri onların zamanını yaşadığımı itiraf etmeliyim.
Taşradan, bir sahil kentinden gelmiştim İstanbul’a, o sefil günü yaşayacağımı aklımın en ücra köşesinden dahi geçirmeden. Ruhumu kıvrım kıvrım eden, bir spiral gibi iç içe büken o taşralı hayatından, ilişkilerin arasındaki sınırların muğlaklaştığı ailelerden, gürültülü motosikletlere binip hep aynı kafelerde bilardo oynayarak küfürleşen taşralı gençlerden kaçmaktı niyetim. Yeryüzünün unutulmuş bir köşesinde yaşıyor olmanın verdiği utanç benzeri karmaşık bir duygu taşıyordum ruhumun gizli-saklı yerlerinde. Bu yönümle dedeme çektiğimi söyleyebilirim. Hayatını dünyayı liman liman gezerek geçiren bir adamın kaptanlık genlerine ailede bir tek ben sahiptim sanırım. Bu nedenle, dedemin beşinci yaş günümde hediye ettiği masa saatimi de alıp İstanbul’a gelmiştim. Denizlere açılacaktım. Fakat hiç de tahmin etmediğim o talihsizlik başıma geldi.
Bankalar Caddesi’ndeki bir deniz ticaret şirketinin yazıhanesine doğru Komado Merdivenleri’ni inerken sondan üçüncü basamakta durup soluklandım. İradedışı bir hareketle çantamı yere bırakıp cebimdeki Maltepe sigarasına uzattım elimi. Her şey o an oldu. Yırtık pırtık döküntülerin içindeki pis ve zavallı bir çocuk, ayaklarımın ucunda durmakta olan çantamı kaptığı gibi koşarak gözden kayboldu. Elim sigara paketinin şeffaf naylonunun üzerinde, öylece kalakaldım yerimde. Çanta bir nebze olsun umurumda değildi. Fakat masa saatim… Tüm hayatını bir saatin tik takları üzerine kurmuş insanların, ‘tik’ten sonraki anlamlı bir devama, ‘tak’a olan ihtiyaçlarının derin yaralar aldığı bir andır saatsiz kalmak. Zamansız kalmak demektir bu.
O andan bu yana, süreki ağırlığını hissettiğim zamanın bir anda hafiflemesiyle düştüğüm derin boşlukta yaşıyorum. Hayır, saati benim bir efendimmiş gibi algılamanızı istemem. O, daha çok bir baba gibiydi bana. Benim iyiliğimi düşündüğü için yapmam gerekenleri şefkatle hatırlatan bir baba. Fakat halen bir köleymişim gibi bakıyorsunuz bana değil mi? Bunu hiç tavsiye etmem. Bu bakış açınız sizi, kendinizi de bir köle konumuna sokar, hatırlatmak isterim. Haydi, siz de kaybedin saatinizi, ya da bir kenara bırakın ve o zaman anlayacaksınız beni.
İşte böylesi bir zamansızlığın içinde, merkezden uzak, bu ücra ülkenin, Komado Merdivenleri’nin üçüncü basamağında zamansız, devinimsiz bir halde, tüm uygar insanlar gibi benim de karşı koyamayacağım bir hafiflikle kalakalmıştım. Zamanı kaybedince uzam da elimden kayıp gidiyormuş gibi hissediyordum. Deniz canlılarının, okyanusun dibinde, sanki boşlukta salınıyormuş gibi yüzüşüne benzer bir ruh hali içerisindeydim.
Bir de benimle birlikte, merdivenlerin on üçüncü basamağında siyah kürk mantosuna sarınmış, soğuk havada ağzından sigara içiyormuş gibi çıkan beyaz nefesini seyreden bir kadın var. O da kaybolmuş zamanımın içinde tıpkı benim gibi devinimsiz bekliyor. Her gün doğumunda ve batımında merdivenleri inip çıkan kel ve orta yaşlı beyefendiden ve merdivenlerin önünden geçen valizli gençten de bahsederek bitirmeliyim hikâyeyi. Sefil düştüğüm o günden beri onların zamanını yaşadığımı itiraf etmeliyim.


Bu öykü, Henri Cartier Bresson'un İstanbul'da çektiği 1961 tarihli fotoğrafı ilham alınarak yazılmıştır.

Fenora

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder