31 Ağustos 2015 Pazartesi

Ankara'nın Dikmen'i


Dikmen... Ankara’nın en soğuk kışının yaşandığı yerlerinden biridir. Hele Erzurum Mahallesi’nin yokuşundan aşağıya inerken, bu soğuğu iliklerinize kadar hisseder, içinde bulunduğunuz durum ne kadar acıklı da olsa ağlamaya korkarsınız. Çünkü gözyaşlarınızın donup kirpiklerinizin birbirine yapışma ihtimali vardır.
Dikmen’e taşınırken -gerçi taşınma denemezdi buna, çünkü elimdeki yarısı dolu eski bavulumdan ve bir naylon poşetin içindeki kitaplarımdan başka hiçbir eşyam yoktu- Samanpazarı’na uğrayıp sünger bir yatak ve iki adet battaniye almıştım. Evin yakınlarında bulunan bakkalları dolaşıp bulabildiğim kadar boş mukavva kutuları toplayıp yatağın altına sermek için zımbalarını çıkararak düzelttim. Bomboş odanın bir köşesindeki mukavvaların üzerine yerleştirdiğim sünger yatağa bakarken, bir an ‘ne kadar da beni çağrıştırıyor’ diye geçirdim içimden, ‘koca gurbetin bir köşesinde yapayalnız ve etrafını çevreleyen duvarlarla tecrit edilmişçesine ümitsiz.’
Zamanla soğuğuna alıştığım, çatısıyla duvarı arasında bulunan boşluklarından kar tanelerinin üzerime yağdığı, yatağım ve battaniyelerimden başka hiçbir eşyanın bulunmadığı bu evde hayatımın en zor gecelerini yaşarken, kurduğum hayallerin bile donduğunu hissedebiliyordum.

30 Ağustos 2015 Pazar

Siz isterseniz şiir yazmayın!

Omar Akram / "Passage Into Midnight"

Hakikaten, kültür ne demek acaba?

“Bundan yirmi beş yıl kadar evveldi. Aksaray’ın Horozuçmaz Mahallesi Lâlegül Sokağı Hane No. 54, Cilt No. 22, Sahife No. 669’da, iki katlı ahşap bir evde, medeni hali bekâr, cinsiyeti erkek, dini İslam bir çocuk dünyaya geldi. Babası tütün rejisi muhasipliğinden, on sekiz yıl dört ay yirmi iki gün sonra emekliye ayrılacak olan Hüsnü Bey, annesi de ev kadını Mürüvvet Hanım’dı. Turgut bir ebe marifetiyle, babası ahşap evin alt katında merak ve endişeyle kıvranır ve beş dakikada bir merdivenleri tırmanırken dünyaya geldi. Daha doğrusu, yazık ki, yedinci kere merdivenleri tırmandıktan sonra aşağı inerken doğdu. Evin içinde mahallenin yaşlı kadınları dolaşıp duruyor ve Hüsnü Bey de orada, varlığı gereksiz bir insan olduğunu düşünerek, kendini nereye koyacağını bilemiyordu. Kaynar sularla dolu taslar üst kata taşınıyor ve sigara üstüne sigara içen Hüsnü Bey, bu taşıma işine yardım edecek gücü bile kendinde bulamıyordu. Hüsnü Bey o zamanlar çok zayıftı. Çocuk iki yaşına geldiği gün çektirilen fotoğrafta onu tanımakta güçlük çekerdiniz: ince bıyıklı, soluk benizli, genç bir adam. Başında, o yıllarda moda olan, siyah şeritli, geniş kenarlı bir şapka var. Bu şapka, onun silik yüzünü daha da önemsiz gösteriyor ve Hüsnü Bey resimde bir sığıntı gibi duruyordu. Üst kattan çocuk ağlamasının duyulduğu sırada Hüsnü Bey, ertesi gün gireceği Amme Hukuku imtihanını düşünüyordu. Bir taraftan muhasebeci yardımcılığı bir taraftan Hukuk talebeliği... Hüsnü Bey bunalıyordu. Okumaya fazla düşkün olmadığı için, sadece kitaplarda isimlerini görmekle yetindiği filozoflar, kafasında birbirine karışıyor; Necmettin’in notlarından aklında kalan cümleleri hatırlamaya çalışıyordu. Bu Necmettin’in notları da ne kadar okunaksızdı. On Binlerin Ricatı’nı yazanın Aristophanes mi yoksa Ksenophanes mi olduğunu çözmeye çalışırken Platon’un aile nazariyesi, Dante’nin devlet mefhumuna karışıyordu. Hüsnü Beyin en büyük talihsizliklerinden biri de yanlış isimlerin daima daha önce aklına gelmesiydi. Kültür, sadece bazı isimleri hatırlamaktan ibaret değildir, deniliyordu. Kültür, bu isimleri yerli yerinde ve başka isimlerle münasebetini bilerek kullanmak demekti. Kelimeler, kelimeler... diye düşündü Hüsnü Bey, Shakespeare’in adını bile duymadığı halde. Bu kelimeler, kültür mü demekti? Hakikaten, kültür ne demek acaba? Hüsnü Bey için kültür onun dört kere tek dersten sınıfta kalmasına sebep olan Amme hocası Ordinaryüs Profesör -o zamanki adıyla müderris- Ekrem Galip Bey (Aydıner) demekti. Eğer böyleyse, ‘Kültür’, insanı küçümseyen, insanın ne mal olduğunu bir bakışta anlayan irikıyım bir şey demekti. Ekrem Galip Bey, Hüsnü’nün bu korkusunu sanki önceden bilirmiş gibi, imtihan odasına girince ona öyle bir bakardı ki Hüsnü Bey küçülür küçülür, bildiği ya da birbirine karıştırdığı bütün isimleri ve nazariyeleri unuturdu hemen. O an, odanın dışında olmak için neler vermezdi.

Sokak çalgıcıları ve bir gösteri


BEYOĞLU - İSTİKLAL HİKÂYELERİ


(3) Sokak çalgıcıları

Yığınla yürüyen bir grup, kemençe çalan bir çalgıcının etrafında toplanmış. Zevkle dinleyip video ve fotoğraf çekiyorlar. İzleyicilerin gitgide çoğalmasıyla çemberin merkezinde kayboluyor grup; çemberi oluşturan kalabalığın bir üyesi oluyor. Kalabalıkta önünüzdeki kişinin ‘bu kadar dinlediğim yeter’ dercesine geri çekildiği anda, çemberi bir adım daha yarıyorsunuz. Her hamle sizi çemberin merkezine biraz daha çekiyor. Ya sıkışıp geri çekiliyorsunuz, ya da merkezdeki çalgıcının önünde duran karton kutuya para atarken buluyorsunuz kendinizi.
Yanımdaki bir genç, omzunun üstünden başparmağıyla arka tarafı işaret ediyor, “Beleşçi bunlar abi; parayı biz verdik, müziği arkadakiler dinliyor.” diyor.
“Dinlesinler. Harika müzik.”
“Nerelisin abi?”
“Malatyalıyım.”
“Biraz ileride de saz çalıyorlar.”
“Olsun; benim için kemençenin sazdan farkı yok.”
Gencin neden beni ‘ileride saz çalınıyor’ diye bilgilendirmek zorunda kalışını anlayamadım. Burada iki şeyin aklına geldiğini düşündüm: ‘Ne işin var abi; kalabalık etme de kendi memleketimizin müziğini dinleyelim.’ duygusu; ikincisi, İstiklal’in çeşitliliğine gönderme yaparak ‘burada daha ne sürprizler var’ demek istemesi.

28 Ağustos 2015 Cuma

Dalıp giderken uzaklara...



Boğazına bir yumru oturur, yutkunursun gitmez. Ağlamak için canını bile verebilirsin ama yaşlar içine doğru yol alır. Halinden anlayan, "oğlum, neyin var" diyen bir annen de yoktur yanında. Her şey kısa süreliğine durur senin için ve sen sadece bir noktaya bakakalırsın. Neresi olduğu ya da ne olduğu hiç önemli olmayan bir nokta. Etrafında belki de seni seven birçok insan, senin sevdiğin birçok şey var. Ama takılır işte gözlerin bir yere. Aklına sicim gibi yağar anılar. Acısıyla tatlısıyla, en güzeli de sevdiğinin bulunduğu anılar.

Unutulması hiçbir zaman mümkün değildir o anların. Ağlamamak için sıkarsın kendini. O yumru gider, yerine patlayacak bir volkan yerleşir. Dişlerin neredeyse birbirine geçecek gibi olduğu zaman fark edersin ancak kötü olduğunu. Oradan uzaklaşmak için izin almaya takatin kalmaz, bir hışım kalkarsın yerinden.

Bulunduğun yerden, o anıları aklına getiren etkenlerden uzaklaştığında rahatlarsın ancak. İşte o zaman birer birer damlalar düşmeye başlar bir zamanlar bakılmaya kıyamayan gözlerinden. Sana inat parıldayan güneşe küsersin. Onunla izlediğin yıldızlarda onun yüzünü ya da kalbini gördüğün her andan nefret etmek istersin. Ve sonra bir sinemaya girersin... On yıl önce, onunla girdiğin ilk film vardır perdede. Belki ikinci dakikada çıkacaksındır filmden ama izlemek istersin sanki yanında o da varmış gibi. Dayanamayıp çıkarsın. Demedim mi ben sana? Neyse...

Onunla yürümediğin her yoldan geçer, toparlamaya çalışırsın kalbinin kırıklarını. Onunla geçemediğin onca sokağı gördüğündeyse, ‘neden bu sokaklardan da geçmedik’ dersin. ‘Onunla daha yaşamam gereken ne kadar çok şey varmış’ dersin. Tekrardan dizilir gözyaşları boğazına. Toparlamaya çalıştığın kalp kırıklıklarını toparlayamadın değil mi? Fark etsene be adam! O kırıkları ancak onunla yaşadığın yerlerde toplayabilirsin ama o da pek işe yarar mı bilemem.

27 Ağustos 2015 Perşembe

Yapımarketler ve Benjamin


Resmin kült değeri laikleştiği ölçüde, onun biricikliğinin temeline ilişkin tasarımlar belirsizleşir. [Walter Benjamin]


Türkiye’nin pasif modernizmden aktif modernizme geçtiği dönemdeyiz. İstemediği halde modernleştirilen kitleler, şimdi modernizmin dümeninin başına oturttu kendine daha yakın buldukları temsilcilerini. Rejime yönelik endişeler, sürekli özcülüğü ovalamaktan daha ileriye gidemediği için bugün on yıllık icraatı, ‘daha modern’e doğru götürülmüş bir gemi olarak görüyoruz. Dünya, olan bitendir. İcraat da öyle. Bugün, Türkiye bir ileri modernizm dönemi ile muhataptır. Temel sancı, bu ileri modernist algının, kendisiyle zamandaş olarak yaşayan postmodernist algı ile yer yer çarpışması. Modernin postmodernist olanla çarpıştığı anda çıkan seslerin çağıltısı ve yoğunluğu.
Korkarım ki bu kış Türkiye’ye modernizm gelecek ve bu, onun icracılarını bile korkutacak.

