Köyden istasyona giden yol,
eriyen karlarla diz boyu çamurdu.
İki mızrak boyu yükselen güneş,
tarlaları hâlâ örten karların üzerinde pırıltılarla ve göz kamaştırarak
yanıyor, fakat yoldaki pis su birikintilerine vurunca donuk sarı bir renk alıp
boğuluyordu.
Kocaman ve altı çivili
kunduralarını çıplak ayaklarına geçirmiş olan küçük Hasan, sağ koluna aldığı
güğümü, ara sıra dinlenerek sürüklemeye çalışmaktaydı. Bazan sol elindeki çinko
maşrapayı yere bırakarak ağır yükünü vücuduna daha az ağrı verecek bir şekilde
kavramak istiyordu. Ağzına kadar ayranla dolu olan güğümün alt kenarı her adım
atışında dizlerine vurmakta ve dirseğine kadar geçirdiği sapı, kolundan
kurtulup önüne yuvarlanmak ister gibi, ileri hamleler yapmakta idi.
Kunduralarının arka tarafı o kadar dışarı doğru eğilmişti ki, çocuğun topukları
ayakkabının ökçesine değil, doğrudan doğruya çamura basıyordu.
Yaz kış, her gün gitmeye mecbur
olduğu bu iki saatlik yol bu sefer daha uzamış gibiydi. Tam yarı yolda bulunan
küçük ve kuru söğüt ağacı henüz ufukta ve sisler içindeydi.
Küçük Hasan senelerden beri
gördüğü şeylere alakasız gözlerle bakıyordu. Kuru sazların arasında çorak ovayı
oyarak geçen ve ta yanına gelmeden farkına varılmayan dört adım genişliğindeki
küçük derenin, yan yana uzatılmış üç kalastan ibaret köprüsü artık çökecek
kadar sallanmaya başlamıştı.
Biraz daha yukarda, küçük bir
sırta dayanarak ovaya bakan değirmenin uğultusu duyulmuyordu. Bu kış günlerinde
üç gün işlerse beş gün işlemiyor, kapısının önündeki yaprakları dökülmüş üç
söğütle tamamen terk edilmiş bir viraneyi andırıyordu.
Küçük Hasan hiçbir şey düşünmeden
ilerliyordu. Ne evde kendisinin dönmesini bekleyen iki küçük kardeşi, ne de
dört saat uzaktaki nahiye merkezinde hizmetçilik yapan anası bu anda aklında
değildi. Ayranını satıp satamayacağını da düşünmüyordu. Kafasında yalnız bir
şey vardı: Bu yolu tekrar yürümek, geri dönmek mecburiyeti...
Uzun bir ağlamanın sonundaymış
gibi içini çekti. Maşrapayı tuttuğu sol elinin çatlaklarla örtülü üst tarafı
ile burnunu sildi. Gözlerini ileri çevirince istasyona yaklaştığını gördü.
İki tarafı çıplak dağlarla
çevrilen bu upuzun ovanın tam orta yerinde yapayalnız duran ve etrafındaki
yapraksız akasyalarla daha zavallı görünen bu soğuk bina, oraya rastgele
atılmış bir taş parçasını andırıyordu. Günde iki defa geçen posta treni bile,
ne diye bu manasız yerde duruyorum diye hayret eder gibiydi ve birkaç dakika
durduktan sonra kalkarken, çaldığı düdükte keyifli bir ıslık edası vardı.
Küçük Hasan, istasyonun tahta
parmaklıkla ayrılan hududuna gelince biraz dinlendi, sonra yine tahta
parmaklıklı kapıyı aralayarak içeri süzüldü.
İstasyon binasıyla raylar
arasında kalan dört-beş adım genişliğindeki yerde, heybelerinin üstünde oturan
iki köylü ile kaputunun içinde büzülmüş gibi duvara dayanan bir jandarmadan
başka kimse yoktu. Burası öyle tren zamanı çeşit çeşit kebapçılar, gazozcular,
yemişçilerle dolan büyük istasyonlardan değildi. Ancak yazın civar köylerden
kara üzüm, kavun, karpuz getiren beş on köylü burasını canlandırırdı. Kışın ise
küçük Hasan’la üç-dört günde bir küçük bir küfe kış armudu getiren topal ve
ihtiyar bir köylüden başka kimse ortalıkta görünmezdi. Tren geldikçe rahatsız
edilmiş bir suratla ortaya çıkan istasyon memuru, işi biter bitmez derhal
odasına çekilir, bütün gününü, on senelik akümülatörlü radyosundan bir ses
çıkarabilmek için asla yeis getirmeden uğraşmakla geçirirdi.
Bugün, kış armudunu satan köylü
de ortada yoktu. Küçük Hasan güğümü yerin ıslak kumları üzerine bırakarak
rayları seyre daldı. Her gün yüzlerce adamı bilmediği bir yerden alıp bilmediği
bir yere götüren bu upuzun ve sonu olmayan demirlerin arasında, gelip geçen
lokomotiflerin bıraktığı siyah yağ lekeleri görülüyordu.
Keskin bir düdük sesi ile
irkildi. İstasyona gelen tren, kendini haber veriyordu. Lokomotif tam yağ
lekelerinin üstüne geldi ve durdu.
Küçük Hasan, kurulu bir makine
gibi, güğümü ve maşrapayı yakalayarak trenin boyunca koşmaya ve başını
pencerelere kaldırarak:
- Ayran, ayran, temiz ayran!-
diye bağırmaya başladı.
Yazın “Buz gibi!” diye bağırırdı;
şimdi, bu soğuk havada, sanki her ayran kelimesinin başında hâlâ o -buz gibi-
sıfatı vardı. Kimse başını çevirip bakmıyordu bile. Trenin hemen hemen bütün
camları kapalıydı, açık olan bir iki tanesinde de boyalı saçlı, yün bluzlu
kadınlar duruyordu.
Küçük Hasan’ın gözleri,
delecekmiş gibi, kapalı camlara dikiliyor ve bunların arkasında teneke
maşrapadan ayran içebilecek insanlar; hali vakti yerinde köylüler, boyunbağsız
esnaflar, izinli giden askerler, hâsılı susamış kimseler arıyordu.
Bir baştan bir başa üç kere
koştu. Güğümün keskin kenarlı dibi ince bacaklarına çarpıp acıtıyor, fakat o,
azıcık yüzünü buruşturarak:
- Ayran, temiz ayran!..- demeye
devam ediyordu.
Dört bardak, hiç olmazsa dört
bardak satabilseydi. Buna mukabil alacağı on kuruşla eve bir kara ekmek
götürebilirdi. Onun gelmesini, aç bir uyuşukluk içinde dört gözle bekleyen iki
küçük kardeşinin hayali gözünden şimşek gibi gelip geçiyor ve o hep
bağırıyordu:
- Temiz ayran... Temiz...-
Annesi hizmetçi bulunduğu yerden
haftada bir kere, birkaç saat için geliyor, yanında biraz yufka, birkaç soğan,
bazan da yarım desti pekmez getiriyordu. Fakat bunlar, üç tane aç mideye iki
gün bile yetmiyordu... Ondan sonra iki kardeşi beslemek vazifesi küçük Hasan’a
düşüyordu. Biri iki, öteki beş yaşında olan bu sıska çocukların bütün işleri,
basık tavanlı bir damdan ibaret olan evde ellerine ne geçerse yemekten ibaret
gibiydi. Küçük Hasan her gün yoğurt çalmak için kendisine lazım olan mayayı
onların yetişemeyeceği ve bulamayacağı bir yere -tavan direklerinin duvarla
birleştiği köşeye- saklamaya mecbur oluyor ve her gün, istasyonda bulunduğu
sırada, bu iki aç midenin, kendileriyle aynı çatı altında aynı açlığı çeken
ihtiyar keçiyi bile yiyeceklerinden korkuyordu.
Çok akşamlar, koltuğunun altında
getirdiği ekmeği ortaya koyarak ayran boşaltmak için bir toprak çanak getirmek
üzere ocağın yanındaki köşeye gider, sofra başına döndüğü zaman o balçık gibi
ekmekten ortada bir şey kalmadığını dehşetle görürdü. O zaman kendisi bir çanak
ayran içer, açlığa alışmış olan midesinin hafif ezilmelerine kulak asmadan,
eski bir pösteki üzerinde yatan kardeşlerinin yanına, delik deşik ve yağlı bir yorganın
altına sokulurdu.
Onu asıl dehşete düşüren,
kardeşlerinin bu kuyu gibi daima yutan ve hiç doymayan mideleri değildi; eli
boş olarak eve döndüğü zaman, bu iki sıska mahlûkun kendisine nasıl parlak ve
büyümüş gözlerle ve nasıl sonsuz bir kinle baktığını hatırlayınca tüyleri
ürperiyordu. Şimdi de bu korkuyla avazı çıktığı kadar bağırdı:
- Ayran... Ayran!..-
Trenin üçüncü mevki vagonlarından
birinin penceresi indirildi. Uzun boyunlu, kasketli, kır bıyıklı bir baş
uzanarak:
- Ver bakalım bir tane!- diye
seslendi.
Küçük Hasan maşrapayı titreyerek
uzattı. Adam minimini gözlerini maşrapanın içine dikerek sindire sindire içiyor
ve sulu ayranı bıyıklarının ucundan yakalıksız gömleğine damlatıyordu.
Maşrapayı uzatarak:
- Doldur bir daha!..- dedi.
Onu da içtikten sonra yeleğinin
cebinden bir onluk alıp aşağı attı:
- Ver beş kuruş!..-
Küçük Hasan:
- Yok ki!- dedi ve etrafına
bakındı. Ortalıkta istasyon memurundan başka kimse kalmamıştı. O da, hafiften
kar çiselemeye başladığı için, boynunu içeri çekmiş, trenin kalkmasını bekliyordu.
Çocuk güğümünü olduğu yerde bırakarak ona koştu, parayı uzattı:
- Şunu iki çeyrek yapsana!..-
dedi.
Memur cevap vermeden arkasını
döndü ve hareket kampanasını çaldı.
Trenin penceresindeki uzun
boyunlu adam eliyle işaret ediyor:
- Gelsene ulan!- diye
bağırıyordu. Küçük Hasan o tarafa koştu. Penceredeki:
- Ver on kuruşu!..- dedi.
Çocuk derhal parayı uzattı. Tren
yavaşça harekete geçmişti. Adam parayı yine yeleğinin cebine koyduktan sonra,
çaresiz bir eda ile:
- Yok çeyreğim, ne yapalım!-
dedi.
Vagon küçük Hasan’dan beş-altı
adım uzaklaşmıştı. Uzun boyunlu adam, pencereden sarkarak:
- Hey, çocuk, hakkını helal et!-
diye bağırdı. Küçük Hasan hiçbir şey anlamıyormuş gibi bakakalmıştı. Tren
hızlanıp uzaklaşıyordu. Tekerleklerin gürültüsü arasında adamın sesi tekrar
duyuldu:
- Helal et bakayım, helal et!..
Hadi!-
Küçük Hasan bir şeyler
mırıldandı. Sonra güğümünü alarak istasyon duvarının kar tutmayan bir kenarına
çömeldi.
Kar adamakıllı serpiştirmeye
başlamıştı. Küçük Hasan eve eli boş dönmektense akşam trenine kadar beklemeye
karar verdi.
Soğuktan donan ellerini
ovuşturuyor ve annesinin keçi kırptıkları makasla kestiği kertikli saçlarını
kaşıyordu. Rüzgârdan gözleri yaşarıyor ve mavi gözlerini saran kirpikleri
çapaklanıyordu.
Akşama kadar bu köşede bekledi.
Ara sıra ayağa kalkıp dizlerini ovuşturuyor, sonra tekrar çömelerek kafasının
içindeki sisli boşluğa gözlerini çeviriyordu. Düşünmesi ve tahayyül etmesi
kendisine hoş gelecek hiçbir şey mevcut olmadığı için, bu boşluk ona bir
dinlenme gibi geliyordu. Birkaç kere anası aklına geldi. Onun ağlamaklı yüzünü
görür gibi oldu. Üç küçük çocuğunu toprak bir damda bırakarak başka köylerde ve
el yanında birkaç lokma için didinen bu kadına karşı garip bir merhamet
duyuyordu. Bunda, biraz da, kardeşlerine karşı anasıyla aynı vaziyette
bulunmasının tesiri vardı. Evdeki iki aç mahlûk haftada bir gelen zavallı
kadını da hep o kin dolu bakışlarla karşılarlardı. Kadıncağız, getirdiği
bulgurdan yağsız bir çorba yaparken, kuru kuru hıçkırıklarla iktifa eder
(yetinir), evi bir parça düzeltmeye çalışır, akşama kadar kaldıktan sonra,
bazen bir kelime bile konuşmadan çıkar giderdi. Küçük Hasan onun ağzından
babasına veya herhangi bir akrabaya dair bir kelime bile duymamıştı. Zaten
kendini bildiğinden beri bir an bile bunları merak etmiş değildi. Hayatı
istasyonda ayran satmaktan ve küçük kardeşlerini beslemekten ibaret sanıyordu.
Bunun için de bir tek korkusu vardı: Ya anam yine günün birinde eve gelip
birkaç gün yatar, iniltiler içinde ve kendi kendine bir çocuk daha doğurur, beş
on gün sonra onu da başıma bırakarak giderse, diyordu... Bu yeni misafiri de
doyurmak kendisine düşecekti. Köylü de onların evinden nedense uzak kalmayı
tercih ediyordu. Kapılarını bir gün bir insanın açtığı görülmemişti. Hayat
eskisinden daha feci olarak devam edecek ve Hasan, günden güne sütü azalan
ihtiyar keçinin yardımıyla bu müthiş mücadeleyi başarmaya çalışacaktı. Gününün
boş zamanlarını keçiyi otlatmak, karlı havalarda ise dere boyunda, bir karıştan
kısa, kuru otlar bulup hayvana getirmekle geçirecekti.
Yazın işleri o kadar fena
değildi. Sabahleyin serinde yola çıkarsa istasyona yorulmadan varıyor, hemen
hemen bütün güğümü satıyordu. Cebine doldurduğu ufak paralar kadar, belki de
daha fazla onu sevindiren bir şey de, köye dönerken yükünün hafif olacağı
düşüncesiydi.
Sabah treninde bütün ayranı
satamasa bile, akşam trenine kalıyor, fakat istasyona ekin getiren köylüler
öğleyin ekmek yerken çok kere bütün güğümü haklıyordu.
Akşam treni saat dört buçukta
geldiği için yazın ortalık kararmadan köye dönebiliyordu. Fakat bugün daha
trene yarım saat kala istasyon korkutucu bir alacakaranlığa gömülmüştü.
Ayazda ve karanlıkta kalkıp geri
döneceğini düşünerek titredi ve hemen gitmek istedi. Fakat bu sırada odasından
dışarı çıkan istasyon memuru trenin yakın olduğunu anlattı.
Trenin istasyonda durmasıyla
kalkması bir oldu. Küçük Hasan kapalı ve puslu pencerelerin arkasında hayal
meyal belli olan insan şekillerine bakarak trenin bir başından öbür başına koştu
ve -Ayran, temiz ayran!- diye bağırdı, kocaman kunduraları ıslak kumlarda
gıcırtılar yapıyor, karlar bağırmak için açtığı ağzına doluyordu.
Vagonların pencerelerinden
dökülüp yerdeki su birikintilerine yayılan soluk muştatil (dikdörtgen
biçimindeki) ışıklar sıçraya sıçraya uzaklaşırken küçük Hasan güğümünü kavradı
ve tahta parmaklıklı kapıyı iterek köyün yolunu tuttu.
Henüz karanlığa alışmayan
gözlerine kar parçaları vuruyordu. Güğümün içindeki ayran her adımda
çalkalanıyor ve garip sesler çıkarıyordu. Yavaş yavaş sırtından içeri işleyen
rutubet onu titretmeye başlamıştı.
Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey
hissetmeden ve bir hayvan gibi yolunu alışkanlıkla bularak yürüyordu. Ovanın
içerisine doğru daldıkça pabuçlarının ve güğümdeki ayranın sesine başka sesler
de karıştı. Uzaklarda birtakım hayvanlar bağrışıyordu.
Müthiş bir korku ile zangır
zangır titremeye başladı. Adımlarını daha hızlı atmaya çalışıyor, fakat
ayakları birbirine dolaşıyordu. Soğuktan uyuşan bacaklarında, güğümün her
çarptığı yer dakikalarca sızlıyordu.
Karanlıktan, yüzünü kamçılayan
kar ve rüzgârdan, dizlerine sıçrayan çamurdan ve duyduğu seslerden korkuyordu.
Açlığı, sıska kardeşlerinin korkunç gözlerini, yorgunluğunu unutmuştu. Bir an
evvel köye varmak, ocakta küllenen bir odun parçasıyla aydınlanan toprak dama
girmek ve bir köşede saklanmak istiyordu. Ne yatmak, ne dinlenmek, sadece bir
dört duvar arasında bulunmak... Bu geniş karanlıktan, bu seslerden kaçmak...
Ayakkabıları çamurda saplanıp
kalmıştı. Yalınayak koşuyordu. Savrulan güğümden üstüne başına ve yerlere
ayranlar saçılıyordu. Birbirine vuran dişlerinin arasından manasız korku sesleri
fırlıyordu.
Uzaklardaki hayvan sesleri
gitgide yaklaşıyor gibiydi. Halbuki yarı yoldaki kuru söğüt ağacını daha yeni
geçmişti. Çapaklı gözlerini karanlığı delmek ister gibi açarak ilerilere baktı.
Hiçbir şey göremedi. Havanın güzel olduğu gecelerde bile ışıkları ta kenarına
gelmedikçe görünmeyen köy ona, varılması imkânı olmayan bir yer gibi geldi. Bir
yere sıkıştırıldığını ve kaçacak yer olmadığını anlayan bir hayvan gibi vahşi
ve nihayetsiz bir korku duydu. Elinden ayran güğümünü ve maşrapayı fırlatarak
koşmaya ve gırtlağından anlaşılmaz sesler fırlatmaya başladı. Bunlar bazan
“Ana... Ana!” der gibi oluyor, bazan da, “A... A... Aaah”, “A... A... Aaah”
halinde karanlığa yayılıyordu.
Hayvan sesleri daha yakınlaşmış,
yolun ilerisinde, karların arasında, birtakım karaltılar belirip tekrar
kaybolmaya başlamıştı. Küçük Hasan dizlerinin artık kendisini taşıyamayacağını hissetti.
Korku her tarafını bağlamıştı. Çıplak ayaklarının cıvık çamura her basışında
çıkardığı ezik ses, sırtına bir kamçı gibi iniyor ve korkusunu birkaç misli artırıyordu.
Boğazına bir şeyler tıkanmıştı. Çatlak elleriyle gözlerini silerek ileri bakmak
isterken dizlerinin üstüne yuvarlandı. Kalktı, fakat beş-altı adım sonra tekrar
düştü. Boğazından fırlayan sesler daha vahşi bir şekil almıştı.
“Ana... Ana!” derken sesi,
gitgide yaklaşan ve kar üzerinde kayıyormuş gibi süratli adımlarla etrafında
daireler çizen hayvanların bağırışından farksız oluyordu.
Büzülmüş bir halde yolun
çamurları üzerine uzanan vücudunu kar örtmeye çalışırken o hâlâ birbirine vuran
dişlerinin arasından:
“Ana... Anacığım... Ana!” diye mırıldanmaya
çalışıyordu. Bu sırada, birkaç yüz metre ötede, evlerinin tahta kapısı
arkasında rüzgârın sesini dinleyerek küçük Hasan’ı bekleyen iki kardeş,
onunkine pek benzeyen bir korku ile titriyorlar ve köyün etrafında dolaşan
kurtların sesini duydukça, birbirlerine sokularak ağlaşıyorlardı.
1938
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder