24 Ağustos 2012 Cuma

Arka Bahçede Açan Mimozalar


Günler usul usul uzuyordu. Mevsim ağır ağır baharın kapısını aralıyordu inceden. Yeşil yapraklar arasında sapsarı mimozalar gördüm bir fotoğrafta. Trabzon’da bir evin arka bahçesinde boy vermiş samansarısı mimozalar. Bir süre sonra akasya ağaçları donanacak bembeyaz çiçekleriyle, sardunyalar boy verecek, menkeşeler mor mor, pembe, beyaz. Yağmurlar yağacak, gök gürültüsü kalbinin çarpıntısını bastıracak. Hayat, sana rağmen kaldığı yerden devam ediyorken sen baharın şaşkınlığıyla uzayıp gideceksin düşler boyu...

Halin arkası kadınlar pazarının altından geçen ana cadde, sağlı sollu peynir, zeytin, türlü bakliyat satan dükkânlar, ciğerciler, kasaplar, soğancılar ve bilumum kap kacak satan dükkânlarla doluydu.

Bunların yanında bir de yukardan aşağı gelirken sağda bir han vardı, akşamleyin arabacıların atlarını çektiği. Az aşağıda balıkhane. Karşıda fırınlar. Fırınların daha içerde olanı Rüştü’nün fırını. Sabahları kapısında kuyruk olurduk; peynirli, kıymalı sırasında. Çocuktuk. Ağır yükü olan ve uzağa gidecek olan at arabası kiralardı. Arabacı Mevlüt, arabacı Hüseyin, arabacı Tahsin bazılarıydı bunların. Bir de ters çevirdikleri sepetlerinin üzerinde oturan hamallar vardı. Şimdi düşünsem adlarını anımsayacağım birçok hamal. Ama ilk aklıma gelen elbette hamal Kazım olacaktı. “Hamal Kazım” demek olmaz. Hamal Kazım’ın adı “Kazım Aga” idi... En az bir metre doksan santim boyunda, iriyarı, Erol Taş kılıklı gülmez bir adamdı Kazım Aga. Onu tanıdığımda sanırım ellisini devirmişti. Kara, gülmez, aksi, lanet biriydi. Az kızsa, az üzerine varsan, aksilik yapardı. Ve bütün Trabzon’un ezbere bildiği o meşhur sözünü söylerdi çekinmeden: “Sen o temiz ağzınla benim ha bu pis götümü yiyesin!”

Kazım Aga eğer bu lafı söylemişse daha üzerine varmayacaksın. Bırak onu olduğu yerde artık. Elleşme. Diğer hamallar farzımuhal elli-altmış kilo taşıyorsa, Kazım Aga o iri cüssesiyle en az yüz kilonun altına girerdi. Gıkı çıkmadan kaldırır sepeti, dimdik yürür giderdi. Herkes misal on lira alıyorsa, o da on lira alırdı. Bu yüzden herkesin gözü Kazım Aga’yı arardı pazar yerinde. Haki renkli bir gömleği olurdu sırtında hep. Gömleğin yakasının içine fular gibi bir mendil sarardı. Askerlerden alınma olduğunu düşündüğüm bir pantolon giyerdi devamlı. Çorapsız ayaklarında her daim kara lastik.

Akşamleyin arabacılar, atlara koşulu arabaları bir kenara bırakıp atları hana çekerken peşlerinden gitmek vazgeçilmez bir meraktı bende. Sözünü ettiğim o hana doğru yöneldiklerinde peşleri sıra gider, atları nasıl tımar ettiklerini, nasıl yemlediklerini, nasıl suladıklarını, onlara nasıl çocukları gibi sevecen ve de haşin ve de şefkatli davrandıklarını görürdüm. Gel zaman, benim bu merakım geçeceğine, gittikçe artmaktayken, hanın içinde bir de ot, saman benzeri hayvan yiyeceklerinin satıldığını gördüm. Annemin, bahçeli evimizin ahırında beslediği kınalının otunu-samanını ben gider alır oldum. Ya sırtımda, ya at arabasıyla eve kadar taşırdım. Akşamları da bir el arabası uydurabilmişsem, pazar içine girer, çöpe atılmış sebze-meyve artıklarını toplardım kınalı için. Toptancı hali akşam beşte demir kapılarını zincirlerle kapattığı için hale giremezdim. Girmesine girerdim de hep bir aksi mi aksi bekçi olurdu orda. O yüzden pazar yerindeki artıkları tercih ederdim.

İlkokul çağlarında bir çocuktum. Boyumdan büyük işlere bulaşıyordum. Bütün merakım, az param olsa da, akşam eve giderken Rüştü’nün fırınından bir ekmek alıp anneme göstere göstere ekmek selesine koymaktı. Kimi zaman imkânım olur, yapardım bunu. Kimi zaman fırının vitrininde o kocaman ekmekleri seyre dalar, işimi gücümü unuturdum. Bir akşamüstü, ben pazar içinde dolaşırken kınalının kısmeti için, baktım ki atlar yavaş yavaş hana çekilmekte. Esnaf ağır ağır tezgâhlarını toplamakta. Alacağını almış olan hızlı adımlarla evinin yolunu tutmuş gidiyor. Tek tük arabalar geçiyor, balıkhane önünde ıslak kasalarda bağ bağ mezgitler akşam pazarı usulünce üç otuz paraya kapış kapış gidiyor.

Atları takibe koyuldum. Hana girdiler teker teker. Atların saldığı o ter kokusu, at kokusu beni benden alan müthiş bir şeydi. Kaşağıyı, keçeyi alsam ben de tımar etsem atları diye geçirsem de içimden, her defasında arabacılar tarafından terslenirdim. Her şeyi göze alarak girdiğim handa, otların arasında sepeti ters dönmüş, mendili yine gömlek yakasında uyur gördüm Kazım Aga’yı... Arabacı, atını hana sokmakta zorlanıyordu, at inat etmişti. Bir türlü girmek istemiyordu hana. Arabacı zorlasa da, at şaha kalkıyor, biraz yanaşsan çifte atmaya başlıyordu. Arabacı aceleyle belinden çözdüğü palaskasının kemeriyle ata allah ne verdiyse vurmaya başlamıştı. At buna rağmen inadından vazgeçmiyordu. İçim kan ağlayarak manzarayı seyretmekteydim. Birden arabacının palaska tutan eli, havada bir el tarafından kavrandı; baktım Kazım Aga. Arabacıyı bileğinden tuttuğu gibi salladı. Arabacı kendini otların üzerinde bulduğunda Kazım Aga çoktan atın yularını yakalamış, atın munzurlarını, yelelerini okşamaya başlamıştı. Arabacıya döndü, “Sen o temiz ağzınla benim ha bu pis götümü yiyesin!” dedi.

Bindokuzyüzaltmışdokuz senesinin mayıs ayının onuncu günü, cumartesi... Okuldan yarım gün ders yapıp geldiğimde baktım ki, ebe Cemile Abla evde. Annem yatakta uzanmış ter içinde yatıyor. Annemin kucağında kapkara bir bebek. Ne olduğunu anlayacak yaştaydım. Yedi yaşında ilkokul talebesi koskocaman bir adamdım! Dokuz çocuktan sonra onuncu çocuk doğmuştu. En küçük kardeşim katılmıştı aileye: Gökhan... Konu komşu evde pişirdiğini bizim eve taşımaktaydı: sütlaç, çorba, komposto... Daha neler neler. Her gelen eli dolu geliyordu. Turfanda sebzeler çıkmıştı. Yukarıda, kalekapıda, bakkal candaşın önünde de kasa kasa domatesler, hıyarlar diziliydi. Beş param yoktu. Sinsice yaklaştığım bakkalın önündeki kasalardan bir salatalık aşırıp gömleğimin altına soktum. Koşa koşa eve geldiğimde annemi üst kattaki kendi odasına yatırmışlardı. Çarçabuk annemin yanına çıktım, hıyarı çıkarıp annemin başucuna koydum. Annem bir hıyara bir bana baktı, “Çabuk bunu nerden aldıysan yerine koy.” deyiverdi. Hızla merdivenleri indim. Bir yandan mahcup, bir yandan yakalanmışlığın korkusu, bir yandan anneme bir şey getiremememin hüznü; yokuşu tırmanıp kalekapıya çıktım. Aynı sinsilik ve kurnazlıkla hıyarı bakkal candaşın önünüdeki kasaya bıraktım.

Gel zaman, pazar yerinde bir öğlen vakti, Kazım Aga sepetini ters çevirmiş oturuyordu. Henüz iş yoktu demek ki, ya da yükten yeni dönmüş. Elinde çakısıyla taptaze bir salatalık soymaktaydı, kokusu taa ordan bana kadar gelmişti. Yanından geçer gibi mi, durur gibi mi yaptım bilmiyorum, “Al ula eşşoğlu eşşek.” diyerek soyduğu hıyarı uzattı bana. Aldım çekinerek, o sıra yanımızdan geçen biri laf attı Kazım Aga’ya: “Sen önce kendi karnını doyur...” Laf atan belli ki tanıdık, şaka yollu takılmış Kazım Aga’ya. Kazım Aga ilerleyen adamın arkasından bağırdı: “Sen o temiz ağzınla benim ha bu pis götümü yiyesin.”

Yemyeşil yapraklar arasında sapsarı mimozalar açtı. Trabzon’da bir evin arka bahçesinde çekilmiş bir fotoğrafta gördüm bugün. Yakında akasyalar bembeyaz çiçeklerini sunacak, menekşeler, sardunyalar, hanımeliler, sultan küpeler, begonyalar... Annemin bahçesi şenlenecek yeniden. Oğul bekleyecek boş iskemleler. Sofra, oğul bekleyecek. Yataklar oğul bekleyecek. Sokak şenlenmek isteyecek. Işıklar yansın, bahçede duvarlarda sesimiz yankılansın. Babaocağı şenlensin isteyecek ablalar. Felekten bir gece çalalım, bir gece daha uyuyalım baba evimizde hep beraber diyecekler. Çoluk çocuk, torun torba, bir kez daha şaşarak seyredecek bu cümbüşü. Hayat akıp gidecek, gidenleri anacağız yeniden, herkes gözyaşlarını birbirinden saklayacak. Herkes herkesin ağladığını bilerek.

Sonra, herkes kendi hayatının izini sürerek o lanet akşamların, o lanet gecelerin koynunda bir gün mutlaka düşleri görerek uzayıp gidecek.


Burhan Öztürk


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder