Günler
usul usul uzuyordu. Mevsim ağır ağır baharın kapısını aralıyordu inceden. Yeşil
yapraklar arasında sapsarı mimozalar gördüm bir fotoğrafta. Trabzon’da bir evin
arka bahçesinde boy vermiş samansarısı mimozalar. Bir süre sonra akasya
ağaçları donanacak bembeyaz çiçekleriyle, sardunyalar boy verecek, menkeşeler
mor mor, pembe, beyaz. Yağmurlar yağacak, gök gürültüsü kalbinin çarpıntısını
bastıracak. Hayat, sana rağmen kaldığı yerden devam ediyorken sen baharın
şaşkınlığıyla uzayıp gideceksin düşler boyu...
Halin
arkası kadınlar pazarının altından geçen ana cadde, sağlı sollu peynir, zeytin,
türlü bakliyat satan dükkânlar, ciğerciler, kasaplar, soğancılar ve bilumum kap
kacak satan dükkânlarla doluydu.
Bunların
yanında bir de yukardan aşağı gelirken sağda bir han vardı, akşamleyin
arabacıların atlarını çektiği. Az aşağıda balıkhane. Karşıda fırınlar. Fırınların
daha içerde olanı Rüştü’nün fırını. Sabahları kapısında kuyruk olurduk;
peynirli, kıymalı sırasında. Çocuktuk. Ağır yükü olan ve uzağa gidecek olan at
arabası kiralardı. Arabacı Mevlüt, arabacı Hüseyin, arabacı Tahsin bazılarıydı
bunların. Bir de ters çevirdikleri sepetlerinin üzerinde oturan hamallar vardı.
Şimdi düşünsem adlarını anımsayacağım birçok hamal. Ama ilk aklıma gelen
elbette hamal Kazım olacaktı. “Hamal Kazım” demek olmaz. Hamal Kazım’ın adı “Kazım
Aga” idi... En az bir metre doksan santim boyunda, iriyarı, Erol Taş kılıklı
gülmez bir adamdı Kazım Aga. Onu tanıdığımda sanırım ellisini devirmişti. Kara,
gülmez, aksi, lanet biriydi. Az kızsa, az üzerine varsan, aksilik yapardı. Ve
bütün Trabzon’un ezbere bildiği o meşhur sözünü söylerdi çekinmeden: “Sen o
temiz ağzınla benim ha bu pis götümü yiyesin!”
Kazım
Aga eğer bu lafı söylemişse daha üzerine varmayacaksın. Bırak onu olduğu yerde
artık. Elleşme. Diğer hamallar farzımuhal elli-altmış kilo taşıyorsa, Kazım Aga
o iri cüssesiyle en az yüz kilonun altına girerdi. Gıkı çıkmadan kaldırır
sepeti, dimdik yürür giderdi. Herkes misal on lira alıyorsa, o da on lira alırdı.
Bu yüzden herkesin gözü Kazım Aga’yı arardı pazar yerinde. Haki renkli bir
gömleği olurdu sırtında hep. Gömleğin yakasının içine fular gibi bir mendil
sarardı. Askerlerden alınma olduğunu düşündüğüm bir pantolon giyerdi devamlı. Çorapsız
ayaklarında her daim kara lastik.
Akşamleyin
arabacılar, atlara koşulu arabaları bir kenara bırakıp atları hana çekerken
peşlerinden gitmek vazgeçilmez bir meraktı bende. Sözünü ettiğim o hana doğru
yöneldiklerinde peşleri sıra gider, atları nasıl tımar ettiklerini, nasıl
yemlediklerini, nasıl suladıklarını, onlara nasıl çocukları gibi sevecen ve de
haşin ve de şefkatli davrandıklarını görürdüm. Gel zaman, benim bu merakım
geçeceğine, gittikçe artmaktayken, hanın içinde bir de ot, saman benzeri hayvan
yiyeceklerinin satıldığını gördüm. Annemin, bahçeli evimizin ahırında beslediği
kınalının otunu-samanını ben gider alır oldum. Ya sırtımda, ya at arabasıyla
eve kadar taşırdım. Akşamları da bir el arabası uydurabilmişsem, pazar içine
girer, çöpe atılmış sebze-meyve artıklarını toplardım kınalı için. Toptancı
hali akşam beşte demir kapılarını zincirlerle kapattığı için hale giremezdim. Girmesine
girerdim de hep bir aksi mi aksi bekçi olurdu orda. O yüzden pazar yerindeki
artıkları tercih ederdim.
İlkokul
çağlarında bir çocuktum. Boyumdan büyük işlere bulaşıyordum. Bütün merakım, az
param olsa da, akşam eve giderken Rüştü’nün fırınından bir ekmek alıp anneme
göstere göstere ekmek selesine koymaktı. Kimi zaman imkânım olur, yapardım bunu.
Kimi zaman fırının vitrininde o kocaman ekmekleri seyre dalar, işimi gücümü unuturdum.
Bir akşamüstü, ben pazar içinde dolaşırken kınalının kısmeti için, baktım ki
atlar yavaş yavaş hana çekilmekte. Esnaf ağır ağır tezgâhlarını toplamakta.
Alacağını almış olan hızlı adımlarla evinin yolunu tutmuş gidiyor. Tek tük
arabalar geçiyor, balıkhane önünde ıslak kasalarda bağ bağ mezgitler akşam
pazarı usulünce üç otuz paraya kapış kapış gidiyor.
Atları
takibe koyuldum. Hana girdiler teker teker. Atların saldığı o ter kokusu, at
kokusu beni benden alan müthiş bir şeydi. Kaşağıyı, keçeyi alsam ben de tımar
etsem atları diye geçirsem de içimden, her defasında arabacılar tarafından terslenirdim.
Her şeyi göze alarak girdiğim handa, otların arasında sepeti ters dönmüş,
mendili yine gömlek yakasında uyur gördüm Kazım Aga’yı... Arabacı, atını hana
sokmakta zorlanıyordu, at inat etmişti. Bir türlü girmek istemiyordu hana.
Arabacı zorlasa da, at şaha kalkıyor, biraz yanaşsan çifte atmaya başlıyordu.
Arabacı aceleyle belinden çözdüğü palaskasının kemeriyle ata allah ne verdiyse
vurmaya başlamıştı. At buna rağmen inadından vazgeçmiyordu. İçim kan ağlayarak
manzarayı seyretmekteydim. Birden arabacının palaska tutan eli, havada bir el
tarafından kavrandı; baktım Kazım Aga. Arabacıyı bileğinden tuttuğu gibi salladı.
Arabacı kendini otların üzerinde bulduğunda Kazım Aga çoktan atın yularını
yakalamış, atın munzurlarını, yelelerini okşamaya başlamıştı. Arabacıya döndü, “Sen
o temiz ağzınla benim ha bu pis götümü yiyesin!” dedi.
Bindokuzyüzaltmışdokuz
senesinin mayıs ayının onuncu günü, cumartesi... Okuldan yarım gün ders yapıp
geldiğimde baktım ki, ebe Cemile Abla evde. Annem yatakta uzanmış ter içinde yatıyor.
Annemin kucağında kapkara bir bebek. Ne olduğunu anlayacak yaştaydım. Yedi
yaşında ilkokul talebesi koskocaman bir adamdım! Dokuz çocuktan sonra onuncu
çocuk doğmuştu. En küçük kardeşim katılmıştı aileye: Gökhan... Konu komşu evde
pişirdiğini bizim eve taşımaktaydı: sütlaç, çorba, komposto... Daha neler neler.
Her gelen eli dolu geliyordu. Turfanda sebzeler çıkmıştı. Yukarıda, kalekapıda,
bakkal candaşın önünde de kasa kasa domatesler, hıyarlar diziliydi. Beş param yoktu.
Sinsice yaklaştığım bakkalın önündeki kasalardan bir salatalık aşırıp
gömleğimin altına soktum. Koşa koşa eve geldiğimde annemi üst kattaki kendi
odasına yatırmışlardı. Çarçabuk annemin yanına çıktım, hıyarı çıkarıp annemin başucuna
koydum. Annem bir hıyara bir bana baktı, “Çabuk bunu nerden aldıysan yerine koy.”
deyiverdi. Hızla merdivenleri indim. Bir yandan mahcup, bir yandan
yakalanmışlığın korkusu, bir yandan anneme bir şey getiremememin hüznü; yokuşu
tırmanıp kalekapıya çıktım. Aynı sinsilik ve kurnazlıkla hıyarı bakkal candaşın
önünüdeki kasaya bıraktım.
Gel
zaman, pazar yerinde bir öğlen vakti, Kazım Aga sepetini ters çevirmiş oturuyordu.
Henüz iş yoktu demek ki, ya da yükten yeni dönmüş. Elinde çakısıyla taptaze bir
salatalık soymaktaydı, kokusu taa ordan bana kadar gelmişti. Yanından geçer
gibi mi, durur gibi mi yaptım bilmiyorum, “Al ula eşşoğlu eşşek.” diyerek
soyduğu hıyarı uzattı bana. Aldım çekinerek, o sıra yanımızdan geçen biri laf
attı Kazım Aga’ya: “Sen önce kendi karnını doyur...” Laf atan belli ki tanıdık,
şaka yollu takılmış Kazım Aga’ya. Kazım Aga ilerleyen adamın arkasından bağırdı:
“Sen o temiz ağzınla benim ha bu pis götümü yiyesin.”
Yemyeşil
yapraklar arasında sapsarı mimozalar açtı. Trabzon’da bir evin arka bahçesinde
çekilmiş bir fotoğrafta gördüm bugün. Yakında akasyalar bembeyaz çiçeklerini
sunacak, menekşeler, sardunyalar, hanımeliler, sultan küpeler, begonyalar...
Annemin bahçesi şenlenecek yeniden. Oğul bekleyecek boş iskemleler. Sofra, oğul
bekleyecek. Yataklar oğul bekleyecek. Sokak şenlenmek isteyecek. Işıklar yansın,
bahçede duvarlarda sesimiz yankılansın. Babaocağı şenlensin isteyecek ablalar.
Felekten bir gece çalalım, bir gece daha uyuyalım baba evimizde hep beraber diyecekler.
Çoluk çocuk, torun torba, bir kez daha şaşarak seyredecek bu cümbüşü. Hayat
akıp gidecek, gidenleri anacağız yeniden, herkes gözyaşlarını birbirinden saklayacak.
Herkes herkesin ağladığını bilerek.
Sonra, herkes kendi hayatının izini sürerek o lanet
akşamların, o lanet gecelerin koynunda bir gün mutlaka düşleri görerek uzayıp gidecek.
Burhan Öztürk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder