17 Haziran 2019 Pazartesi

Bitmeyen Çıraklık | Ahmet Hamdi Tanpınar



Güzel bir akşamdı. Oturduğumuz plaj kahvesinde, genç dostum bana yeni yazdığı hikâyeyi okudu. Bu oldukça iyi tanzim edilmiş bir aşk hikâyesiydi. İçinde itinalı tahliller, gündelik hayat dikkatleri, seçme peyzajlar vardı. Güzel ve seyyal bir üslûp, iyi biçilmiş bir elbise gibi mevzuun bütün hususiyetlerini çok yakından kavrıyor, icap ettirdiği değişiklikleri alıyor ve sona kadar hiç aksamadan gidiyordu. Üstelik Nietzsche’den Freud’a kadar birkaç felsefe sistemini, romantizmden sürrealizme kadar bir yığın sanat nazariyesini bu sahifelerde bulmak mümkündü. Hülâsa zengin ve muvaffakiyetli bir nesci vardı. Ve muharriri, her cins sanatkâr gibi, bütün bu muvaffakiyetlerin farkında idi. Bununla beraber küçük bir kusuru vardı. Bütün bu vak’a, bu insanlar, bu üslûp zenginliği, bu dikkatler, adetâ havası boşaltılmış bir âlemde geçiyordu. Toprağa ve bir cins hayata, bir insan topluluğunun mukadderatına bağlı olan eserlerdeki o sıcaklıktan, kavrayıcılıktan mahrumdu. Kendisine bunu anlatmak istedim:
— Hikâyeniz çok güzel dedim, hakikaten güzel. Fakat samimî olmaklığımı isterseniz, bir noksanı olduğunu söyleyeyim. Çok mahalli hususiyetler taşımasına rağmen bizim değil. Vak’a Anadolu’da geçiyor. Bahsettiğiniz peyzajlar tesadüfen yakından bildiğim peyzajlardır, sizi dinlerken onları teker teker tanıdığım oldu. Bununla beraber onlarla karşılaştığım zamanki sıcaklığı duymadım. Bu aşinalık âdeta zihnî kaldı. İnsanlar da öyle.
Ve fikrimi iyice anlatamamaktan mahcup bir halde sustum.
İlk önce kızar gibi oldu. Bir an sırf tenkit etmek, heyecanını soğutmak için bunları söylediğimi sanacak diye korktum. Halbuki böyle olmadı, ilk şaşkınlığı geçer geçmez elindeki kâğıtları masaya bırakarak:
— Doğru, dedi, hakkınız var. Eksikliği ben de biliyorum. Onu her eserimde görüyorum ve bu beni kendimden nefret edecek kadar meyus ediyor. Fakat ondan bir türlü kurtulamıyorum. Bu memleketin malı olan bir sanatkâr olmak için hiçbir tecrübem eksik değil. Çocukluğumu Anadolu’da geçirdim. Orta sınıflı bir memur çocuğuydum. Ana tarafımda çiftçi olarak kalmış birçok akrabam vardı, toprakla hiç alâkam kesilmedi. Memleketi karış karış gezdim. Yerli hayatı, en manâsız taraflarını bile sevecek kadar tanır ve bilirim. Zaman olur ki, bütün bir hayat, bakir ve coşkun gelir, içimde tıkanır. Issız yollar, tozlu yaylılar, kireç sıvalı kasaba otelleri, çember sakallı eşraf, yamalı donlu rençperler, velhasıl maddî ve manevî sefalet ve mahrumiyetine hiçbir şefkatin eğilmediği kadın, erkek, çocuk, bir yığın halk gündelik hayatları, hülyaları, ıztırapları, küçük ve geçici saadetleri ile fikir ve yazı hayatına doğmak için beni boğacak kadar sıkıştırırlar. Fakat kalemi elime aldığım zaman bütün bunları kaybederim. Bir ömrün topladığı bütün bu kalabalık birdenbire silinir, yerine nereden geldiğini bilmediğim kuklalar geçer. Ocak başında sıcağı sıcağına dinlenen vak’alar mahiyetini değiştirir, hususî renk ve havaları dağılır. Bu gördüğünüz yazıda olduğu gibi acayip ve tatsız bir kılığa girer ve ben sarf ettiğim mesaiden mahcup, yazı masamdan kalkarım.
Ben bunun sebeplerini çok düşündüm; ve neslimizin büyük bir ıztırabını zannederim ki buldum: Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz frenk kitapları konuşmaktadır! Tıpkı bizden evvelkiler gibi...
(Oluş, 27 Ağustos 1939, nr. 35)

(Bu metin, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 1970 yılında Türkiye Kültür Enstitüsü Yayınları tarafından yayımlanan Yaşadığım Gibi isimli kitabından alınmıştır.)

Düş ile gerçek arasında 'bekçi'


Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz usta oyuncu Turan Özdemir'in son başrol filmi olan Bekçi'de, kendi içine kapanan Salih'in dış dünyadan koparak düşle gerçek arasında kalması anlatılıyor.


İlk gösterimi 37. İstanbul Film Festivali’nde gerçekleştirilen Bekçi, 29. Ankara Uluslararası Film Festivali’nin de Ulusal Yarışma bölümünde festival seyircisiyle buluşmuştu. Ocak 2018’de kaybettiğimiz usta oyuncu Turan Özdemir’in son başrol filmi olan Bekçi, gerilim, dram ve mizahi öğeleri barındırıyor.
Turan Özdemir’in canlandırdığı Salih, bir kasaba mezarlığında gece bekçiliği yapmaktadır; her gün, akşamüstü, bekçi kulübesine gelip sabah gün doğmadan da geri dönmektedir. İlerlemiş yaşına rağmen yaklaşık iki kilometrelik yolu her gün, aynı rutinle kateden Salih, yıllardır yaptığı iş nedeniyle kendi içine kapanmış, gerçek yaşamdan nerdeyse kopmuştur. Kasaba yolunda yaşadıkları, gece kulübeye gelen tuhaf adamlar ve her gece rüyasına giren genç bir kız, Bekçi Salih’te derin bir paranoyaya dönüşmüş, gerçekle gerçekdışı birbirine karışmıştır. Ta ki sabahın ilk ışıklarına dek.
Yönetmen ve Senarist: Durmuş Akbulut
Yapımcı: Elçin Çelik
Görüntü Yönetmeni: Serdar Özdemir
Kurgu: Aziz İmamoğlu
Sanat Yönetmeni: Harika Derya Erten
Ses Tasarım: Tolga Turgay Uygur
Oyuncular: Turan Özdemir, Pelin Ermiş, Serhan Süsler, Koray Ergun, Uğur Karabulut, Engin Çelik, Sencar Sağdıç, Ali Sinan Demirkale, Fırat Turgut, Neşe Arat
Süre: 92 dakika
Yapım Şirketi: İde Yapım

Bilinmez bir evrene yolculuk: 'Digital Beast'


Farklı sergi ve aktivitelerle yıl boyu dinamik kalan inovasyon ekibi ArtBizTech’in ana destekçiliğini üstlendiği sergide, bang. Prix 2019 programına katılmaya hak kazanan gençlerin üretimleri iş, sanat ve inovasyon dünyasıyla buluşuyor.
Studio-X Istanbul’da gerçekleştirilen sergi, biyo-sanat, veri sanatı, yeni medya ve kinetik sanat kategorilerini kapsayan 11 projeden oluşuyor. bang. Prix 2019 sergisi, “digital beast” temasıyla izleyicileri bilinmez bir evrene davet ediyor.
Sanattan ilham alan inovasyon projelerinin önünü açmak ve gençlerin teknolojik ve bilimsel unsurlar içeren sanatsal üretimlerini desteklemek hedefiyle yıl boyunca farklı sergi ve etkinliklerle dinamik kalan inovasyon ekibi ArtBizTech’in, ana destekçiliğini üstlendiği bang. Prix’nin 2019 yılı projelerinin paylaşıldığı sergi, Studio-X İstanbul’da kapılarını ziyaretçilere açtı.
Sanattan ilham alan inovasyon projelerinin önünü açmak ve gençlerin teknolojik ve bilimsel unsurlar içeren sanatsal üretimlerini desteklemek amacıyla düzenlenen bang. Prix programı, iş ve teknoloji dünyasına dijital sanatlar aracılığıyla katkı sağlıyor.
bang. Prix 2019 sergisinin deneysel bir çabanın çizgilerini belirlediğini ifade eden serginin küratörü Esra Özkan, şunları kaydetti:
“bang. Prix üçüncü yılında bilinmez evrenlerde yaşayan, bazen daha bilinemeyecek hale gelen, on bir dijital canavarın gözlerini ovuşturarak kabuğundan gün yüzüne çıkmalarına şahitlik ediyor. Bilinmezi anlamak ve üzerine yeniden düşünmek için 29 Haziran’a kadar bang. Prix’nin evreninde on bir canavarımız ile yaşayacağız. İzleyicileri de evrenimize bekleriz.”
Pazar ve pazartesi günleri kapalı olan sergiyi, salı, çarşamba, perşembe ve cuma günleri 10.30-18.00 saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz; 13.00-14.00 arası kapalı olan sergiyi cumartesi günü ise 14.00-18.00 saatleri arasında gezebilirsiniz.

15 Haziran 2019 Cumartesi

‘Ayrımcılık’ temalı en iyi kısa filmler


Sabancı Vakfı’nın düzenlediği ‘Ayrımcılık’ temalı kısa film yarışmasında 2019 yılının en iyilerini siz Başka Şeyler okuyucuları için derledik.
Sabancı Vakfı'nın bu yılki tema'sını 'Ayrımcılık' olarak belirlediği kısa film yarışmasının açılış konuşmasını yapan Sabancı Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı, “Ayrımcılık toplumsal ve ekonomik gelişmenin önündeki en önemli engellerden biri. Eşitliğin ve birlikteliğin önemini sanatın diliyle konuşmak istiyoruz. Doğrularımızdan vazgeçmedik, kültür ve sanatı desteklemeye devam edeceğiz” dedi.
Aida Begiç, Ceyda Düvenci, Derviş Zaim, Rebecca O’Brien ve Sergei Dvortdevoy’undan oluşan jüri finale kalan on film arasından seçim yaptı.
Yahya Ozan Çalışkan’ın Gülizar isimli filmi birinciliğe değer görülürken, Furkan Han Mert’in Biilaç’ı ikinciliğe, Ercan Akan’ın Afaf – Günahsız’ı ise üçüncülüğe seçildi. Ahmet Kızıl’ın Çentik isimli filmi ise, mansiyon ödülüne layık görüldü.

Bu yıl üçüncüsü gerçekleşen yarışmada bugüne kadar finale kalan filmlerin uluslararası festivallerde de Sabancı Vakfı tarafından destekleneceği bildirildi.
Yarışmaya bugüne kadar Türkiye’nin her bölgesinin yanı sıra Avusturya, Belçika, Fransa, Hindistan’ın da aralarında bulunduğu pek çok ülkeden 750’ye yakın film başvurdu.


Kısa Film Platformu Buluşmaları’nda yüzlerce genç sanatçı, sinemanın farklı alanlarında uzman 30’dan fazla profesyonel isimle bir araya gelerek onların deneyimlerinden yararlanma fırsatı yakaladı.

14 Haziran 2019 Cuma

Parkın ışıkları | Deneme



Ölçüsüz satırların, uyaksız sonlarına gömüyorum bu gece kendimi, bizzat kendi ellerimle. Ki bilen bilir, edilgenlikleri bir türlü sevemediğimi.
Karşıdaki parkın ışıkları kaç saattir sönük, bu gece ruhum aydınlanmadı gitti. Can sıkıntısı ile karışık iç daralması gelip oturdu göğüs kafesime.
Hafta boyunca dinlenmek için hafta sonlarını bekleyen, biraz fazla dinlenince de ne yapacağını bilemeyen, hani şu nankör insanoğlu modum aktif, ki bu duygu pek bana göre değil. Bunaldım.
Ben olmaktan uzaklaşırken, "Ben olmak da ne," diye irkilip, "Sahi ben kimim ki," ile "Ben en iyisi susayım, karanlıklar konuşsun," içsesleri içinde bir parça huzur ararken, huzursuzlaşan huysuz bir kadına dönüşmek üzereyim.
Tanrım, parkın ışıkları yansın artık lütfen.
Saynur Altay

12 Haziran 2019 Çarşamba

Tomris Uyar'ın sesinden: Nasıl yazıyor, nelerden etkileniyor?



Tomris Uyar, yazma sürecinin nasıl şekillendiğini, nelerden etkilendiğini ve nasıl yazdığını anlatıyor.

W. B. Yeats'in 'Dört Yıl'ı Türkçeye çevrildi



W. B. Yeats'in, 1887-1891 yılları arasında İngiltere'deki 4 yılını kaleme aldığı 'Dört Yıl', İzdiham Yayınları etiketiyle Türkçeye çevrildi.

William Butler Yeats, bir İrlandalı. Orada doğdu, orada büyüdü. İnsanlara ve dünyaya oradan baktı. Babası ve ağabeyi ressamdı. Onu da bu yüzden resim eğitimi alması için Dublin Sanat Okulu'na yazdırmışlardı. 1887 yılında ailesiyle beraber Dublin'den ayrılıp Batı Londra'ya yerleştiler.
Henüz 22 yaşındaydı. Dört yıl kadar Batı Londra'da kaldılar. Çoğu şiirini burada yazdı. Bulunduğu çevrede birçok ressam, yazar, gazeteci vardı. Bu dönemde Henley ve Oscar Wilde gibi ünlü edebiyatçılarla tanışma fırsatı da yakalayan Yeats, hemşehrisi Dublin'li oyun yazarı Bernard Shaw'la da orada karşılaşmıştı.
İngiltere'de geçen yıllarını Dört Yıl adıyla kitaplaştıran Yeats'in bu önemli eseri, ilk kez Ahmet Erbil çevirisi ve İzdiham Yayınları etiketiyle Türk okuyucularla buluşuyor.

(W. B. Yeats, Dört Yıl - 1887-1891, Çev.: Ahmet Erbil, İzdiham Yayınları, İstanbul: 2018, 110 s).

11 Haziran 2019 Salı

Dayanılmaz bir acı kaynağı olarak 'gerçeklik' | Crispin Sartwell



George Santayana bir keresinde gerçekçiliği kuran şeyin şok deneyimi olduğunu söylemişti. Bu basit ama köklü bir tespittir. Anlamı şudur: Şok olduğunda, diyelim, bir bowling topunu ayağına düşürdüğünde, bowling topunun ya da ayağının gerçek olup olmadığına inanmak sana kalmış bir şey değildir. Şok deneyiminde, karşısında bütünüyle savunmasız olduğumuz dünya gerçekliğine çağrılırız. Hoşumuza gitsin gitmesin, komada ya da kafadan sorunlu olmadıkça, böylesi anlarda gerçeği yaşarız, ona rıza gösteririz ve lanet okuruz. Böylesi anlarda ve böylesi anlar sayesinde, gerçeğin gerçekliğini öğrenir ve o gerçeklik içinde kendimizin gerçek olduğunu öğreniriz. Zevk nisyan ile malûldür; insanı tatlı bir uykuya ve kendini kutlamaya götürür. Kişi zevk içinde "kendini unutur" ve hatta zevkin kaynağını unutur; kapılıp gider, neye kapıldığını unutur. Ancak acı ve sürpriz beraberinde olağanüstü bir teyakkuz hali getirir ve teyakkuz hali, olan şeye bir açıklıktır.

Gerçeklik pervasızdır, aman vermez ve kaçış yolu bırakmaz. Ama gerçeklik bir acı, bazen dayanılmaz bir acı kaynağıdır. Batılı düşünce ve kültür tarihi gerçekliği inkâr, ondan kaçış, yoksama, kontrol etme ya da yok etme ve adına yaraşır bir kıvraklıkla, aynı gerçekliği olumlama, kabullenme, bağrına basma ya da tarihi olarak yazılabilir. Birincisi, belki mutlak anlamda zorunlu bir korkaklık olsa da, korkaklıktır. Derin, acınası ve patolojik idealizm tarihini kapsar ve Platon ve Hegel'in, Buddha ve Shankâra'nın, Augustine ve Descartes'ın felsefelerinde bir parazit gibi barınır. Korkaklığın birçok biçiminde göründüğü gibi, kibir ve küstahlık abidelerinde kendini açık eder; örneğin, Kant'ın kaleme aldığı haliyle, insanın dünyayı kurduğu iddiası. Uzay ve zaman salt insan algısının formlarıdır: Bu iddia pervasızlığın dik âlâsıdır.

Öte yandan, gerçeğin olumlanması inanılmaz güçtür. Gerçeğin neyse o olmasına rıza göstermek, bizim için ondan sakınmaktan, onu inkâr etmekten, yok etmekten, yeniden yaratmaktan çok daha zordur. Her birimiz için, düzeltmeyi, gözden geçirmeyi, silmeyi isteyeceğimiz olaylar, insanlar ve kurumlar vardır. Ancak olumlamada umut vardır, çünkü gerçeklik, nihayetinde, gerçektir. Kişi bir zaman için belki şu ya da bu olgudan sakınabilir, şu ya da bu olguyu değiştirebilir. Ancak bir bütün olarak gerçekliğin ortadan kaldırılabileceğini ya da yeniden düzenlenebileceğini sanmak, kişinin gerçek olan içindeki tutumu olarak gerçekliğin ortadan kaldırılabileceğini ya da yeniden düzenlenebileceğini sanmak nafile ve umutsuz bir çabadır. Nafiledir, çünkü zayıflığın sergilenmesinden, kişinin gerçek tarafından tarumar edildiğinin, diz çöktürüldüğünün ifadesinden başka bir şey değildir. Umutsuzdur, çünkü sakınmak, son tahlilde, imkânsızdır; her birimiz tamamen gerçek içinde yerlerimizi alırız; her birimiz, aslında, onun mekânlarından birinde, gerçekliğin dönüşüme uğramış hallerinden biri olarak gerçeğiz.

Gerçekten sakınmak, başka saçmalıklar yanında, kendimizden sakınmayı icap ettirir. Kendini yok etmek dışında gerçeklikten sakınma yönündeki her girişim, kişinin tahammül edilmez bulduğu şeye sonuna kadar gömülmekten duyduğu acı ve öfkeyi daha da artırır.

Crispin Sartwell

(Bu metin, 1999 yılında Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan Crispin Sartwell'in Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik kitabının “Gerçek Şoku” isimli bölümünden alınmıştır.)


5 Haziran 2019 Çarşamba

Sana bir ayna getirdim | Mektup



Sevgili Dost;
Sana hitaben yazılmış onca mektubun içinde, benim gurbetimden yola çıkmış mektubumla rastlaşacağını umarak yazıyorum bu satırları. Kimbilir belki bir gün bir kelime ile bölüşmek istersin yalnızlığını. Sana misafir olur mektubum. Dilersen yoldaşın olur. Nelerden geçiyor yolun, nerelerde takılı kalıyor yolculuğun bilmiyorum ama belki sen de bir mektuba sığdırırsın manzaranı diye umarak sana açmak istediğim bir konudan bahsetmek istiyorum: Bugün Halil cibran'ın bir sözü takıldı gözüme: "Yüreğin sevgisi sedir ağacının dalları gibidir; ağaç bir dalını kaybederse acı çeker ama ölmez."
Hani büyük bir hayal kırıklığından sonra can çekişir gibi hissettiğimiz ama bir umut ışığının belirmesiyle tekrar hayata dönen o yanımız yokladı kendini bende. Sanki orada olduğunu unuttuğum bir vazoya çarpmışım da, çarptığım için düşüp kırılarak kendi varlığını göstermiş gibi bana. Ah Dostum! Ne kadar çok şey biriktirmişim bir bilsen. Düşüp kırılanların orada tutunacak yeri olmadığından düştüklerini gördüm. Emanet taşıyor gibi hamallık yapıyormuşum. Hiçbirinin varlığının toz tutmaktan öteye gitmemiş olduğunu görmek beni nasıl da hüznün kollarına bıraktı. Sonra umutlarım belirdi zihnimin derinliklerinde. Sence, umutlarımız da kırılan dalların yerinde yeşeren filizler değiller mi? Henüz yeşermeye yüz tutmuş olan filizlerin kırıklığının ince sızısı dolaştı kalbimde. Dayanamam dediğimiz şeyleri dayanılır kılan, nerden ve ne zaman çıkacağını bilemediğimiz sürprizler olabilir mi? Ne dersin? Biraz da bu ihtimalle beslenmiyor mu inancımız?
Senin de her daim canlanan yanından yeşerttiğin dalların var mı Dost? Yoksa sen de filizlerini koruyor musun kargaların gazabından? Aslında yalnız değilsin. Senin yalnızlık dediğin dünyada buluşan, ama birbirlerini göremeyecek kadar yüksek duvarları olan ne çok kişi var. Hiçbirimizin kapısı yok o duvarlarda, çünkü duvarı fark edenlerin açabileceği bir kapının olduğuna dair inancımız var. Ben de mektubumla kapı açmak istedim senin dünyana. Sen de, sana dokunan kelimelerimden gör beni. Kaybettiğin hiçbir şeyi o kapıdan içeri geçiremem belki ama, onları bambaşka surette kazanacağının umudunu yeşertebilirim. Bir cümle içinde karşılaşırız ya da cümlenin sonundaki noktada. Sileriz belki de fazlalıkları, eksik olanlara tamamlarız.
Mektubumun açacağı kapının ardına bırakacağım tüm mektuplarımı. Başını yaslayacak bir omuz aradığında, kapının ardında bekler gibi seni bekliyor olacak hepsi.
Son olarak, elinden tuttuğunu hissedeceğin şu satırları eklemek istiyorum:
Bilemezsin sana verecek bir armağanı ne çok aradığımı.
Hiçbir şey içime sinmedi.
Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var,
ya da okyanusa su?..
Düşündüğüm her şey, Doğu'ya baharat götürmek gibiydi.
Kalbimi ve ruhumu vermemin bir yararı yok,
çünkü sen zaten bunlara sahipsin.
O yüzden sana bir ayna getirdim.
Kendine bak ve beni hatırla!.. (Mevlâna)

Jasmin