24 Ağustos 2012 Cuma

Şair Olunmaz, Şair Doğulur

Şişkonun Köşesi
Ali Nejat Y.
Eğer bazı arkadaşlar (?) eleştiri adı altında bana olan kıskançlıklarını kusmaya ara verirlerse ben de bu köşede özgün tartışmalar açabileceğim sanıyorum.
Neymiş efendim, bu ülkede yazılarında karılarından [Bercâ bu sözcüğe fitil oluyor (nedendir, anlayamıyorum, kendi halinde bir sözcük oysa.)] bahseden yeterince manyak varmış, şimdilerde bu modaymış da ben de onu yapıyormuşum, yok Serdar Turgut’u taklit ediyormuşum, mış da mış mış.
Yok, aslında sizin karılarınızdan ya da sevgililerinizden de bahsederim de can güvenliğim yok memlekette.
Neyse, aslında benim bu sayıda yazmak istediğim konu; kadim bir tartışmayı da beraberinde getiren ‘Şair doğulur mu, olunur mu?’ ifadesi.
Elbette çok şey söylendi, yazıldı çizildi bu konuda; ama olsun ben de kendi düşüncelerimi söylemek istiyorum. Ne de olsa artık benim de bir köşem var ve burda istediğimi yazabilirim, değil mi ama?
Enteresandır, ‘şair doğulur’ tezini savunanlar arasında marksist-materyalist olduğunu ilan eden şairlerimiz de var. İyi ama, şairliği kişinin yaşam tecrübesine, bilgi ve duygu birikimine değil de bir başka güce -bu tanrı da olabilir, doğa da- bağlarsak bu metafizik bir yaklaşım olmuyor mu? Bu bilge ulu çınarlara sorulduğunda mutlaka bu perhiz ve lahana turşusu arasındaki korelasyonu rasyonalize edeceklerdir, buna kuşku yok.
Şairliğin doğuştan geldiğini kabul etmek, aynı zamanda o kişinin (şairin) ayrıcalığını kabul etmek anlamına gelecek. Aynı şeyi bir başka açıdan söyleyecek olursak, şair doğulduğunu ileri sürmek -ki kendisi de şairse-, kendi ayrıcalığını, özel oluşunu ileri sürmekle aynı anlama gelmiş olacak.
Eğer bu tezi söyleyen kişi başka platformlarda da şairliğini ön plana çıkarmışsa müthiş bir ikonografik durumla karşı karşıyayız arkadaşlar. Hayır, peygamberlik ilanında falan bulunsalar gene neyse, düpedüz tanrılık iddiası bu; peygamber olsa özel olana çağırır bizi, davet eder; ama adam direkt kendisinin özel olduğunu söylüyor yahu; iyi de canım putperestlik de bir yere kadar. Siz putperestlerin önüne gelen her dümbüğü tanrı kabul ettiğini mi sanıyorsunuz. Sizin o söylediğiniz turşucu dükkânı.
Tanrının -kabul etmeyenler için doğanın- adil olduğundan söz edilir, külliyen yalandır. Neden? E baksanıza, nedense şairleri kentin en mutena semtlerinde oturan ailelerin çocuklarından seçiyor. Çocuklar daha küçük yaştan yabancı dilli (tabii daha sonradan içinde yaşadıkları toplumun dilini de öğreniyorlar yavaş yavaş), en iyi mekteplerde okuyorlar, Fransalar, İngiltereler, Amerikalar görüyorlar; tabii en önemlisi de tuzları kuru.
Hal böyle olunca, sıradan meslek sahibi insanların (marangoz, demirci, su tesisatçısı vb.) çocukları çabalasın dursunlar, nafileeee! Nafile kuzum, nafile. Olamazsın ki…
-Niye amca?
-Çünkü şair olunmaz, şair doğulur. Breh breh, söylenişi de bir hoş canım, Tanrı lafzı gibi hem de mistik bir hava taşıyor içinde. Bak, bir de sen söyle bak, imana geleceksin, hadi: ‘Şair olunmaz, şair doğulur.’ Breh breh değil mi?
Bu adamlar nedense yaşlanınca bu tür şeyler yumurtlamaya başlıyorlar, ama bizim elimizde bu yaşlılık psikozuna karşı bir ilaç var: Voltaire.
Yaşlıların abuklamalarını dikkate almamak gerekiyor yani.
Başkalarına yıllarca mertçe yaşamayı, savaşmayı öğütleyenler mertçe ölmeyi bilmiyorlar. Her yerlerinden megalomani akıyor. Kendi eserlerinin dışındakilere huysuz ihtiyarlar gibi dırdırlanıyorlar sürekli. Onlardan icazet almamışları yok sayıyorlar. Dünyayı algılamadaki yanılsamalarının içinde boğulup gidecekler ama; kurtuluş yok çünkü.
Hay allah! Kaptırdım kendimi gidiyorum yahu.
Bu ne agresiflik, değil mi canım.
Sakin olmak gerekiyor.
Sakin olmak.
Sakin olun şimdi.
Sakin.
Sşşşt!
Bakın Bercâ’dan da söz etmiyorum, hayat güzelleşiyor değil mi?
Biraz rahat bırakırsanız eğer, konuları böyle burnumdan solurcasına ele almamaya çalışırım, sanıyorum.
Herkes kendi işine baksın lütfen. Herkes kendi işine.


Şişko

Arka Bahçede Açan Mimozalar


Günler usul usul uzuyordu. Mevsim ağır ağır baharın kapısını aralıyordu inceden. Yeşil yapraklar arasında sapsarı mimozalar gördüm bir fotoğrafta. Trabzon’da bir evin arka bahçesinde boy vermiş samansarısı mimozalar. Bir süre sonra akasya ağaçları donanacak bembeyaz çiçekleriyle, sardunyalar boy verecek, menkeşeler mor mor, pembe, beyaz. Yağmurlar yağacak, gök gürültüsü kalbinin çarpıntısını bastıracak. Hayat, sana rağmen kaldığı yerden devam ediyorken sen baharın şaşkınlığıyla uzayıp gideceksin düşler boyu...

Halin arkası kadınlar pazarının altından geçen ana cadde, sağlı sollu peynir, zeytin, türlü bakliyat satan dükkânlar, ciğerciler, kasaplar, soğancılar ve bilumum kap kacak satan dükkânlarla doluydu.

Bunların yanında bir de yukardan aşağı gelirken sağda bir han vardı, akşamleyin arabacıların atlarını çektiği. Az aşağıda balıkhane. Karşıda fırınlar. Fırınların daha içerde olanı Rüştü’nün fırını. Sabahları kapısında kuyruk olurduk; peynirli, kıymalı sırasında. Çocuktuk. Ağır yükü olan ve uzağa gidecek olan at arabası kiralardı. Arabacı Mevlüt, arabacı Hüseyin, arabacı Tahsin bazılarıydı bunların. Bir de ters çevirdikleri sepetlerinin üzerinde oturan hamallar vardı. Şimdi düşünsem adlarını anımsayacağım birçok hamal. Ama ilk aklıma gelen elbette hamal Kazım olacaktı. “Hamal Kazım” demek olmaz. Hamal Kazım’ın adı “Kazım Aga” idi... En az bir metre doksan santim boyunda, iriyarı, Erol Taş kılıklı gülmez bir adamdı Kazım Aga. Onu tanıdığımda sanırım ellisini devirmişti. Kara, gülmez, aksi, lanet biriydi. Az kızsa, az üzerine varsan, aksilik yapardı. Ve bütün Trabzon’un ezbere bildiği o meşhur sözünü söylerdi çekinmeden: “Sen o temiz ağzınla benim ha bu pis götümü yiyesin!”

Kazım Aga eğer bu lafı söylemişse daha üzerine varmayacaksın. Bırak onu olduğu yerde artık. Elleşme. Diğer hamallar farzımuhal elli-altmış kilo taşıyorsa, Kazım Aga o iri cüssesiyle en az yüz kilonun altına girerdi. Gıkı çıkmadan kaldırır sepeti, dimdik yürür giderdi. Herkes misal on lira alıyorsa, o da on lira alırdı. Bu yüzden herkesin gözü Kazım Aga’yı arardı pazar yerinde. Haki renkli bir gömleği olurdu sırtında hep. Gömleğin yakasının içine fular gibi bir mendil sarardı. Askerlerden alınma olduğunu düşündüğüm bir pantolon giyerdi devamlı. Çorapsız ayaklarında her daim kara lastik.

En Son Dakika


Merhaba arkadaşlar, an itibariyle çarpıcı, sıradışı, vurucu, yıkıcı, ezici, geçici (kafiyeli oldu ama geçen bir şey yok ne yazık ki) bir durumla karşı karşıyayız. Halk arasında paniğe yol açmamak için her kanalda, her yayında vermiyoruz haberi; o yüzden az sonra söyleyeceklerimi Google’a yazmayın, çünkü bir şey bulamazsınız.

Pekâlâ, sizleri daha fazla meraklandırmadan veriyorum haberi: Dün, sanırım gece saat 03.48’de zaman aniden durdu! Açıklamak gerekirse, matematiksel olarak, dünyanın geoit şeklinden dolayı! Yani zaman durdu arkadaşlar, bu kadar basit, şu an saat hâlâ 03.48. Aslında tam zaman durduğu anda tüm saatler durmuş olsaydı, olaya bir renk gelir, film tadında bir şeyler yaşayabilirdik ama biliyorsunuz, Duracell uzun ömürlü pildir, normal karbonlu piller sürekli çalışınca zayıflar, ama Duracell alkalin pil dayanır, dayanır, dayanır... Duracell farklı pil; normal pillere benzemez, kolay tükenmez. Mesela bizim mahallede tüm ayıcıklar (Ayıcık: Oyuncak ayı nedense.) koşuya çıkıyor, bizimki hep birinci geliyor. Neden? Çünkü biz ona Duracell takıyoruz, o reklamlarda gördüğünüz mutlu ayıcık bizim. Neyse, konuyu dağıtmayalım.

Evet arkadaşlar, zamanın durması nedeniyle devletin zirvesinde gizli bir kriz masası oluşturuldu. Saat 03.48’de başlayan toplantı, 03.48’de biterek gelmiş geçmiş en kısa toplantı olarak tarihe geçti. Devletin zirvesinde durum böyleyken halk zaman geçtikçe (alışkanlık işte) anormal bir şeyler olduğunu fark etmeye başladı. Örneğin zaman durduğu anda mutlu olanlar -ki gecenin o saatinde epey mutlu insan vardır- hâlâ mutlu oldukları için bir hayli tedirginler. Mutsuz olanlar ise sorunları, dertleri zamana bırakamadıkları için ne yapacaklarını bilemiyorlar. Elit tayfa arasında ise, zamanın artık her şeyin ilacı olmadığı tartışılıyor; aydın kesim, ‘zamanla her şey hallolur’un, ‘zamanla hiçbir şey hallolmaz’la yer değiştirmesini öneriyor ve gelenekçi kesim buna şiddetle karşı çıkıyor; nitekim tartışmalar hızla devam etmekte. Kalabalıklar arasından -otobüsler, metrolar, mağazalar vs.- memnuniyetsiz uğultular yükselmeye başladı; insanlar, devletin şimdiye dek bir açıklama yapmamış olmasından şikâyetçi. Bu arada ‘şimdi’ kelimesi, anlamını yitirmiş durumda, seni hiç unutmayacağız ‘şimdi’, hoşça kal. ‘Unutmayacağız’ demişken, zaman geçmediğine göre yaşanan kötü olaylar da unutulmayacak haliyle. Bu kötü oldu işte! Daha dün 03.48’de (!) unutulacaklar listesi yapmıştım, seni de listenin başına yazmıştım, ama olmadı yâr, seni unutamıyorum! Bence İsmail YK’dan daha iyi yazdım. O değil de, unutulacaklar için hatırlatma listesi yapmış olmam beni düşüncelere gark etmedi değil. Aaa! Bunun için de güzel bir beste yapılabilir: “Seni unutmak çok kolay/ Hatırlat bir ara, unutayım./ Bence bu küçük bir olay/ Hemen yenilerine kırıtayım!” Valla bence nefis oldu, Demet Akalın söyler bunu. Hemen konumuza dönüyorum.

Zamanın durması birçok soru işaretini beraberinde getirse de, bazı güzel olaylara da gebe gibi görünüyor arkadaşlar; örneğin, artık hiç kimse yaşlanmayacak ve güzelliğiyle âdeta yıllara meydan okuyan ünlü sayımızda ciddi bir artış görülecek. Ödenmesi gereken taksitlerin günleri hiçbir zaman gelmeyecek ve kredi kartıyla sınırsız alışveriş yapılabilecek. Artık randevulara geç kalmak veya erken gitmek sözkonusu olmayacağından, kadınlar saçlarını istedikleri kadar düzleştirebilecek. Tüm bunların yanı sıra, zaman 03.48’de durduğu için artık bütün haberler ‘son dakika haberi’ olacak ve hepsi aynı dakikaya ait olup aynı dakika içerisinde de basına yansıyacağından halk her şeyden ânında haberdar olacak. Evet arkadaşlar, bir dahaki “En Son Dakika Haberi” bülteninde görüşmek ümidiyle haberin merkezinde kalın.

Bizi izleyin, haberiniz olsun; gerçek ve tarafsız haber için...

Neriman Kotan

Bi boy ölçüşün!


Umut Sarıkaya, Uykusuz

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Çakı Gibi


Sokakta Fatih diye bir çocuk var. Sokağın en popüler çocuğu. O kadar yaramaz ki, annesi devamlı olarak ona, “Baban gelince söyliyim de gör!” deyip duruyor, ama onun umrunda bile değil; komşuların ‘Fatih dövmesene çocuğu!’ ikazlarına rağmen her gün birini dövüyor ve sokakta sürekli onun adı yankılanıyor. Geçen camdan izledim, elinde küçük plastik bir gazoz şişesi vardı, şişenin dibini delmiş, gazozu altından içiyordu. Bugün ekmek almaya giderken kapının ağzında oturmuştu, göz göze geldik. Uzun uzun yüzüme baktı. “Fatih sen misin?” diye sordum. “Olmazsam nolur?” diye cevap verdi.
Bir şeyler söylemek geldi içimden ama bu ufak afacana ne söylesem tersleyecek gibiydi... Kaşlarımız çatılı şekilde biraz daha bakıştık, sonra sessiz sedasız geçip gittim yanından. O muhtemelen korktuğumu düşündü, ben de zaten öyle olsun istedim. Geri döndüğümde oturduğu yerde yoktu ama hiç elinden bırakmadığı çakısı oradaydı.
On-on iki yaşlarında bir çocuk ne diye çakı taşırdı ki yanında; sanırım zapzayıf, sopa gibi bir fiziği olmasaydı yanında çakı da taşımazdı... Annesinin sabahtan akşama kadar sokakta, sanki yapacak hiçbir işi kalmamış gibi, ‘Fatiiiiiih, Fatiiiih’ diye çığırtkanlık yapması da bunda etken olabilirdi. Sadece annesi yapsa yine iyi; komşuları da aynı şeyi yapıyor, gün boyu ‘Faatiiih, Faatiiih’ sesleriyle sokağı çınlatıyordu. Yani sokağın en popüler çocuğu olmasa, belki bu kadar psikopat da olmazdı; çünkü ne kadar popülersen, o denli kıskanılır ve nefret uyandırırsın... Ama annesinin, çocuğun adını tonlama biçimi diğer insanlardan çok farklıydı, herkes ‘a’ları ve ‘i’leri uzatarak ona seslenirken, annesi sadece ‘i’leri uzatıyor, bu da tahmin ediyorum ki onun canını çok sıkıyordu. Unuttuğu çakıyı alıp eve götürdüm, şimdi tamamen savunmasız kalmıştı.
Çakısını kaybetmesi onu uslandırır sanmıştım. Fakat nafile. Bu kez “Fatiihh, Allahından bul e mi!” seslerinden önce “Sen mi aldın lan çakımı?”, “Ver oğlum çakımı, hediye o bana!” sözleri duyulur oldu sokakta. Adım aynı olmasa bunları duymazdan gelebilirdim. Fakat adaşıma her seslenişinde ben de dikkat kesiliyordum. Çoğunlukla sabaha karşı altıda yatıyordum ve dokuz gibi ismim seslenerek uyanıyordum. Çağıran annemmiş gibi aniden kalkıyor ve her seferinde acı gerçekle karşılaşıyordum. Kahvaltı hazır değil! Kettle’da bir su ısıtıp üçü bir arada kahve hazırlıyor, sigarayla birlikte küfrede küfrede içiyordum. Bu birkaç gün tekrarlanıp canıma tak edince, içimden ‘çakısını aynı yere braksam mı’ diye düşünmeye başladım.

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Şairin Evi: Abdülkadir Budak

Şairler evini anlatıyor:

Bir Evde Üç Şair

Tereddüt içindeyim, “şairin evi”ni mi anlatmaya çalışmalıyım, “şairlerin evi”ni mi? Başlarda Abdülkadir Budak'ın sayılırdı bu ev, ama artık öyle değil. Daha önce Yasakmeyve dergisinde yazdım; “bir evde üç şair” var. Demem o ki, ben “kendi evimi” anlatırken, onların, yani Emel Güz ile Orhan Göksel’in evini de anlatmış olacağım. Aynı eşyaya aynı yerden, aynı biçimde bakmayacağımızı, bakamayacağımızı da biliyorum ama, yine istek üzerine denemiş olacağım. Öyle görünür de, balkon aynı balkon değildir bizim evde, masa aynı masa, odalar aynı odalar değildir. Başka birine söylesem şaşırır da,  bir anlam veremez de, öteki iki şair anlar bunu, anlam verir. Şairi ötekinden ayıran neye baktığı değil, neyi gördüğüdür çünkü, nasıl gördüğü. Bizde de biraz öyledir.
Daha baştan belirtmeliyim ki, “Üç kitabı burda yazdım bu evde/ Çekiç ve çivilerle” dediğim o ev bu ev değildir. Yani Ev Zamanı kitabı burada yazılmamıştır. Şimdi oturduğum evde yazılmış şiirler vardır da, yapılmış bir kitap yoktur henüz. Buradan, yakın bir zamanda yeni bir eve taşındığımız çıkarılabilir elbette; on bir kitabımın toplanıp Dalgın Rüzgâr adıyla yayımlandığı da. Oralarda, öteki evlerde dağıttıklarımı, burada, bu evde toplamışım demek.
Şairin evi, yatmak için değil yazmak içindir desem abartmış olur muyum? Hiç sanmıyorum. Bir evde üç şairle yaşamak durumunda kalan eşim de böyle düşünüyor çünkü. Şikâyet ettiği için değil de, böyle düşünüyor. O bizim ilk ve tek okurumuzdur bu evde, tarafsız olduğu için de en sıkı eleştirmenimiz. Yazarken, ondan ayrı düşerken biz onun gözünün yaşına bakmayız da, yazdığımızı okurken o da bizim gözümüzün yaşına bakmaz.
İnsanın “şiir evi” diyesi geliyor da, bu “şairin evi”, affedersiniz “şairlerin evi” Ankara’nın neresindedir? Batısındadır. Eski İstanbul yolu üzerinde, şehrin merkezine yaklaşık 30 km uzaklıkta Eryaman adı verilen bir semttedir. Sincan’a 7 km mesafede, yeni, şirin bir yerleşim alanıdır. Çok katlı yapılardan ve 16 siteden oluşmasına karşın, “Eryamanevleri” yeşili çok, betonu az bir görünüm verir. Site adlarına şair eli değmiş gibidir. “Yeşil Manolya”, “Günizi”, “Özgün İpek” gibi özgün sayılabilecek site adları mevcuttur. Bizimki de fena sayılmaz hani; adı “Hassas Çizgi”dir. Eh eski bir solcunun adresine de “Dil Devrimi Caddesi” yakışır öyle değil mi? 56/25 mi? Blok ve kapı numarası canım!
Sekiz katlı binanın yedinci katında oturmak, insanlara tepeden bakmak anlamına gelmez bizde. Görüş mesafesini daha geniş tutmak anlamına gelir. Hem sonra, içeride okumaktan, yazıyor olmaktan o güzelim balkona çıkmak, orada oturup çay içmekten nasibini alan kim ki, eşimden başka.
En çok yakındığı şeydir şair çocukların annesi olan eşimin. Şiir bizim yazgımız, çayı balkonda yalnız içmek de onun yazgısı.
“Biz ayrı dört kişiyiz akşamın sofrasında” demiştim ya, o hesap.
Emlakçı diliyle konuşacak olursam, 2+1 bizim evimiz. Salonu da, balkonu da büyük bana kalırsa; ama en büyük, en geniş, bunun için de en ferah olanı çalışma odamdır. Odamız mı deseydim? Kız avukat, daha çok bürosunda çalışıyor şiirlerine, oğlan ise yılda birkaç kez yazıyor, o kadar. O halde, içlerinde en çalışkan şair benim, en yazamadan edemeyen yani. O halde “şiir odası” bu evde daha çok da bana ait olmalı. Şiir odası demem şairane bir yakıştırma sayılmamalı; hem bir zamanlar yayın yönetmenliğini yaptığım bir şiir dergisinin adını taşıyor, onun aziz hatırasını yaşatıyor bu oda, hem de bilgisayar masasının dolap kapağında öyle yazıyor. Burası gerçekten bir şiir odası. Bilgisayar masasına oturduğumda, karşımda daha başka neler var? İki sıra kitap rafı var. Üst rafta Can Yayınları’nın şiir dizisinde yer almış olan kitapların tümü var. Eh o kadarcık olsun, en başta YKY arasından çıkmış olan toplu şiirlerimden oluşan Dalgın Rüzgâr var; o da oradaki yerini yakın zamanda almış oldu. Alt gözde sözlükler, yazım kılavuzları, birkaç şair-yazar sözlüğü ve Mehmet H. Doğan’ın hazırlamış olduğu şiir yıllıklarının tümü. Ötekiler de. Niye oradalar, belki de şunun için: Değişik şairlerden farklı şiirler okuma ihtiyacıma karşılık gelsin diye.
Olabilir, niçin olmasın?
Solumda daha çok da şiir ve şiir üstüne yazılmış yazılardan oluşan kitapların bulunduğu kitaplık var. Sağımda, yorulduğumda uzandığım, hatta bir süre kestirdiğim ve fakat Orhan Göksel’e ait bir yatak. Yatağın dokunduğu duvarda asılı bir tablo. O da benim “eserim”. Kenan Paşa’nın kulaklarını çınlatmış, ona Fikret Otyam’ın açıp kazandığı bir liralık mahkemeyi hatırlatmış olmayayım da, benimki de bir kopya.
Hâlâ masadayım. Arkamda kitaplığın bir ‘L’ çizmiş devamı. Ortada dosyalarımın olduğu iki kapaklı bir göz. Elim en çok oraya gider doğal olarak.
“Eşyalara bakmaktan birbirimize/ Bakmayı unuttuk fark etmedin mi?” dizelerini yazdıktan sonra birçok eşyayı balkondan değilse bile sokaktan fırlatıp attım. Tıklım tıkış değildir benim evim, yalındır. Şiirlerime benzer biraz. Salonu, yatak odasını, mutfağı falan anlatmaya gerek var mı?
Bu yazının konusu olarak “şiir mutfağı”nı, evet.
Behçet Necatigil için “odası dünyadan büyük” denmiştir. Benim için de, pardon bizim için de öyle olsa gerektir.


Abdülkadir Budak

Erdem Şenocak ile "Tehlikeli Oyunlar"


Tutunamayanlar ile romanımızda yeni bir devir açan Oğuz Atay’ın daha özel bir çalışması olan Tehlikeli Oyunlar’ı sahneye uyarladınız. Üstelik tek başınıza ve 130 dakika boyunca dinlenmeden Hikmet Benol’u temsil ediyorsunuz. Neden Tehlikeli Oyunlar?
Tesadüfen diyebilirim. Gümüşlük Akademisi’nde tiyatro kampı yaparken, sanırım dördüncü senesinde, Celal (kampın ve oyunun yönetmeni) önceki senelerden farklı olarak film izlemektense arkası yarın gibi kitap okumayı teklif etti. Tehlikeli Oyunlar da 17 bölümden oluşuyor; her bölümü her gün farklı bir kişinin okuması kararlaştırıldı. Ben üçüncü gün okudum. Biraz da çalışmıştım, epey eğlenceli geçti. Bundan birkaç gün önce de Celal’e tek kişilik bir çalışma içine girmek istediğimi belirtmiştim. Tehlikeli Oyunlar’ı sahnelemek gibi bir fikrimiz o sıralarda olmamasına rağmen, o gece eğlenceli olunca, Celal “Bunu çalışalım,” dedi. Yani en kötü ihtimalle, hiç beceremesek bile, arkamızdan “oyun, oyun” diye koşturan yok nasıl olsa, yapmayız. Ya da alırız insanları karşımıza, okuruz.
Edebiyat uzmanı değilim ama, sanırım Tehlikeli Oyunlar, Tutunamayanlar’dan daha bir roman. Daha başarılı bir roman hem. Roman olması itibari ile tek kişilik bir oyuna daha yakın. Tutunamayanlar’ı da ara sıra sahnelemeyi düşündüğümüzde çok daha zor olacağını kestirebiliyoruz. Ama bu zorluk metnin zorluğuyla alakalı değil, metnin daha az roman, dolayısıyla daha az tek kişilik oyuna yakın olmasıyla ilgili. Bir de Tutunamayanlar birazcık da romantik. Romantik derken olumsuz anlamda bir şey anlaşılmasın. Girard der ki, “Bir romansal yapıt vardır, bir de romantik yapıt vardır.” Oğuz Atay’ın romansal yazarlar sınıfında olduğunu söyleyebiliriz ama Tehlikeli Oyunlar’la Tutunamayanlar’ı karşılaştıracak olursak, Tutunamayanlar daha romantiktir.

Yaptığınız iş konvansiyonel tiyatroculuktan farklı olarak deneysel bir iş. Bu bağlamda tiyatroculuğumuz hakkında neler söylemek istersiniz? Mesela, Devlet ve Şehir Tiyatroları sizin için neyi ifade ediyor?
Devlet Tiyatroları’nın bir an önce kapatılması gerektiğini düşünüyorum. Kapatılması derken, tiyatro yerine cami yapılsın ya da köfteci açılsın demiyorum. Şu an itibari ile Devlet Tiyatroları YÖK’ten beter bir kurum. Şu an YÖK’ün hangi araştırma görevlisinin hangi konu hakkında hangi profesörle çalıştığını ayarladığını düşünelim; Devlet Tiyatroları da tam olarak bu. Yozlaşma olmasa dahi en iyi haliyle bile olsa devlete ait bir tiyatro fikri çok yanlış. Devlet, tiyatroyu desteklemeli ama kontrol etmemeli. O oyuncular AKM Tiyatrosu’nu kursa mesela, ya da Nesin Tiyatrosu’nu... Devlet o sahnelere destek verse. Sonuçta Devlet Tiyatroları çok geride kalmış bir düşüncenin ürünü ve kapatılmalı.
Öte yandan deneysel sahnelerin artması sevindirici bir şey. Crack’e yer bulamadım mesela geçen, yedek listesine yazıldım. Ne kadar çok olursa o kadar iyi diye düşünüyorum. Ancak, deneysellik çok kolay bir şey değil. Yanılma payının çok yüksek olduğu bir alan; bunu göze almak gerekiyor. Her denenen şey de sahneye aktarılmamalı zaten. Deneysellik uzun bir süreç.

Neyse, ucunda ölüm yok ya!


Reklamları İzlemediğimizi Söylemeyin!


Reklam Şirketlerine Reklamları İzlemediğimizi Söylemeyin, Onlar Bizi İzliyor Sanıyor!

Hatta ve hatta reklamı veren şirkete hiç bahsetmeyin, onlar da bizi izliyor ve koşa koşa gidip satın alıyor sanıyor.

Hiçbir yere ayrılmayın, konumuz reklamlar.
Fazla örneklemeyeceğim, mesela Orkid reklamı, sizce mazbut bir aile bu reklamı merakla izler mi; kaldı ki geleneklerine bağlı Türk halkı, kızlarını özenle yetiştirip namuslarını silah gücü ile korurken, Orkid reklamı zaplanır mı? Zaplanır tabii ki de. Hem de evin babasının küfür dolu sövgüleriyle zaplanır. Tecrübeyle sabittir.
Üstelik regl olmak bir hadisedir, halk arasında bir tür kirliliktir. Kadınlar bi kirlenir bi temizlenir, bi melektir bi şeytandır; aç kapa artema...
Daha da üstelik, ilk erkekliğin şaşaalı törene dönüştüğü memleketimizde, ilk kadınlık tokat ile kutlanır. Hani hatırladıkça utansın kız kısmısı... Şşşt, sussss... (aklıma vajinusmus ve Haydar Dümen geldi nedense!)

Pekiii, hal böyleyken, uç noktada namüsait platformda, isssrarla Orkid için reklam çekmenin, şarkılar bestelemenin manası nedir, yararı kimedir, bu bir tür öğreti midir? Yoksa erotizm mi? Sadizm?
Yoksa çalışan annelerin daha az dırdır yapması için erkeklerin bulduğu bir strateji oyunu mudur? Akıllıca valla... Çocuk da yaparım kariyer deee, aman da çok neşeliyim lay lom! (Yoksa? Neşeli mi!?! ‘Yükü taşıyan bir eşşek mi’ demez mi insan olan...)

Sanırım tamamen kapitalizm. Bu reklamı yapan firmaya (ki başka ürünleriyle de belden aşağımızla ilgili konuşası reklamları olan itibarlı bir firmadır kendileri) bir üzücü haberim daha var: Kadınlar zaten Orkid çıkınca düğün bayram yapmışlardı, önceki zahmetli süreçleri bilmeyen anlamaz. Zaten bi hevesle kullanıyorlardı; neden zorlama reklamlara kalkışıp genç kızlarımızın kıçını başını ekranın orta yerine taşıyorsunuz? Halihazırda, kadınların kabusu olan ve gayretle gizledikleri ‘arkamda bişi var mı’ sendromunu ne diye 70 milyona konu ediyorsunuz, anlamıyorum. Çoluğu var çocuğu var, müslümanı var, arlısı var, namuslusu var...

Bakkallar zaaaten gereken özeni fazlasıyla gösteriyorlar, kadınbağını (esareti anlatan bir kelime size) önce gazete kâğıdına sarıyorlar, daha sonra siyah bir poşete koyup imalı bir bakış attıktan sonra büyük bir zevkle takdim ediyorlar. Boşuna milyonlarca dolar harcayıp türküler besteletiyorsunuz. Kadınlar eli mahkûm her ay bu ürünü alacaklar. Siz böyle reklam yaptıkça Orkid’in üretim bütçesi şişiyor, yani pahalılaşıyor, kadınlar gidip ucuz ürünlere yöneliyor, satışlarınız düşüyor ve siz daha da çok reklam yapıyorsunuz, bacakarası konulardan mahcup kadınlar utanıp ismi duyulmayan ürünlere yöneliyor, sizin satışlarınız yine düşüyor, kuş kondursanız da bu fakirlikte alıcı bulamıyorsunuz, yazık değil mi?

Anlayamıyorum... Siz anladıysanız başınızı tulumba gibi, anlamadıysanız pinpon topu gibi sallayın, tabii ki sizi göremem.
Ben imkân buldukça, anlayamadığım şeyleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Naçizane, anlayamadıklarımı kabullenmeden önce anlamak için uğraşıyorum. İnandığım o ki, mevzular üç boyutlu, gözlükle bakmak lazım...
Tanıştığımıza çok memnun oldum, ben postmodern bi tip, kısaca posTİP.
Hep saygı görün, görmeyenlere gösterin.

PosTİP

Erkeğin İktidar Alanında Seçilmiş Kadın


Sözü bitmişlere...

“Modern Kadınlar, Çalışan Talepler” adlı makalesinde Sevil Sümer, Türkiye ve Norveç’i genç ve üniversite eğitimli kadınlar kapsamında karşılaştırırken şu sonuca varıyor: “Norveçli kadınların farklı olmaktan rahatsızlık duymalarının nedenini Norveç toplumunun önemli bir kültürel özelliği olan “eşitlik” idealinde aramak gerektiğine inanıyorum. (...) (Türk) kadınları, genel olarak Türkiye’de kadının durumunu yorumlarken kendilerini bu gruba dahil etmiyorlar. Türk kadınından “onlar” diye söz ediyorlar.” (115)
Bu anlamda bakıldığında akla, Türkiye’de kadının konumu gelebiliyor. Kadının kadına ettiği zulüm ya da seçilmiş kadın olmak. Bu aslında, sadece bizim toplumumuz için geçerli bir durum değil. Norveç toplumunu dışında tutarak, diyebiliriz ki, gittikçe küreselleşen dünya sürecinde kadın, bir meta aracı olmaktan öteye gidemiyor. İnce, uzun bacaklı, güzel yüzlü seçilmiş kadınlar, podyum ya da dergi kapaklarının baş sayfalarını iç acıtıcı bir unsur olarak süsleyebiliyorlar. Erkeğin kalbine giden yolun midesinden geçtiği sözünden yola çıkarak, dergilere verdiği çıplak pozlarla erkeğin açlığını giderebiliyorlar. Kullanılmış iç gıcıklayıcı parfümler de, baştan çıkartmanın temel unsuru nerdeyse. Her şey erkek için. Bel inceltici korse giymiş bu kadının, nerdeyse mecliste yeri de yok gibi. Vekillerin çoğunluğu erkeklerden oluşuyor. Mecliste varlığını sürdüren kadınların büyük çoğunluğu da, şiirin bazı kadınları gibi erkek söyleme yaslıyorlar kendilerini. Ya da kürsüde konuşma yaparken, masaya indirilmiş yumruk, kolların iki yana açılması, kimi kez bir erkeği çağrıştırıyor.

Evlilik kurumunun gerçekleşmesi durumunda da durum çok farklı değil. Kendini, egemene beğendirme zorunluluğunda hisseden bu çok tüysüz kadın, yine seçilmek için köşesinde bekleyebiliyor. Nerdeyse kendisinin seçme lüksü yok gibi. Bu anlamda, seçme girişiminde bulunan kadın, kimi kez hemcinsleri tarafından şaşkınlıkla karşılanabiliyor. Pek çok şeyin yadırgandığı bu toplumda ya da toplumlarda, televizyonda izlediğimiz reklamlar da, egemene çanak tutuyor. Çoğunluk fondan yükselen bir erkek sesi, sürekli olarak kadına emirler yağdırıyor.

Edebiyat dünyası içinde de durum çok farklı değil. Birkaçı dışında, dergi yayın yönetmenleri erkeklerden oluşuyor. Yıllıklar ve edebiyat dergilerinde de yer alan kadın şairlerin sayısı, doksanlı yıllarda artmakla birlikte hâlâ göze az gözükebiliyor. Tabii burada, bu gibi oluşumlar içine girebilmek için, kırk takla atanlar akla gelebilir. Bunu bir başka yazının konusu olarak bir yana bırakarak, başrolünü Cihan Ünal ve Hülya Avşar'ın oynadığı “Kadın İsterse” adlı dizi burada akla gelebilir. Aldatılmış çirkin kadının, kocasını yeniden elde etmek için verdiği uğraş, burada bizlere çok şeyler anlatır. Hatta burada Norveç örneği ile de bağlantı kurulabilir. Kadının kadın ile ezeli mücadelesi. Kendinden üstün olanı yanına almak istememesi, dışında tutması.

Ama şimdilerde bu durum, kırılma aşamasında. Kendinin farkına varan evcilleştirilmiş kadın, paylaşımın gerekliliğinin önemini artık kavramış durumda, farkındalığını da. Şiirimizin genç isimlerinden Neslihan Su, bir kadının içinde bulunduğu durumu “Lay Lay Lom” adlı şiirinde, biraz da iç acıtan şu dizelerde dile getiriyor:

“üstümde etobur bir yalnızlık
üstümde türünü kurtaran bir gergedan
atları düşünüyorum bir bir
atları düşüren dağları
süt dişlerimi düşürüyorum”

Bizlere de sadece düşünmek kalıyor. Üstümüze sevişme sırasında abanmış bu çok yalnız adamı, kadının orgazm olup olmadığını anlayamamış, daha çok da belki kendini tüketen, tüketirken de duygularını ifade etmekten yoksun adamı. Ki bir karınca olmak, gergedan olmaktan çok daha zor olsa gerek.

Aramızda dolaşan gergedanlara öğretecek, söyleyecek çok şey var sanırım. Ve karıncalara da...


* Necla Akgökçe ve Aynur İlyasoğlu, Yerli Bir Feminizme Doğru, Modern Kadınlar, Çalışan Talepler, Sel Yayıncılık, İst. 2001

Betül Tarıman

Savaş, Kadın ve Tecavüz


Tank, tüfek, toprak...
Sert sessiz harflerle donatılmış savaşın acımasız bütünlüğünü tamamlayan en önemli kelimedir ‘erkek’.
Merhametin olmadığı bu düzensizliğe az çok çekidüzen vermek isteyen kadın; korunması gereken bir eşyadır ki, bu hengâmenin ortasında kaç insan ölmüştür, kaç kadın kırılmıştır, bilmek isteriz.

Savaş...
Üst üste yığılmış bedenlerin kurumuş yaraları bir mezarda birbirine yapıştığında, kirli kanla temiz kan harmanlanır bir mezarda.
Tecavüz...
Bir erkeğin oyunu...
Bir kadının hayatı iğfal edildiğinde kan ve ter karışır birbirine, bir kadının çukurunda...
Kan ter içinde.

Ve savaş, tecavüze benzer: Kadın işgal edilir, fethedilir, talan edilir, yakılır.
Bir ülke iğfal edilir; isteksiz.
Doğum tarihi? Ana adı? Baba adı? Doğum yeri?
Kimliksiz çocuklara sorulan tüm soruların cevabıdır SAVAŞ.
Onlar, vurulmuş vicdanları, sakat merhametleriyle olabildiğince çok severler dünyayı ve öğrenirler ki bir kardeşliktir savaşmak (!)

Erkeklerin icat ettiği bu ölmek-öldürmek oyununda üzülen yine kadındır.
Erkeklere düşen; ölmektir en fazla.
Oysa üzülmek nefes alırken ölmeme becerisidir, ölüye yaralıya, kalmışa gitmişe, göçmüşe yitmişe yas tutarken.
Erkeğin kadim düşmanı, her yolu deneyerek düşmanının karşısına çıkabilecek kadar kudretliyken, zayıf bileklerinden tutulup tersyüz edilebilecek kadar da güçsüzdür.

Yine de mubahtır savaş; ders alınsın diye gözü önünde yapılır tüm dünyanın.
Oysa insanlar dört duvar arasında birbirlerini severlerken, yaşamın biricik kaynağı güneşe bile görünmemek için perdelerini çekerler.
Çünkü bir bedeni sevmekte değil, öldürmektedir marifet.

Demet Kotan

Eşyaların Ruhu


Benim eşyalarım birbirini çağırır. Farklı zamanlarda faklı ihtiyaçlar için etrafı gezerim. Pazarlar, AVM’ler, sanal âlemdeki alışveriş siteleri dahil bakmadık yer bırakmam. Bir gün ben onu değil, o beni bulur. Önce burun kıvırırım. Satıcı almam için birçok sebep uydurur, yine de içime sinmez. Sonra evime gelir benimle küçük bir ayna. Yuvarlak, altın rengi, parlak bir şey. Sevdirir bana kendini yalnız kaldığımız bir vakit. O artık tektir. Benimdir. Ona baktığım zaman bendir. Beni başka arayışlara mecbur etmeyendir.

Bir gün telefonum bozulur. Önce inat ederim, çalışmıyor olsa da vazgeçmem eskisinden. Teknoloji özürlüyümdür. Bu işlerden anlayan birkaç kişiye danışırım. Herkes bir fikir verir, para veren yok. Hiçbirini dinlemem, gezerim etrafı. Elektronikçileri, KVK bayilerini ve sanal âlemi. Bir gün o beni bulur. Bilmem bu nasıl olur. Binbir bahane sunarım satıcıya almamak için. Hatta almadan çıkar, biraz daha gezerim. Daha kaliteli, daha şık ve daha kolay satın alabileceğim fiyatta olanını ararım. Bulamam. Aynı dükkâna geri dönerken benden önce onu kimse almasın diye dualar ederim yol boyu. Telefon benimle gelir. Çantamda unuturum bir müddet. Ancak o garip Nokia tonu çaldığında hatırlarım onu. Sadece bir aracıdır konuşabilmem için. Beni tek cezbeden yanı gold renkli olmasıdır.

Sonra komidinin üzerinde görürüm onları. Ne çok benzediklerini o zaman fark ederim. Sanki birbirleri için üretilmişler. Ruh ikizi gibiler. Sarmaş dolaş altın rengi aynam ve gold telefonum. Onlar artık benim değil birbirinin. Ben yine yalnız kalırım.
Tekrar etrafa bakınmam gerekecek. Bu kez sadece benim olacak bir şey bulmalıyım. Eşya olmamalı bu. Eşyaların da bir ruhu varmış. Onlar da yalnız kalamazlarmış. Bu hal bana da sirayet etmiş. Gezdim bulamadım her zamanki gibi. Benzerimin beni bulacağı ânı merak ve özlemle beklemekten başka çarem kalmadı. Karşıma çıkınca burun kıvıracağımı biliyorum ama tıpkı eşyalarım gibi ruh eşimin de bana rağmen benimle geleceğini umuyorum.


Ayşegül Ünal

16 Ağustos 2012 Perşembe

"O Mavi Gözlü Bir Devdi"


Umut Sarıkaya, Uykusuz

Güzellik'e Dair


Ve bir şair dedi: Konuş bizlere Güzellik’e dair.
Ve o cevap verdi.
Nerede arayacaksınız güzelliği ve nasıl bulacaksınız onu, bizzat kendisi sizin yolunuz ve kılavuzunuz olmazsa.

Ve ona dair nasıl konuşacaksınız, konuşmanızı dokuyan o olmadıkça?

Mağdur ve incinmiş olan der: ‘Güzellik sevecen ve uysaldır.
Kendi ihtişamından yarı mahcup genç bir anne misali aramızda dolaşır.’
İhtiraslı olan der: ‘Yoo, güzellik kudret ve dehşetten ibaret bir şeydir.
Kasırga misali altımızda yeri ve üzerimizde göğü sarsar.’

Yorgun ve bitkin olan der: ‘Güzellik yumuşak fısıldayışlardan ibarettir. Ruhumuzda konuşur.
Sesi sessizliğimize karışır, gölgeden korkarak titreşen cılız bir ışık misali.’
Fakat tedirgin der: ‘Biz onun dağlar arasından haykırışını işittik,
Ve onun çığlıklarıyla birlikte geldi toynak sesleri ve kanat çırpınışları ve aslan kükreyişleri.’

Geceleyin, şehrin bekçisi der: ‘Güzellik şafakla birlikte doğudan yükselecek.’
Ve öğleyin, emektarlar ve yaya gezenler der: ‘Biz onun günbatımının pencerelerinden yeryüzüne eğilişini gördük.’

Kışın, karda mahsur kalan der: ‘Baharla birlikte tepelerin üzerinden sıçrayarak gelecek.’
Ve yaz sıcağında tarım işçisi der: ‘Biz onun hazan yapraklarıyla raks edişini gördük ve görmüştük saçında kardan bir yığın.’
Bütün bunları söylediniz güzelliğe dair,
Ama gerçekte ona dair değil, aksine tatmin edilmemiş ihtiyaçlara dair konuşmuş oldunuz.

Ve güzellik bir ihtiyaç değil, sadece bir kendinden geçmedir.
Ne susamış bir ağızdır, ne de ileriye uzatılmış boş bir el,
Tutuşmuş bir yürektir ve büyülenmiş bir ruhtur daha çok
Ne göze ilişen bir surettir, ne de duyageldiğiniz bir şarkı,
Bir surettir, gözlerinizi kapasanız bile göreceğiniz ve bir şarkıdır, kulaklarınızı tıkasanız bile duyacağınız.
Ne soyulmuş bir kabuğun içinden çıkan özdür o, ne de bir pençeye takılmış bir kanat,
Her daim çiçekler içinde bir bahçedir ve her daim uçuşan bir melekler topluluğudur o.

Orfales halkı, güzellik; hayattır, hayat kendi kutlu yüzünden peçeyi kaldırınca.
Fakat hayat sizsiniz ve peçe siz.
Güzellik bir aynada kendini seyreden sonsuzluktur.
Fakat sonsuzluk sizsiniz ve ayna siz.



* Desen: The Prophet kitabından, kendi çizimidir. 

Halil CİBRAN
Elçi (The Prophet)

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Çağdaş Suriye Edebiyatının Yürüyüşüne Bir Bakış


Günümüz Suriyesi 1916 Sykes-Picot Anlaşması’nın sonucudur. Levant’ta tarihsel olarak aynı isimle anılan coğrafi bölgenin küçük bir kesimi 1941’de Fransız mandalığından bağımsızlığını kazandı.

Ülkemizde bağımsızlığın kazanılmasından bu yana sürekli olarak ilgi gören konulardan biri oldu eğitim. 1945’te 1149 olan öğrenci sayısı 1966 yılına gelindiğinde 5069’a ulaştı. Zorunlu eğitimin otuz yıldır uygulamada yürürlükte olmasına karşın, 1996’da 13.150 okulda kayıtlı öğrencilerin sayısı, 16.119.600 olduğu tahmin edilen Suriye nüfusunun % 25’ini ancak buluyordu. Fakat ülkenin iç kesimlerinde okuryazar oranı oldukça yüksekti.
1967’de İsrail’e karşı kaybedilen Arap savaşı, ülkenin edebiyat yaşamını parlak siyasi yaşamının karşısında önemli bir konuma getirdi. Bu bağlamda Suriye edebiyatını iki akıma ayırmak mümkün: 1967’de Altı Gün Savaşları’nın kaybedilmesinin sonucu olarak doğan Edeb’ül-Nekse (Yenilgi Edebiyatı) -ki ben Suriye demokrasisinin zirve noktasını ve eğitim kurumlarının atılım yapmasını bu dönemde görürüm- ile 1940’lar, 1950’ler ve 1960’larda yaşanan toplumsal yükseliş ve özgürlükle birlikte klasik dile ve geleneksel olana saygı duyan edebiyat. Ağırlık ise, Halil Merdem (1895-1959), Bedevî El-Cebel (1903-1981), Ömer Ebu Rişa (1910-1990), Muhammed Nedim (1908-1994) gibi son yüzyılın başlarında doğan şairlerin ana izleği olan politikadan yanaydı. Bu isimlerin hepsi de milli coşkuyu ateşlemeyi amaçlayan ulusal özgürlük hareketiyle ilişki içindeydi. Modern Suriye’nin en önemli şairlerini çıkaran bu kuşak, kendinden sonra gelen Nizer Kabbanî (1923-1991), en tanınmış Suriyeli şair Adonis (1930-...) ve Arap düzyazı şiirinin babası olan yenilikçi şair Ma’ut (1934-2006) gibi isimleri etkiledi. Her iki edebiyat, dini ve ahlaki geleneğin aşılıp “zülfün teline dokunulmasına” dek kendi yolunda ilerledi. İnsan vücudunun -özellikle kadın vücudunun- edebiyata yeniden girişiyle birlikte yeni söyleyiş biçimleri gerektiren yeni fikirler aranmaya başlandı. Böylece günümüz Suriye şiiri doğmuş oldu.

Arap ulusal projesinin çökmesinin ardından 1970 ve 1980’lerde İsrail’le anlaşmaların yapılması, Ürdün ve Lübnan’ı da içine alan Filistin direnişi, Lübnan’daki iç savaş, ilk modern Arapça macerası, İsrail’in 1982’de ilk Arap başkenti Beyrut’u işgal etmesi, ardından gelen I. ve II. Körfez Savaşları, akabinde Irak’ın işgal edilmesi ve köktendinci düşüncelerin yayılması gibi gelişmeler Arap sokağı üzerinde öyle zorlu ve gergin bir hava yarattılar ki, kimsede okumaya, bilinci geliştirmeye, edebiyat veya şiirle etkileşim kurmaya müsait zaman ve ruh hali kalmamış oldu. Böyle bir ortamda estetiği marjinalleştiren Arap kültürü, yeni bir Arap düşüncesinin doğmasında etkili oldu. Retorikteki güzel konuşma kaygısını ortadan kaldıran düzyazı şiiri gelişti. Bu yeni tür, düzyazı ile Arap dilini ve şiiri sabote etmekle suçlanmışsa da, düzyazı şiiri bugün genç Arap şairlerinin en önemli eserleri durumundadır ve bunlar aynı insanlık ve dünya görüşünü devam ettirmektedir.

Son yüzyılın ikinci yarısında edebiyat kendi alanını genişletti. Edebiyat dünyasının büyük çoğunluğunun tercüme edilmesiyle hemen her edebiyat ekolünün etkili olduğu Suriye’de, toplum içinde etkili olan kültürel ve siyasi değişimler ve bölgeyi bir felakete sürükleyen dış müdahaleler realizme ağırlık kazandırdı. Şairler yönetimin ve toplumun özgürlüğe engel olan duruşuna ve zedelenen değerlere karşı cephe aldılar.

Evet, şunu söyleyebilirim ki, cesaret kırıcı tüm çevresel şartlara rağmen, Arap şairler başta olmak üzere romancılar ve oyun yazarları, yaratıcılığın ateşini nasıl canlı tutacaklarını biliyorlardı.

İlk Arapça gazete 1851 yılında çıktı. Her ne kadar Osmanlı 1857’ye dek, yayımlanmasından önce izin alınıp onaylanmasını şart koşuyorduysa da, bu, gazetenin temel işlevini yerine getirmesine engel olmadı ve rönesans ruhu ile vatanın bağımsızlığı fikirlerini yayarak toplumu şekillendirdi.

1958’den itibaren dört yıllık demokrasi döneminde gazeteler büyük gelişme gösterdi. Bu dönemde gazetelerin toplam sayısı 66 idi. Ne var ki 8 Mart 1963’te 4 nolu yasayla günümüzde de etkin olan Baas dahil 4 gazeteden başkasına yaşama şansı tanınmadı. 1963’ten bu yana medyayı kültür bakanlığı aracılığıyla hükümet yönetiyor. Baas’la içerik yönünden neredeyse birebir aynı olan üç gazete daha bulunuyor. Halkın yönetimi tam olarak onaylaması için haberleri sansürleyen SANA Haber Ajansı’nı da unutmamak gerekiyor.

Suriye yapımı ilk film 1928’de görülmüştü. Mısır sinemasını örnek alan bugünkü Suriye sineması ise bir yılda 200 civarında film üretiyor. Suriye filmleri özellikle yönetmenlerinin yetenekleri sayesinde yurtdışında çok sayıda ödül alıyor.

Radyo ve televizyonlar devlet kontrolü altındalar ve 1949’dan bu yana enformasyon bakanlığına bağlılar. Siyasi propaganda gereği, onların da etkin faktörler olmasına izin verilmiyor.

Tüm bunlar ve Suriye toplumunun çeşitliliği edebiyatı zenginleştiriyor ve başta şiir olmak üzere edebiyat, Arap dünyasının en önemli yaratım alanı haline geliyor. Böylece Suriye, Arap dünyasının en önemli üç şairini birden çıkarıyor: Nizar Kabbani, Adonis, Muhammed Ma’ut. Suriye edebiyatı dünyaya, komşusu Lübnan tarafından sağlanan Fransızca ve İngilizce dillerindeki çevirileriyle açılıyor.

Suriye edebiyatına hâkim olan birden fazla ekol var. Bunlardan en önemlisi şüphesiz toplumsal gerçekçilik ve eserleriyle bu akımı temsil edenler arasında Hanna Mine, Hareni Said, Ali El-Abdullah, Nebil Süleyman gibi yazarlar bulunuyor. Ğadetu’s Semman ve Zekeriya Tamer gibi isimlerse bu akımın karşısında yer alıyor. 371 romana karşılık 775 öykü kitabının yayımlandığı 1961-1995 dönemi, Suriye kısa öykücülüğü için oldukça önemlidir. Yine de bu dönemde önemli romancılar yok değildir. Bunlara birkaç örnek vermek gerekirse, Memduh el-Azam, Halil Sveyle, Halid Halife, Fevez Haddad gibi isimleri sıralayabiliriz.

Maram El Masri

Ali Okulundan Önce Sokak Okulu


Sen bir çocuk saklıyorsun içinde... hırçın,
Tahammülsüz, kıskanç ve muhtaç.
Annesine küsmüş kadar yaralı bir çocuk...

Sokağı tanıdığımda yürüyüp koşabilecek yaştaydım, oysa sokak beni henüz sürünürken kucaklamıştı. Rum Pontus İmparatorluğu’ndan beri parkeleri değişmemiş, sırtını surlara yaslayan sokak beni sınayıp kabul ettiğinde, ileride başına açılacak işlerden kuşkusuz habersizdi.
En yenisi yetmiş-seksen yıllık olan evlerin bahçeleri sokağın içcepleriydi. Babamın ceplerinden sigara aşırmadan evvel sokağın ceplerinden tattık ilk hazlarımızı. Belki de Paris Komünü’nden sonra ilk komünleri sokakta kurduk. Komünün evrenselliğini ilkin sokakta öğrendik. Bahçelerin tüm yemişlerini, kümeslerin yumurtalarını ve bakkalın leblebi şekerlerini sokakta üleştik. Annelerimizden ilk toplu dayakları sokakta yedik.
İlk mektep sıraları sokak özlemiyle çentiklendi kırık saplı çakılarımızla. Önlükler ta sokağın başında çıkarıldı. Yazma öğrenildiğinde, İstanbul’a okumaya giden abiye “kazan götü taşı”ında yazıldı ilk mektup kargacık burgacık. Üçüncü sınıftaki zayıf esmer kıza da burada yazıldı ilk mektup. Mektup yazdığım kıza “yanlış” yapan Bülent ilk bıçak darbesini sağ bacağına, sokağın alt tarafında Hafız Teyze’nin merdivenlerinde yedi; henüz üçüncü sınıfın karnesini almamışken.
“Yılmaz Güney’ciliği” ve “Deniz Gezmiş’ciliği” surların üstünde oynadık ilkin. O, denizleri bile gezmişti yakalanamazdı. Babamın kaçırmadığı öğlen ajanslarının birinde duyduk ‘cezasının infaz edildiğini’. “İnanmayın oğlum film icabıdır!” demiştim sokaktaki akranlarıma. İnanmamışlardı...
Takım elbise giydirilerek sokaktan biraz ilerdeki o yere, ortaokula gönderildiğimizde, sokağın kızlarını da bekler olduk okul çıkışında... Oysa sonradan hep başka sokaklara, kocaya kaçtılar! Zaten yaz gecelerinde saklambaç oynarken gizlendiğimiz duvar diplerinde de hiç bize göstermezlerdi. Üstelik bütün sıkıştırmalarımıza rağmen. Sadece birinin, o da bir kez memelerini sıkabilmiştim biraz.
İlk yazılarımızı kırık kiremitlerle yazmıştık. İlk kez o zaman büyükler “bunların alayı anarşist olacak alimallah” diye birbirlerine dert yanmışlardı.
Sokak boş durmazdı, sokak öğretirdi, sokak korur, sokak gizlerdi. Faşistlerle ilk kavgada bir sokağın başında kapışmış, biz sokağa, onlar gerisin geriye gitmişlerdi. Sokak efsunluydu. Daha asker olmadan ilk nöbetlerimizi sokakta tutmuştuk, ilk talimler ateşli ateşsiz yine sokakta...
Lise denilen ejderha biraz daha uzaklaştırdı sokaktan. Derken baktık ki her koridor, her derslik bir sokak...
İlk gözaltı, ilk çatışma, ilk ölüm. Yakından, sokaktan, dernekten, yanı başından... Ya sokaktan vazgeçilecekti, ya hayattan. Oysa hayat SOKAK’tı.
Sonrası çok uzun maceralarla dolu. Bir kez yerini bulan, sokağın raconuna uyan, nasılsa bir yamacına sığınmıştır sokağın. Racona uymayanlar, sokağa “kelek” yapanlar, Pontuslardan kalan parke taşları altında ezilip gitmişlerdir nasıl olsa!
Hadi hafızalarımız bizi yanılttı diyelim sokağı ne yanıltabilir?
Sokak tanıktır, gerçeğin tanığı...

Burhan Öztürk


10 Ağustos 2012 Cuma

Kafka'nın Böcekleri


Umut Sarıkaya, Uykusuz


“jitem mantısı”


piyi üç alınız piçleri rahat bırakınız
iki öğrenci deyip parayı uzatıyorum minibüsteyim
seçkinci alter-egomla halk çocuğu olarak ben sevişemiyorum
beynimle lan beynimle
orospu mantısı var orospu çocuğu mantısı yok mesela
ekmekle ye ekmekle ye
kızlarla mücadele eylem planı yakalım bu gece bize gel
bir şarkıyı birden çok dinleyince bir kez dinlemiş olmuyorsun
pijamalarda saklı bazı gençlikler olmalı
nasıl ki toplu mezarla taksiler arasında bir ilişki varsayalım
yoksulsan ikisine de yalnız giremiyorsun
yoksul ve yalnız aynı dizede başlattım çift
çoktan unuttuk kimsenin kimseyi severken çıkardığı sesleri
fransız muhipleri cemiyetinden birkaç arkadaş para topladık aramızda
size bir soykırım aldık özür dilerim özne değişsin
bu şiirin öznesi sen değilsin kızım
dizi izliyorsun alay ediyorsun güzelsin ayfonun var
benim afyonum yok sorunlardan biri de bu değil diyemem mi
tüm karşılıksız aşklarımızın sorumluluğunu Osmanlı yaptı ben yapmadım
sen bana bakmıyorsun ya bu meseleyi tarihçilere bırakalım
bülent ersoy’u jitem öldürürse “hepimiz bülent ersoy’uz” elbet de
cumaları bırakma cumaları bırakma

Oğuzcan Önver


Şairin Evi: Altay Öktem

Şairler evini anlatıyor:

Odam kireçtir benim

Yalan tabii. Kireç falan değil. Ayrıca odam da yok. Evde birkaç oda var doğal olarak ama kendime ayırdığım, oturup ilham beklediğim ya da gelen ilhamları tasniflediğim bir çalışma odası yok. Daha doğrusu evde birbirinden kalın duvarlar ve kapılarla, özellikle de kapılarla ayrılmış odalar yok.

Taşındığımda ilk işim oda kapılarını çıkarttırıp evi tek ve bütün bir hale getirmek olmuştu. Salonun ortasında bir bilgisayar var. Böylece, bir yandan televizyon izlerken bir yandan müzik dinleyebiliyor, aynı anda sohbet ederek yazılarımla da uğraşabiliyorum. Zaten sessizlikte yazamam. Yazmak ne kelime, sessizlikte sevişemem bile. Yani sevmem sessizliği.

Eskiden, küçük bir çocukken yani, yazar olmayı çalışma masasıyla özdeş sanırdım. Açıkçası, böyle tuhaf hayallerim vardı. Tolstoy’un masası gibi kallavi bir şeyim olacaktı benim de... Bir tarafında kitaplar yığılı, önümde bir sürü boş sayfa, saatlerce oturup duvara bakacak, arada birkaç dize yazacaktım. Sonra beğenmeyip üstünü çizecektim o dizelerin. Tekrar duvara bakacak, yeni iki dize yazacaktım... Çok geçmeden bunun bana uygun olmadığını anladım. İşkence gibi. Kanepeye uzanıp şarabımı içerek, hatta döküp saçarak yazmak varken ne işim olur sandalyenin tepesinde?

Bir yandan da hayat ittiriyor insanı arkadan. Çalışma masam olsaydı da önünde oturacak kadar bol zaman bulamazdım herhalde. Bunca koşuşturmanın arasında, işyerimde, sokaklarda, otobüslerde, konser salonlarının kapılarında, barlarda, orda burda doluyor cebimdeki, çantamdaki kâğıtlar.

Ev ise, ayaklarımı uzatıp iki seksen yattığım, yazdıklarımı düzenlediğim, temize çektiğim yerdir. Bilgisayarın başınaysa, bitmiş, son halini bulmuş yazıyı kaydetmek için otururum ancak. İçinde nefes aldığım, hem de derin derin aldığım kendime ait bir alandır ev. Her türlü tören, takıntı ancak bu nefesi daraltır.

Zaten o yüzden kapıları da sevmem. Aynı çeşit kâğıda, aynı kalemle yazacağım, aynı bardaktan kahvemi içeceğim, üstümde illa ki eflatun tişörtüm olacak gibi obsesif hareketler çok uzaktır bana.

Böyle bir evim var işte; kapısız ve yazılan yazıların, şiirlerin temize çekildiği yer. Ve içinde kutsal hiçbir şeyin olmadığı, hiçbir törenin yapılmadığı...

Altay Öktem





Her âşık İstanbul'dur


Tuttum kolundan getirdim. Ürkünç bir hal bu bilmelisin. Bilmelisin, bana geçen, ‘çiçeğin pazara düşmüş çaresizliği gibisin’ demiştin. Çiçek demiştin, nasıl bilmiyorum içimi açmış çaresizliğimi bilmiştin. Bu nasıl oluyordu?
Öyle sanıyorum ki, benim en büyük ve en görünen defom çaresizliğimdir. Sen gidince benim yüzümü okurlar. Şehirler, caddeler gibi. Sen gidince yol olurum. Lakin ben gidemem. Böyledir hep, herkes gider, ben gidenlerin geçtiği sokaklardaki kokuları toplarım.

- En güzel şehirler de terk edilir.
- En güzel şehirler terk edilir.
- Hep en güzel şehirler terk edilir.

Her âşık İstanbul’dur ve en çok İstanbul’dan şikâyet edilir. Lütfen artık arama beni Çiçek Pazarında.

Esra Demirci