27 Mayıs 2019 Pazartesi

'Homo Sapiens’in Son Durağı: Dijital Aşk'



Mimar ve ressam Turgut Ersavaş'ın 'Dijital Aşk: Homo Sapiens’in Son Durağı' isimli kişisel sergisi 28 Haziran'a kadar Beyoğlu'ndaki Tünel Sanat Galerisi'nde...
Sanatçı Turgut Ersavaş'ın 'Dijital Aşk: Homo Sapiens’in Son Durağı' isimli sergisi, iki bölümden oluşuyor:
Ersavaş, birinci bölümde, 'big bang'den sonra, günümüzden milyonlarca yıl önce, ilk defa Doğu Afrika'da ortaya çıkan avcı-toplayıcı gruplardan, çağımızın yapay zekâlı insansı robotlarına ve belki de gelecek yüzyıllarda, Homo Sapiens'in Mars'a uzanacak serüvenini kendine özgü yorumuyla sanatseverlere sunuyor.
2000'li yıllardan bu yana, bilimsel ve teknolojik alandaki yeni ve sıradışı buluşlar ve bu gelişmelerin insanlar ve dünyamız üzerindeki etkileri üzerindeki araştırmalarla yakından ilgilenen ve özellikle tarihçi Yuval Noah Harari ve fizik profesörü Stephen Hawking'in çalışmalarını takip eden sanatçı Ersavaş, konuyla ilgili ilk tablosunu (Dijital Duygular) 2002 yılında yapmıştı.
Serginin ikinci bölümüne gelindiğinde ise, Ersavaş'ın, Homo Sapiens'in yine kendisine, toplumuna ve yaşadığı ekosisteme, bilimsel gelişmelerin bilinçsiz kullanımıyla nasıl zarar verdiğini ele aldığı görülüyor.
Sanatseverler, Ersavaş'ın 'Dijital Aşk: Homo Sapiens’in Son Durağı' isimli kişisel sergisini, pazar, pazartesi ve resmi günler hariç her gün 10.00-19.00 saatleri arasında gezebilirler.
Yer: Ziraat Bankası Tünel Sanat Galerisi
Tarih: 11 Haziran 2019, Salı, Saat: 18.00-20.00
Adres: Asmalı Mescit Mahallesi, Müeyyet Sk. No:1, Tünel / Beyoğlu - İstanbul
Telefon: (0212) 251 42 48

26 Mayıs 2019 Pazar

Zamanı durduran tarifsiz duygu: Aşk



Var olma duygusuyla elini uzatmalıydı aşka. Cesaretini ürkek yüreğiyle ve yorgun bedeniyle toplamalıydı. Mutluluk tohumları ekmeliydi ruhunun derinliklerine. Çok kırgındı, acılıydı. İnsanlara ve kötülüklere kızgındı, çaresizdi.
Kırgınlıklarına, acılara merhem olmalıydı aşk. Sarıp sarmalamalıydı kötü anıları. Üzerindeki ışığıyla tesir etmeliydi. Mezarına doğan güneş ışığı oydu. Yaşarken öldürmüştü kendini. Sevgiye, aşka inanmamak, ölmek demekti.
Toprağın kokusu sinmişti üzerine. Bu eşsiz koku, aşk kokusuyla eşdeğerdi. İnzivaya çekmişti bedenini. Ruhunu ise özgür bırakmıştı. Belki bu yeraltı sarayından kaçıp kurtulabilirdi. Yerin altı dipsiz kuyu, kör karanlıktı.
Aşkın ışığı gözünü kamaştırmıştı. İşte gelmişti aşk! Toprağın son çıkışında, ışık huzmelerini saçmıştı yüzüne. Aydınlanmıştı ışığıyla bir kere. Korkmuyordu artık. Zamanları ve mekânları farklıydı; ama kalplerinin ritimleri aynıydı. Acılardan güçsüz kalmış bedenini ayakta tutan tek şey de kalbinin ritmiydi.
Aşk, zamanı durduran kutsal ve tarifsiz bir duyguydu! Kalpleri aynı anda çarptıran, sihirli bir ritimdi.


(Elif Çelik / Edebiyat Postası)

'Marx İstanbul’da' oyunu yeniden sahnede



Semih Çelenk'in uyarlayıp yönettiği Marx İstanbul'da oyunu 30 Mayıs'ta Almanya'da Berlin Tiyatrom'da, 14 Haziran'da ise Ankara Sanat Tiyatrosu'nda sahnelenecek.

Tiyatroevi'nin, Howard Zinn'in 1999 yılında yazdığı Marx in Soho adlı oyunundan, Semih Çelenk'in uyarlayıp yönettiği Marx İstanbul'da oyunu, 30 Mayıs Almanya'da, Berlin Tiyatrom'da ve 14 Haziran'da Ankara Sanat Tiyatrosu'nda sahnelenecek.
Çağımıza yön veren en önemli düşünürlerden biri olan Karl Marks'ın hayatı ve düşünceleri, bir zaman yolculuğundan geçerek sahneye taşınıyor. Oyunda, öldükten sonra hakkında yapılan spekülasyonlardan, fikirlerinin yanlış anlaşılmasından şikâyetçi olan Karl Marks, öte dünyadan gelip bu yanlış anlamaları ve spekülasyonları düzeltmek istiyor.
Tiyatroevi, Howard Zinn'in 1999 yılında yazdığı Marx in Soho adlı oyunundan Semih Çelenk'in uyarlayıp yönettiği Marx İstanbul'da oyununu, Karl Marks'ın 201'inci doğum yıldönümünde 5 Mayıs'ta sahnelemişti.

2009 yılında yitirdiğimiz Amerikalı Marksist tarihçi Howard Zinn, Marks hakkındaki spekülasyonları ve yanlış anlamaları düzeltmek için bir kurgu yapar. Marks, ölmeden önce yaşadığı yere, Londra Soho'ya gelmek ister, fakat öte dünya bürokrasisi yüzünden New York Soho'ya yollanır ve o da Amerika üzerinden günümüz dünyasının, ekonomi-politik eleştirisini yapar.

SEMİH ÇELENK: "MARKS BUGÜNÜN TÜRKİYE'SİNDEN BAKACAK"

Oyunun yönetmeni Semih Çelenk ise, Marks'ı İstanbul’a getiriyor. Çelenk, öte dünya bürokrasisinin Marks'ın dilekçesini yanlış anlayarak, onu Beyoğlu'ndaki Soho adlı bir eğlence kulübüne göndermesini, uyarlamasının çıkış noktası olarak aldığını söyleyerek, "Marks bugünün Türkiye'sinden ekonomi politiğe, işsizliğe, yoksulluğa, küreselleşmeye bakıyor. Kendi ağzından kendi güncellemesini İstanbul'da, İstiklal Caddesi'nde kalabalığa oynayarak yapıyor" diyor.

BAŞROL OYUNCUSU HAMİT DEMİR: "TARİHSEL BİR KİŞİLİK OLMASAYDI OYNAMASI KOLAY OLURDU"

Oyunda Karl Marks rolünü üstlenen Hamit Demir de, Marks gibi tarihsel bir kişiliği hem kendi gerçekliğiyle, hem de bir fantastik hikâyenin kahramanı olarak Türkiye'de canlandırmanın birçok zorluğu bir arada barındırdığını belirterek, "Bu rol, sadece tarihsel bir kişilik olsaydı, oynaması daha kolay olurdu hiç kuşkusuz. Ama hem kendi gerçekliğinde ve hem de bir fantastik hikâye içinde varsayımsal bir rol kişisi olarak düşünüyoruz. Bu zor bir iş. Üstelik bunu, bir de parodiye kaçmadan, ciddi bir mizah içinde başarabilmek gerekiyor" diyor.

Marx İstanbul'da, 30 Mayıs Almanya'da Berlin Tiyatrom'da ve 14 Haziran'da Ankara Sanat Tiyatrosu'nda sahnelenecek.

OYUNUN KÜNYESİ

Yazan: Howard Zinn
Uyarlayan ve Yöneten: Semih Çelenk
Oynayan: Hamit Demir
Özgün Metin Çevirisi: Özüm Özgülgen (Marx in Soho)
Danışman: Prof. Dr. İzzettin Önder
Sahne Tasarımı: Cemre Gülveren
Işık Tasarımı: Emrah Sürücü
Fotoğraflar ve Afiş: Dilek Keleş
Grafitti Tasarım ve Uygulama: Tunç Dindaş
Yönetmen Yardımcıları: Reyhan Yücel- Ali Dündar
Yapım Koordinatörü: Dilek Keleş
Yapım Ekibi: Hale Üstün-Pınar Gürbüz - Meryem Ateş
Yapım: Tiyatroevi 2019

Rap pa [Öykü]



Kadın, uyuşukça kendi toparlanışını izliyor. Beyaz gömleğini kaldırıyor gözleri ile aynı hizaya, katlıyor. Ütü sorunu olmayan bir hayatın düzenli dağınıklığına gülümseyerek katılıyor. Alışıyor, alıştıkça mutluluğu büyüyor. Annesi görse, sorumsuz bir hayat bu, derdi, oysa kendini dinlemek istiyor sadece. Uzun süreli bir dinlenme olmalıydı bu. Tek başına yapmak istediği ama yapamadığı her şeyi yapabilmenin tam zamanıydı.
Eskiciden aldığı tahta bavulunun içine koyuyor gömleğini. Süslerin ve pahalı olan her şeyin yerini muhakkak bir gün sade ve antika olanlar alacaktı. Tahta bavulun en üstüne de kurşunkalemini koyuyor ve kapağını kapatıyor. Bir iç çekiş ile. Kapatmak... Bir kitabı, defteri, dizüstü bilgisayarı, toplumun getirdiklerini... Annesinin ısrarla "yap" dediklerini ama yapmak istemediği her şeyi. Üzen, bıktıran ve yıpratan her şeyi kapatmak... Kadın annesini seviyordu, kendi hatalarını da seviyordu. Ama bazı zoraki olan şeyleri içinden sevmek gelmiyordu. Kadın'ın huyu yaşından küçüktü belki. Hayalleri değildi. Artık değildi. Her an kopabilir gibi duran, bavulun sapını tutuyor. Topuklu ayakkabılarından "rap pa, rap pa" seslerini çıkartarak odasından çıkıyor. Hiç kimse olarak geldiği bu otelden, hiç kimse olarak ve hiç kimsesizce çıkıp gidiyor. Ve ona tanıdık gelen tek ses, kadını hiç terk etmeyen topuklu ayakkabılarının sesi oluyor. Kadın'ın hayatına giren erkeklerin yanındayken öğrenip şarkı yaptıkları bu topukların sesi...
Merdivenlerden sarsılarak iniyor. Merdivenler bitmiyor, hep başa sarar gibi basıyor basamaklara. 'Penrose merdivenleri' diye düşünüyor ve daha önce Penrose merdivenlerini neye benzettiğini hatırlamaya çalışıyor. 'İlerledikçe aynı yerlerden geçiyoruz' diye düşünüyor. İlerlemiyoruz, diyor kısık sesle. Sadece harcanan çaba ilerlediğini düşündürüyordu. 'Sonsuza kadar mı' sorusu ile tanıştığında ise kendini bu otelde bulmuştu. Bu basamaklara benzer hislerle basanlar olsa da hislerin sahibi tanışmadıkça, kaygılar benzese de ortak bir umut taşınmazmış. Toplumun gerektirdikleri buna karşı çıksa da kişinin bireyselleşmesi için tüm gücü ile yalnızlaştırsa da, bu böyleymiş işte.
Son basamak. Çıkış kapısı ve kadın sokakta. Hiç böyle hislerle ve bu denli kimsesiz çıkmamıştı bir otelden, hiç kimsesizce. Rap pa, rap pa. Bir yerlere yetişmeye çalışırken yüzlerinin arkasına duygularını gizlemiş insan kalabalığı ile çarpışıyor. Bir iz bırakmak istiyor onlara. Onlar da görsünler diye. Onlar da onun gibi anlasınlar diye. Sonra yine adımları ile eziyor asfaltı. Sokağın sağ tarafında çam ağaçları, sıra sıra dizili. Ağaçların altında bir sürü kedi. Mutlu ve mırlayan kediler. Sokağın sol tarafında ise, marketler ile tekeller yan yana. Giyim dükkânları, kapalı müze, eski bir terzi, kahvehane ve kafeler, soğuk renkli evler ve değişimi hatırlatayım derken sapı kopan bavul, etrafa saçılan iç çamaşırları, beyaz gömleği, etekleri, kurşunkalemi ve sokağın sağından gelen keman sesi. Hepsi sokağın ortasında, herkesin gözlerinin önünde. Kemanın sesi... Rap pa, rap pa, rap. Küt siyah saçlı, zayıf ve uzun bir adam. İndirilmiş gözkapakları. İçinde hayallere daldığı belli, hayallerinde yalnız olmadığı gibi. Adamın önünde keman çantası, çantanın içinde büyük yazılı beyaz kâğıt. Mr. & Miss Nuwanda. Adamın omzunda keman, kemanın ve adamın gözleri dans eden Nuwanda’yı izliyor. Beline kadar uzun ve bedenini saran dalgalı kahverengi saçları, saçları ile aynı ritmi tutan dolgun ve kuru dudakları... Esmer teninde beyaz bir gömlek, kahverengi bir etek, kemanın sesi ile kirlenen esmer ayakları, ayaklarına batan yeryüzü ve ince uzun hareketsiz parmaklarının arasında savaş boyu sönmeyen meşale gibi yanan bir sigara. Kemancı Nuwanda için dans ediyor, kediler ise dağılmış bavulunu unutan Kadın'la beraber manzarayı izliyor. Büyüleniyorlar. Dansçı Nuwanda, Kadın'ın etrafında dönmeye, omuzlarına dokunmaya ve gülümsemeye başlıyor. Toplumun getirdiklerinden uzaklaşırken duyduğu kaygıyı hissediyor yine Kadın. Yeniden uzaklaşması gerekiyor sanki. Uzaklaştıkça başa dönecek gibi ama tanımasa da sadece hissettiği o güçlü kimse onun bu sefer gitmesine izin vermiyor. Kemanın sesi yükseliyor. Destination on course. İmkânsıza dokunur gibi duyuyor kulakları. Dansçı ve kemancı aynı bilgiçlikle selamlaşıyorlar. Daha önceden birbirlerini tanıyan iki yabancılar sanki. Birbirlerini yeni fark etmiş gibi. O selamdaki gizem ile Kadın'ın ayakkabıları ayağından çıkıveriyor. Yeryüzünü ezen biri daha doğuyor böylece. Kirleniyor tüm sadeliğiyle, Dansçı ile bir uyuma yürür gibi yakınlaşıyorlar. Kolları bedeninden bağımsız hale geliyor. Savruluyorlar. Kemancı daha istekli çalıyor. Sokak ise, yeryüzünün saygı duyduğu bir sokak olarak ısınmaya başlamıştı. Kediler sevinçlerini şaşkınlıkla paylaşıyorlar. Sokaktaki insanlar çoğalıyor. Yerdeki çamaşırları izliyor birçoğu. Yerdekilere çok da net bakmıyorlar aslında.
Kadın'ın gözleri Kemancı gibi kapalı, vücudunun ritmi ise dansçı ile aynı. Dökülen eşyaları, sapı kırık bavulu aklından çıkıyor. Sadece keman sesi. Eski kaygılar, eski hüzünler olarak kalıyor geçmiş. Yarının olmayabileceğini değil, teninde hissettiği sıcaklıkla kavuştuğu huzurun tadını çıkarıyor. Penrose merdiveninin gizemi, Kadın'ın çıplak ayaklarının ezdiği yeryüzü ile çözülüyor. Kadın'ın duyulan tek kelimesi 'hayat' dediği oluyor ve gülümsüyor.

(Saadet Gadiri / Edebiyat Postası)


25 Mayıs 2019 Cumartesi

Kalbin şarkısı: 'Brida'


Hani kalbinin söylediği şarkının müziği gibi. Bir diğer yarın eksik kaldığı için, kendini tamamlayamadığın eksik parçan. Konuşamadığın her kelimenin özgürlüğü. Hissedemediğin her duygunun tarifi. Ruhunun çırılçıplak kaldığı bir hafiflik. Bedensel aşkın sınırladığı değil, ruhun yükselttiği, birbirine karıştığı, bir olduğu aşk.

Brida'nın hikâyesi, büyü öğrenme isteğiyle başlamıştı ama, büyü öğrenmek için yanına gittiği büyücünün yıllardır aradığı hazineyi yanına kadar getirdiğinden habersizdi. Büyücü onu ilk gördüğü anda, Brida'nın onun ruh eşi olduğunu anlamıştı. Sol omzunda gördüğü ışık, kendi parçasını bulmuş olduğunun kanıtıydı. Büyücü, aşkın ruhunda hayat verircesine akışını hissederken, Brida henüz bunun farkında değildi. Ama büyücüye karşı tarif edemediği bir çekim ve güven duyuyordu.

Bu güven, büyücüyle karanlık ormanda geçirdikleri ilk gecede, Brida’nın dersinin başladığı ilk günde kendini göstermişti. Brida ormanda kendini bir anda yalnız bulmuştu. Ormanın karanlık sessizliğinin hayali sesleri Brida’yı korkutmuştu ama bir süre sonra korku, yerini güvene bırakmaya başlamıştı.

"Ona güvenmeliydi. O güvenin adı da inanç'tı. İnancın ne olduğunu hiç kimse hiçbir zaman anlayamazdı, ama Brida'nın o anda yaşadığı şey işte o inançtı, zifiri karanlık gecedeki açıklanamaz, tanımlanamaz olan varlıktı."

"Karanlık gece'yi öğrendim," dedi, "Tanrı'yı aramanın bir karanlık gece olduğunu, İman'ın bir karanlık gece olduğunu öğrendim. Doğrusu buna pek de şaşırmadım; çünkü bizler için her gün bir karanlık gecedir. Hiçbirimiz bir an sonra bile ne olacağını bilemeyiz, yine de yolumuza devam ederiz. Çünkü inanırız. Çünkü iman ederiz."

Ben burayı okurken anladığım şey şu oldu: Ruhumuz kendinden olanı tanıdığı zaman, yalnızlık hissi sadece bedensel oluyor. O derin anlayış yaradana olan inancımızı duymamıza vesile oluyor. Yaradanı içimizde aradığımızda, onu her yerde görürürüz. Senin içine güneşi veren yaradan, ruhunun diğer yarısına gönlünün penceresini koymuştur. Bu iki ruh bir araya geldiğinde, birinin içine güneş doğar, diğerinin bahçesindeki çiçekler rengârenk açmaya başlar. Bu tamamlanma, bu bütünlük o kadar özeldir ki, o manzara olmak insana verilen büyük bir lütuftur. Evinde olmanın verdiği huzur ve güven gibidir.

Ay Töresi ve Güneş Töresi ritüellerini öğrenerek ruhsal yolculuğuna başlayan (onların deyimiyle cadı olmak isteyen) Brida, bu yolculuk sırasında, "Ruh-Eşi" kavramından haberdar olur. Ama bunun farkında olamayacak kadar yolun başında olduğundan, büyücüdeki kendi ışığını göremez. Yolculuğunda ilerledikçe, arındıkça gözlerindeki perde kalkar ve kendi ışığını tanımaya başlar.

Kitapta hissettirilen aşkın büyüsüne kapılmamak elde değil. Günümüzde dilden dile dolaşıp kalbe inmekten korkan bir aşkı değil, ruhani bir aşkın sonsuzluğuna götürüyor okuyucuyu. Yaradanı sevmek gibi. Varlığını göremesen de, yanında olduğunu bilmek gibi. Sesini duymasan da, kelimelerini kalbinde duymak gibi bir duyguyla dolduruyor insanın içini.

"Yalnızlık içinde geçen günlerimde sen benim umudumdun, kuşkuya kapıldığım anlarda sen benim kaygımdın, inanç anlarında sen benim kesin kararlılığımdın."

Bir solukta okunabilecek, aşka bakış açınızı genişletebilecek bir kitap Brida.

(Paulo Coelho, Brida, Can Yayınları, Nisan 2010)


(Jasmin / Edebiyat Postası)

İzdiham 39: 'İçimde biri var, ne ölüyor, ne sağ bırakıyor'


39. sayısını "Benim içimde biri var. Ne ölüyor, ne sağ bırakıyor" mottosuyla çıkaran İzdiham dergisi, yeni sayısında da yine dopdolu...

İzdiham dergisi yeni sayısıyla birlikte sinemadan müziğe, edebiyattan psikolojiye kadar birçok alanda farklı bir bakış açısı sunarak, usta ve genç yazarları bir araya getiriyor.

Sayıların peşinden değil, iyi metinlerin peşinde koşmaya devam eden İzdiham'ın 39. sayısı tüm satış noktalarında siz okuyucuları bekliyor.

Eğer siz de, "Benim içimde biri var. Ne ölüyor, ne sağ bırakıyor" diyorsanız, İzdiham'ın son sayısını mutlaka okumalısınız.