Modernizm son tahlilde, laikleşme ve kapitalistleşmenin yanında, Türkiye için bir mülklüleştirme dalgası olarak cereyan ediyor. Bir koldan TOKİ, diğer koldan rezidans ve site mantığı ile üretilmiş evler, iştah açıcı ev kredi modelleri ile donanmış sahiplerini bekliyorlar. Modernist kitleler, Nietzscheci bir kaçıştan, ‘mülksüzlükten’ de kaçmaya yazgılı. Anahtar teslim, çocuk parklı, yüzme ya da süs havuzlu, irili ufaklı lükslerle abat edilmiş bu modernist çerçeveye sahip çıkmak için öne atılan sınıfsal refleks, Türkiye’de küçük burjuvazinin inşasına bir katkı yapıyor. Bu katkının mahiyeti, Benjaminci ‘aura’ kavramı ile ilişkilendirilerek anlatılmalı.
Anahtar teslim bir ev, beraberinde boş bir mekânı ve oraya hızla iliştirilecek eşyaları çağrıştırır. İşte burada, Walter Benjamin’in kapitalist üretimin tekniklerinin önümüze getirdiği, biricik bir nesnenin yeniden üretimini ve her yerin bu nesnenin röprodüksiyonları ile dolmasını ve fakat bu nesnelerin, o müstakil nesnedeki ‘aurayı’ kendilerinde taşıyamayacağı gerçeğiyle muhatap oluruz. Bunu, zanaat ya da sanat ile tekniğin yeniden üretilebilirliği arasında kurulan keskin dikatominin bir tezahürü olarak görmeyi teklif ediyoruz. Bugün, sabah kahvaltısından sonra IKEA ve Koçtaş gibi yapımarketlere koşan orta sınıflar da, yataklarının başına asacakları bir Gustav Klimt röprodüksiyonunu ya da bir ağaç uygarlığından gelen bir tasarımcının İsveç motifleri ile üretilmiş bir işini (örneğin bir sandalye, bir masa) dört koldan evlerine -yani yeniden üretilmiş tektip evlerine- getiriyorlar. Bir komodin ya da bir masa lambasının, yanında otuz adet vida ve kullanım kılavuzu ile verilmesi olayı mekanize ediyor. 1930’ların Viyana’sı ya da 1990’ların Stockholm’ü ile şimdinin Beylikdüzü’sü ya da Ataşehir’i arasındaki ‘auranın’ yitim hikâyesi, bir köklülüğü değil, bilakis köksüzlüğü teşvik ediyor.

‘Şimdi burada’ duygusunun kesintisi orta sınıfları ferahlatıyor da olabilir. Böylece mülklüleşme süreci, aurasızlaşma sürecini de beraberinde getiriyordur belki.

Ufuk Akbal

Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler

SAHNEDEN NOTLAR


Oyundaki Rosencrantz ve Guildenstern, hayattan herhangi bir beklentileri olmayan, amaçsız yaşayan, herhangi bir kimliğe sahip olup olmadıklarını dahi bilmeyen kişilerdir. Rosencrantz ve Guildenstern’in tek bildikleri; doğdukları, yaşayacakları ve belli bir süre sonra ölecekleridir. Öyle ki kendilerini tanıtırken isimlerini karıştırırlar. Hamlet’i hatırlamalarının sebebi ise onu çocukluktan bu yana tanıyor olmalarıdır. Aksi halde kendi bildikleri, hatırladıkları başka bir şey yoktur, çünkü geçmişi hatırlayabilecek bir hafızaya sahip değillerdir. Bu yüzden ne başarmak istedikleri bir şey vardır, ne de kendilerinin ne olduğunu anlamaları için onlara yardımcı olacak bir kimse. Sık sık unutmaları, geçmişi tamamen yok saymaları ve sadece günümüze göre yaşamaları onlara sadece acı verir ama, içinde bulundukları belirsizliğe de kızamazlar; her şeye ve herkese güvenme ihtiyaçları onların başına bela ve kaçılmaz sondan başka bir şey getirmeyecektir. Oyunun film uyarlamasına baktığımızda da bu durumun değiştirilmeden aynen beyaz perdeye aktarıldığını görebilmekteyiz.

Filmin yönetmeni Stoppard, Rosencrantz ve Guildenstern ile birlikte izleyicileri bir gözlemci, sahneyi de yaşamı eleştiren bir araç olarak görür. Oyun kavramıyla izleyici bu durumun içine çekilmeye çalışılır. Müzikler komik bir ironi niteliğindedir. Oyuncuların şaşkın ifadeleri genellikle yakın plan çekimlerle gösterilir. Saraya giderken dağ yolunu izlemeleri ve bu durumun geniş açıyla izleyiciye gösterilmesi, insanın evrende ne denli küçük bir varlık olduğuna göndermedir. Bahçe sahnesinde Rosencrantz’ın kafasına elma düşmesi, çömlekler ve tüy ile gülleyi aynı anda bırakma sahnesi ve banyo yaptığı bölümde suyun kaldırma kuvvetini bulması ile mantığın sorgulaması yapılır.

Filmde diğer bir çarpıcı nokta ise kelime oyunlarıdır. Kelime oyunları, her iki oyun kişisinin de korktuklarını ve birbirlerinden haberdar olmadıklarını göstermek açısından filmde önemli bir yere sahiptir. Tenis sahnesi buna bir örnek olarak gösterilebilir. Sürekli bir kelime oyunu, fakat ortada somut bir tenis müsabakası yok. Aslında onların da yaşamda tek sahip oldukları, kelimelerdir. Bu kelimeler ve kelime oyunlarıyla tüm zamanlarını geçirirler, bitmek bilmez bir çabayla da bulundukları çaresiz durumu değiştirmeye çalışırlar.

Oyunun son perdesi Ros ve Guil’in, gemiyle İngiltere’ye yola çıkmasıyla başlar. Vakit gecedir, birbirlerine sorular sorarak hâlâ yaşayıp yaşamadıklarını kontrol ederler. Ros’un kafası hâlâ karışıktır ve bir şeyleri anlayamamakta, düşünememekte ve değerlendirme yapamamaktadır. Aynı zamanda ellerinde Claudius tarafından Hamlet’in ölümünü isteyen bir mektup vardır ama, mektubun içeriğinden ikisinin de haberi yoktur. Film de, aynı oyun gibi, Hamlet’in öldürüleceğini anlaması ve mektubu değiştirmesi ile neticelenir.

Dikkat çekici diğer bir nokta ise Ros ve Guil’un mektubu okuduktan sonra kaçmaya yeltenmemeleridir. Onlar hayatın belli bir amacının olmadığını bilirler. Nitekim filmin sonunda kendilerini asarak intihar ederler. Ros ve Guil’un kaderleri kendi istekleri doğrultusunda belirlenmiş ve sonlarını öğrenmelerine rağmen bunu engellemek için herhangi bir şey yapmamışlardır.

Stoppard, ölüm olgusu ile birlikte tarihsel bir süreci de işler, tarihsel bir kurgudan boş bir zamana, biten bir zamana dönüş yapar. Yazar, seyircilerini, filmdeki belirsizliğe daha çok yaklaştırır ve bu belirsizliği sorgulamalarını ister.

Tamer Aydın

26 Ağustos 2015 Çarşamba

“Her yazdığında senden bir sözcük daha eksilir”


GÖKHAN ARSLANLA SÖYLEŞİ


İzin verirsen, yeni kitabın Babam Beni Niye Öldürdü’deki şiirlerin oluşma serüveniyle başlamak istiyorum: İntiharını yedi ay boyunca yanında taşıyan, darbe günlerine tanık olup işkenceye maruz kalan ve sosyalist kültürden gelen babanın şiir anlayışına ve şiirlerinin oluşma sürecine etkilerinden bahsedebilir misin biraz?
Çocukluğum annemden ve babamdan dinlediğim 12 Eylül ve öncesine ait hikâyelerle geçti. Kaybedilen arkadaşlar, saklanılan evler, okunan kitaplar, yarım bırakılan yaşamlar, sımsıkı tutulan hayaller, bir şeyleri değiştirebilme özlemi, çocuklarına güzel bir gelecek bırakabilme umudu... Aşağı yukarı her gece sanki masal dinliyormuş gibi oturur, onların anılarını kafamda canlandırmaya çalışırdım. Yetişme süreci boyunca bunlarla içli dışlı olunca, duygusal anlamda da o yöne kayıyorsun zaten. Şiire ilk merak sardığım dönemlerde babamın elime tutuşturduğu kitapların Cemal Süreya ve Nâzım Hikmet’e ait olduğu düşünülürse, durum daha da netlik kazanır. Ama bu süreci yaşamış her aile gibi, benim ailemin de bir korkusu vardı; onların yaşadıklarını yaşama korkusu. Böyledir zaten, hem sana anlatırlar, seni geçmişlerine ortak ederler, sonra da aynı hayallerin peşinden gideceksin diye korkarlar. Yani inan ama eyleme geçme. Aslında anlaşılabilir bir durum bu. Yani o kuşağın yaşadıklarını düşündükçe, onların çocukları için duyduğu korkuyu da anlıyor insan. Nitekim her ne kadar hissettirmemeye çalışsam da, ortaokul ve lise yıllarım o korkunun etrafında şekillendi. 

Kitapta sıklıkla kullanılan birtakım sözcükler var: defne, erik dalı, sardunya, bakla yaprağı vb. Ama biri daha var ki, o da sanırım ‘zeytin’ sözcüğü ve onunla ilişkili tamlamalar sanki: Zeytin ağacı, zeytin çekirdeği, zeytin dalı... Babanın ağaç işlemeciliği ve dekorasyon bölümünü okuması ve bitkilerle içli dışlı olmasının bir sonucu mudur bu; çünkü kitabın bir yerinde babanı anlatırken şöyle diyorsun: “hisarönü’ndeki çiçekçiye/ günlerce bıkmadan, usanmadan/ zeytin çiçeğini anlatmış”.
Ağaç İşlemeciliği ve Dekorasyon’ aslında marangozluktan başka bir şey değil. İlla ki ağaçlarla bir ilgisi var ama babam nezdinde bitkilerle içli dışlı olunacak kadar önemli değil. İlk başta, babam bir köy çocuğu ve bir çiftçiydi. Okumak için şehre giden, ama orada kendini siyasi mücadelenin içinde bulan birisiydi. Düşün, üniversite son sınıftayken, ‘okumak burjuvaların işidir’ denilerek bir anlamda okulu bırakmaya zorlanmış ve bırakmış da. Köye ancak yıllar sonra, darbeden sonra ailesiyle dönebildi tekrar. Babam köyde uzunca bir süre kahvehane işletti. Ama bir dönem köydeki zeytinyağı fabrikasında da çalıştı. Bir ara ben de yanında ona yardım ettim. Kendimi bildim bileli zeytine, zeytin ağaçlarına karşı bir ilgisi oldu. Bakla yaprağından salata yapmayı çok severdi, sardunyaları dallarından koparıp saksılarda çoğaltmayı da. Yıllar sonra yeniden şehre geldiğimizde, evin arka bahçesinde kendi diktiği domates, biber, patlıcan fidanlarıyla geçirirdi vaktinin çoğunu. Fakat tüm bunların yanında, babamı sürekli zeytine benzetmemin ayrı bir nedeni var. Babamın tek bir hayali vardı; emekli olduktan sonra köyde yıllarca çalıştığı zeytinyağı fabrikasını çalıştırmak. Ulaştı da bu hayaline. Ama bu hayal onun son mekânı oldu bir anlamda. Soğuk bir aralık günü zehir içip kendini öldürdüğünde, onu fabrikanın içindeki zeytin posalarının üstünde bulduk. Unutmadan, kitabın en başlarda düşündüğüm ismi ‘Zeytinin Ölümü’ydü...

Önceki kitabın Yaraya Tutulan Ayna’da dilin kullanımı ‘şiir içi’ bir çabayı içeriyorken, yeni kitabın Babam Beni Niye Öldürdü’deki üslubunun daha ‘düz’ olduğunu gözlemledim. Bunun nedeni, ikinci kitabının tek bir şiirden meydana geliyor olması mıdır?
Bilinen bir şeydir; tek şiirden oluşan kitapların belirli handikapları vardır; anlatımcılığın tuzaklarına düşmek, belli yerlerde sıkışmaya başlamak, bölümler arasında bütünlük sağlayamamak gibi. Ama bir itirafta bulunmalıyım; aslında senin de dikkatini çekmiş olmalı. Kronolojik anlamda bakıldığında, Babam Beni Niye Öldürdü ilk kitap. Dosyayı bir türlü tamamlayamamış olmam, diğer bağımsız şiirleri bir an önce bir araya toplamak istemem onu ikinci kitap olmaya zorladı. Yani kronolojik olarak baktığında aslında göze çarpan bir aksaklık yok. Hatta şunu da söyleyebilirim; ben Babam Beni Niye Öldürdü’nün bir şiir kitabı olduğundan bile emin değilim. Sonuçta kişisel bir tarih bu. Özel eşyalarımın bulunduğu bir gardırobu açmış ve herkese gösteriyormuş gibi hissediyorum. Yani bir çeşit sözel tarih çalışmasının yazıya geçirilmiş hali. Kendimi aklamak mı? Değil. Belki babama ve bir kuşağa saygı duruşunda bulunmak. Anlatımın düz olması konusunda haklısın. Ama dediğim gibi tek şiir olmasının bazı sıkıntıları var işte. Elimden geldiği kadar bu anlatımcılığı, hikâyeci tavrı kırmaya çalıştım. Bunu da en büyük sığınağım olan imgeye yaslanarak denedim. Buna rağmen kitaba dönüp baktığımda hâlâ bazı aksaklıkların olduğunu görüyorum.

Yengeniz şaka yapıyo...

İçimizdeki boşluk


Sizin hiç on üç - on dört yaşınızdaki halinizi hatırlamaya çalıştığınız oldu mu? Çocukluğunuzu hatırlarsınız, ilk gençlik yıllarınız sıkça gelir aklınıza, hele ergenliğinizi tamamlayıp on sekiz yaşınıza geldiğiniz zamanı, hatta o yaşa girdiğiniz doğum gününüzü birçoğunuz unutamazsınız değil mi?
Ama on üç - on dört yaşınız; ergenliğinizin ilk yılları ve kanınızın kaynamaya başladığı, karmaşık duygular içerisinde olduğunuz ve de aklınızı kullanarak değil tamamen benliğinizi ele geçiren duygularınızla hareket ettiğiniz çok önemli bir dönemin başlangıcıdır aslında. Bu dönemdeki duygu yoğunluğu belli bir yaşa kadar azalarak devam eder. On sekiz yaşınız o nedenle anlamlıdır sizin için. Çünkü, bu yaşınızdan itibaren düşünmeye başlar ve aklınızı kullanarak sağlıklı kararlar alabilirsiniz. Bu yüzdendir birçok ülkede seçme ve seçilme yaşının on sekiz olması ve kanunen reşit sayılması bireylerin.

On üç - on dört yaşındaki bir çocuğa ağır işler yaptırmak suçtur. Taşıyamayacağı bir yükün altında ezilerek, üzerine büyük sorumluluklar almak zorunda bırakılmış on binlerce çocuk var ülkemizde. Bugün, sokakta yürürken etrafınıza bakmanızı öneriyorum sizlere. Çünkü onlar uzaklarda yaşamıyorlar, içimizde ve hatta yanı başımızdalar. O yaşlarda birisini gördüğünüzde lütfen gülümseyerek, şefkatle bakın ve mümkünse göz göze gelerek yapın bunu. Cesaretiniz varsa halini hatrını sorun; gerçi birçoğu yadırgayacaktır bu durumu ama mutlaka hoşlarına gidecektir emin olun.
Benim giderdi çünkü, ondan biliyorum. Sevgiyle şefkatle yaklaşıldığında, o anki duygularının da etkisiyle yapamayacakları da yoktur onların. En tehlikeli durum da budur aslında. Her şeyi yapmaya meyilli olmaları değil, her şefkatle yaklaşana güvenmelerinden kaynaklanır bu durumları. Çünkü iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı fark etmelerine duyguları yeterli değildir.

Amaç için araç olurlar kimi zaman; karşılarındaki insan müsveddeleri bile denemeyecek, insanlıktan bihaber kişiler tarafından basit bir hedef haline gelirler.
Sevilip şefkat gösterilmesi gereken bir çağda bazen, hiçbir fikirlerinin olmadığı tuhaf bir karmaşanın içerisinde kaybolurlar, henüz varlıklarını haykıramadan.
‘Hiç’ olmazlar aslında; hep ‘var olurlar’ ama varlıklarının kendilerine bir yararı olmaz, sadece birçoklarının ağzındaki bir mücadelenin sloganı ya da düşmanı haline getirilirler.

Çocukları, çocuklarımızı sevelim ve sadece sevelim. Sevmek birçok iyiliğin, doğruluğun ve güzelliğin başlangıcıdır çünkü.

Mehmet Ferah

25 Ağustos 2015 Salı

İstiklal'e varış

BEYOĞLU - İSTİKLAL HİKÂYELERİ

(2) İstiklal’e varış



“Tak-simm!” diye bağırdı şoför. Frene basıp el frenini aniden çekerek, hızla kapıyı açıp arabadan atladı. Minibüsten indik. Sabah işyerine ulaşma telaşına benzer bir şekilde hepimiz koşturarak ilerliyorduk.
Taksim Meydanı’nı İstiklale bağlayan yol ağzına geldiğimizde kalabalıklaşan ortamda birbirimizi kaybettik. Taksim, mıknatıs gibi kalabalığı bir merkeze çekiyordu. İstiklal Caddesi’nin girişindeki sağlı sollu buluşma yeri ise tam bir keşmekeşti.
Saatime baktım: 17.38. “İyi, fazla uzun sürmedi. Çabuk geldik.” diye mırıldandım, “Burada bekleşenlerin saat 18.00’de buluşacağına dair her iddiasına varım.”
Herkes buluşmak için birilerini burada bekliyor; bekleme salonundan farksız. Bekleme salonlarında bakışlar sabittir. Her şey ağır ağır hareket eder. Bir anonsla hareketlenir her şey. Ya gazete okur, ya kitap, ya da televizyon seyrederler. Ancak burada oturacak yer yok, insanlar ayakta bekliyor. Herkesin elinde bir telefon, çift elle mesaj atmaya çalışanlar ya da uzun telefon görüşmeleri.
Buluşma yeri tarifi şu şekildeydi: “Gezi Parkı’ndan gelirken Yapı Kredi Bankası’nı arkana al...”, “Çiçekçilerin biraz ilerisindeyim.”
Herkesin tarif ettiği yer aynı, ancak tarifi farklıydı.
“Bak elimi sallıyorum, fark ettin mi?”
“Üzerimde pembe bir tişört var.”
Halbuki aynı yeri tarif ediyorlar. Çiçekçiler olmasaydı tarif etmek ne kadar zor olurdu diye düşündüm. Birçok sevgili, çiçek satan bir Çingene’ye hayatı boyunca borçludur desem çok iddialı bir söz etmiş olmam.

Çingene kızları ya da trafiğin yoğun olduğu zamanlarda otobanı işgal eden, ellerindeki çiçekleri satmaya çalışan Çingene gençlerini hatırlayıverdim şimdi de. Arabamın peşinden koşturarak bir demet ya da bir tane çiçek satabilmek için ısrarla camdan eğilerek baktıkları an geliyor aklıma. Bu tür durumlarda çiçekle ilgilendiğinizi sanmaması için onlarla göz göze gelmemek, çiçeğe bakmamak, sanki önemli bir konuyla ilgileniyormuş gibi yapmanın onlardan kurtulmanın tek yolu olduğunu öğrenmiştim zamanla. Onları affediyorum.
Çingene bir kızdan aldığımız çiçeğin bir sevgili ya da eş tarafından elinde sopa tutar gibi hissiz ve yüzü asık bir şekilde taşınması kadar ne acı verir insana. Oysaki sevgilisinin elinden aldığı bir demet gülün bir genç kız tarafından göğsüne yaslanarak onun gözlerinin içine bakışı, sevgilisini ne kadar da mutlu eder.

Sevdiğimiz Şeyler: "Biz Onlardık"

Şair Cevat Turan'ın 'Gözlerine Sakla Beni' isimli kitabından seslendirdiği "Biz Onlardık" şiiri...




24 Ağustos 2015 Pazartesi

Oyun ve Sevgili


Sen bana şiirler yazarsın, ben sana öyküler anlatırım ve bu böyle sürer gider.
Çünkü cezalıyız sevgili; çünkü gördüğün-duyduğun ne varsa uğultulu bir sessizliktir şimdi, baktığın-dokunduğun ne varsa puslu bir yalnızlıktır şimdi.
Sen bana şiirler yaz, ben sana öyküler anlatayım; çünkü oyunun içinde kaldık sevgili.

Tümüyle şiire adanmış ve bu yüzden oyun dışı kalmış iki hayat anlatacağım bu kez sana; aralarında yarım asırlık mesafe bulunan iki şairin kesişen yaşamlarını anlatacağım;
1942 yılında, bile isteye, kan kusa kusa ölen şair Rüştü Onur’u ve 2006 yılında ölümle sözleşme yapar gibi, kansere yenik düşen Cenk Koyuncu’yu anlatacağım bu kez.

Yüzünden nehirler geçen sevgili; oyun yeniden başlıyor şimdi:
1920’de doğup 1942’de ölen, 22 yıllık kısacık yaşamına koskoca bir aşk ve sıcacık şiirler sığdıran Rüştü Onur’un bütün ömrü hastanelerle işyeri arasında geçti.
İkinci Dünya Savaşı koşullarının getirdiği kıtlık ve sağlıksız beslenme nedeniyle lisede tüberküloza yakalanan ve eğitimini sürdüremeyen şair, 1942 yılında, tedavi gördüğü hastanede tifodan yatmakta olan Mediha Sessiz adında yoksul bir işçi kızla tanıştı; bir şiire sevdalanır gibi sevdalandı Mediha’ya ve 5 Ağustos 1942de nişanlandı onunla.
Daha üç ay geçmişti ki, 12 Kasım 1942’de, Mediha tifodan öldü.
Alkollü içecekler içmesi kesinlikle yasak olan Rüştü Onur, acısını dindirebilmek için, öleceğini bile bile, 18 gün boyunca aralıksız, gece gündüz alkol kullandı; ve 19’uncu günün sabahı kan kusa kusa yaşama veda etti; sevdiği kadına kavuştu 19’uncu günün sabahı.

Oyun dışında kalmış kısacık, küçücük bir hayat anlatıyorum sana sevgili; ve koskoca bir Rüştü Onur aşkı vaat ediyorum.
Nişanlısıyla beraber pazarcılık yapan, kar kış demeden Şair Leylâ Sokağı’nda* tezgâhları başında bekleyen, yoksulluğu, şiiri ve sevdayı da tıpkı ‘Beşiktaş’ta manavlığı’ gibi ‘gururu’yla taşıyabilen** bir Rüştü Onur aşkı vaat ediyorum sana.
Ortaköy Mezarlığında nişanlısının yanına, boğazın mavi sularına karşı gömülen bir Rüştü Onur aşkı.
Garip akımının öncüleri arasında sayılması gerekirken yıllar yılı unutulmuş, yok sayılmış, antolojilere bile alınmamış bir Rüştü Onur aşkı.

Rocky lan bu!


23 Ağustos 2015 Pazar

Cam tuzla buz


Sol saksıda funda var; yanındakinde küpeçiçeği... Yoksa sağdaki mi funda? Yok yok, sağdaki küpe, soldaki küpe...
Of, hayır! Sağdaki funda, soldaki küpe...

Gözlerimde sorun yok; kendimle anlaşamıyorum şu sıralar. O kadar kalabalığım ki, şuradaki benim mesela. Ah, bak burada da ben. Arkamda da var bir tane. Böyle böyle kalabalığım ben.
Nasıl da güzel tanıştım onlarla(!). Hiç unutmam o günü. Çaktım bir kibrit, karanlığımdan sıyrılıp tanıştım sandım kendimle. ‘Sandım’ diyorum; o gün her şey bitti. Başlar sanıyordum. Fakat bitti. Korkup kibrit elimi yakacak diye üflediğim için tanıyamadım ben’i.

Sonra sorular ve sanrılar aldı başını gitti.
“Her şey bitti diye mi şu anda oturduğum odanın duvarları gri; yatağım simsiyah?” diye sordum.
Sürüden bir ben cevapladı: “Avare ve çırılçıplak bir ruh yatıyor diye karardı bu yatak belki de.”
“Dizlerime ellerimi dolayıp sırtımı verdiğim duvar; önümde duran yarısı su dolu bardağa saatlerce baktığım için mi gri?” diye sordum.
“Korkakların rengi olduğu için gri bir odayı bahşettiler benim gibi kibritçi bir kıza belki de.” dedi başka bir ‘ben’.
Kalabalığız vesselam, lakin ‘ben’lerden başka kimsem yok.

Saplantı


Sonbahar 2011

Her şey yolunda. Her şey... Yolunda... Gibi. Gibi... Yolunda gibi. Beynim uyuşuk, her şey gerçek. Her şey yolunda. Gibi... (Başının üstündeki floresanın cızırtılı sesi, yan masada oyun oynayan adamların sesi, oynadıkları oyunun -dama olabilir- sesi, uzaklardan gelen tiz kahkahanın sesi, arkasındaki pencereye vuran yağmurun sesi, yanında konuşan kadının sesi, duvara vuran zincir sesi, annesinin ‘Ayşegül!’ diyen sesi, zincire vuran zincir sesi, sakız çiğneyen adamın sesi, yere vuran sopa sesi, gök gürültüsü...) Her şey gibi. Yolunda gibi...

“Seni beğendim. Oğlum da beğenir seni. Ne dersin? Kendisi avukat. Çok da yakışıklı, tıpkı bana benziyor.”
Başını ağır ağır yanındaki kadına çevirdi Ayşegül, kadına baktı. ‘Tavuğa benziyorsun,’ diye düşündü, ‘Oğlun da tavuğa mı benziyor?’
“Yoksa sen şu öğretmen kız mısın? Aa... Ben seni tanıyorum. Reyhan’cığım bahsetmişti senden, ama çıkaramadım ilk başta. Akıllı kadındır şu Reyhan, herkesle muhabbeti...”
Öğretmenim ben. Hayır. Değilim. -Her şey yolunda.- Öğretmen olabilirim.
“Onun yanında hep eğlenmişimdir doğrusu.”
Olamıyorum. -Her şey...- Olamıyorum.
Beynini zorladı Ayşegül. Öğretmen olmayı denedi ama her şey çok gerçekti. Gözlerini kapatsa bile sadece karanlık vardı. Her şey yolunda. Olamıyorum. Her şey gerçek.
“Hı? Ne diyorsun? Evlenir misin oğlumla?”
“Ben öğretmenim. Öğretmenim.” Değilsin. Öğretmen değilsin. Her şey gerçek, bak. Sen delisin. Delilerin içindesin. Sen öğretmen değilsin. Ama olabilirsin. Buradan çıkarsan olabilirsin. -Her şey...- Olabilirim. Olamıyorum. -Yolunda...-
“Hasta mısın, kızım?” Ürkmüştü kadın. “Ama çabuk toparlanmalısın. Oğlum...”
“Ben hasta değilim!” diye bağırdı Ayşegül. “Hasta değilim ben, öğretmenim!” Attığı çığlık, tavuğa benzeyen kadını korkuttu. Kadın da çığlık atınca köşedeki uzun saçlı adam korkunç kahkahalarına başladı. Kadın tırnaklarıyla zaten yaralı olan suratını yoluyordu.
Olamıyorum. Olabilirsin, buradan çıkmalısın. Öğretmenim. Değilim. Olabilirsin.
Biri uzun biri kısa, iki güçlü adam Ayşegül’e doğru geldi. Kısa olan bacaklarındaki zinciri sandalyeden ayırdı. Her biri bir kolunu tutup çırpınan Ayşegül’ü sürüklemeye başladılar. Küçük hücredeki yatağa attılar Ayşegül’ü. Zincirlerini bu defa çıkarmadılar.

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Batan Gemi


Merdivenin ikinci basamağına uzattığı ayakkabısının bağcıklarını bağlarken acele ediyordu. Her zamanki gibi işe geç kalmıştı. Merdivenlerden koşarak inip apartmanın dış kapısını araladığında, gökyüzündeki karanlık bulutları fark ederek ceketini giymesi gerektiğini düşündü. Beşinci kattaki dairesine geri dönmeyi gözü kesmedi. Gömleğinin üst düğmesini ilikleyerek hızlı adımlarla sokağın sonundaki otobüs durağına doğru yürüdü.
Durağa vardığında yağmur çiselemeye başlamıştı. Kapalı bölümde yığılı kalabalık otobüsün yanaşmasıyla birlikte ite kaka yerlerinden ayrılınca, balık istifi halindeki yolcuların arasına sığışmak için mücadele etmeye başladı.
Havasız ve yoğun ter kokusu içerisindeki otobüste âdeta tek ayağının üzerinde yapmış olduğu yaklaşık bir saatlik yolculuğunun sonunda, Beyazıt Meydanı’ndaki durakta inerek Kapalıçarşı tarafında bulunan pastaneden sıcak bir simit aldı. İlk ısırıkta birkaç gün önce dolgusu düşen dişinin onu yerinden havaya sıçratacak derecede basınç yaparak ağrımasıyla okkalı bir küfür savurdu.
İşyerine vardığında, onu kapıda karşılayan personel müdürünün gülümsemesi pek hayra alamet şeyler olmayacağının habercisiydi. Dar koridordan geçerek masasının bulunduğu bölüme ilerlemek üzereyken, biraz önce sırıtan adam, ciddi ve kararlı bir ses tonuyla, “Mustafa Bey, odamda biraz konuşabilir miyiz sizinle?” dedi.
Geç kalması yüzünden duyacağı nasihat ve iğnelemelerle dolu bir konuşmaya kendini pek de hazır hissetmiyordu bu sabah. Suratı ekşidi, canı sıkıldı ve dişinin ağrısı bir kat daha arttı. Müdürün aralık bıraktığı odasının kapısından içeriye süzülerek can sıkıcı konuşmasının başlamasını bekledi.

Reklamcıları niçin öldürmeliyiz?


Dünyaya bir daha gelecek olsam, reklamcılık yapmak isterim.”


Franklin D. Roosevelt- ABD Başkanı

Jacques Seguela, insanlık tarihinin en olaylı siyasi reklamcılarından biri. Anneme reklamcı olduğumu söylemeyin... O beni bir genelevde piyanist sanıyor! adlı kitabı AFA Yayınları’ndan 1989 yılında çıkmış. Yeni baskısı yok. Sahaflarda bulunuyor. İlk baskısını 4 liraya aldım. Okumak isteyenlere ödünç verebilirim.

Kitap, Seguela’nın kendine ithaf ettiği bir anı kitabı. Reklamcılık hayatına nasıl başladığını, bu hayatta neler yaptığını, reklamın nasıl bir şey olduğunu güzelce anlatıyor. Çevirmen de gayet iyi: Ragıp Duran. Kitapta şu tarz bölümler var: “1969 Kaçış Yılı”, “1970 Mavi Yıl”, “1971 Kara Yıl”. O yıllarda neler olduğunu her sayfada sinemavari bir dille aktarıyor. Bu bir kurgu numarası, zira kitabın sonunda jenerik ve sahneler var. Kitabın meramı: ‘Reklamcı olmak bir genelevde piyanist olmaktan daha ahlaksız bir durumdur.’

Bu fikri destekleyen anılarla, 70’li yılların Fransa’sının reklam sektöründeki pislikleri birinci ağızdan ispiyonlanıyor. 70’li yıllar düşünüldüğünde bu benzetme belki haklıdır ama günümüz reklamı için hafif kalır. Zaten Seguela, Fransız asilliğine sahip büyük reklamcı olduğu için ‘fahişe olmak daha iyidir’ diyememiş, ‘genelevde piyanist olmak’ diyebilmiştir. Adamların genelevlerinde bile piyano var. Bu arada fahişelere selam olsun.

Bir dönem, Neşet Ertaş’ı tanımayan Nil Karaibrahimgil’in, ülkenin en prestijli reklam ajanslarından birinde metin yazarlığı yaptığı bu kültürel çöl ikliminde, bu kitap üzerinden yola çıkarak reklamı satmaya çalışacağım. Yandım.

Ben, Siyah!


Merhaba! Ben, Siyah. Sizin o rengârenk hayatlarınızın aksine ben tüm hücrelerimle siyah, tüm benliğimle karanlığım.

Renkler nasıldı acaba, şiirlere sığmayan gökyüzü? Uçsuz bucaksız mıydı siyahım gibi? Görebilseydim kokusunu aldığım çiçekleri, yıldızları saysaydım mesela, benim de yıldızım olur muydu? Ya da sahiplenebileceğim renklerim, karanlığıma ışık tutar mıydı?

Kitaplar okurdum belki, belki de sözlerinde hayatı unutacağım şiirleri. Simit attığım martıların havada süzülüşünü izlemez miydim?
Birçok film vardı izlemek istediğim; repliklerini ezberlediğim sahneleri belki ben de izlerdim?

Ama şükrediyorum yine de; bir yanından tutunuyorum hayata. Çünkü hep güzel bir yer olduğunu düşündüğüm dünyanın, benim aksime bembeyaz olduğunu.
Kuşlar özgürdü mesela düşlerimde. Sahi, sandığım kadar özgür mü kuşlar?

Belki şimdi rüzgâr saçlarımı okşarken karanlığı seyrediyor, tek renkle bakıyorum hayata. Ama ben o tek renkle mutlu, kendi siyahımla varım.

C. Merve Dede

20 Ağustos 2015 Perşembe

Tanrı'nın Hastalığı

Modern Arap şiirinin son dönem temsilcilerinden olan Ali El Cellavi'nin "مرض الله" şiirinin, kendi sesinden kaydını yayınlıyoruz. Ozan Han Turakine ve Fatih Mutlu'nun çevirisiyle...

Kentin yandan görünüşü!

KENT VE SAKİNLERİ

Zenginler, zengin olduklarının farkına, sınırına, varoşların, yoksulların bulunduğu bir belde içinde varabilirler ancak; her şey -kent bile- bir tasarı, projedir onlar için; bir yerde açlıktan geberen, bahşiş isteyen, üç beş kuruşa tetikçilik yapmak isteyenin olmadığı yerde zenginlik neyle sınanabilir?



Burada saklanmak mümkünsüz. Sağlıktan kozmetiğe, finans sektöründen notere dek her köşe 24 saat uykusuz. Bir istatistik raporunda yer tutan herhangi bir rakamdan farkınız yok, kalbinize eğildiğini düşündüğünüz başınızın en yakın komşusu asfalt. Yani zift, yani keder, yani aşağısı. Burada üretiliyor yeni dünya düzenine uygun ahenkle yürüyecek insan tipleri. Yemek programları, gün ortası, akşamüstü, gece yarısı... bütün televizyonlarda. Beslenme rejimi olmayı aşmış artık. Sağlık programları burada. Fakir fukara insanların yiyebilecekleri şeyler ağzından alınıyor, yiyemeyecekleri şeyler gözüne sokuluyor buralarda. Ne kadar feci değil mi? Bence de.

Kentteysen ıssızdasın artık. Uzaktaki akrabalarını yakınına çağırır kent; onlara ağız dolusu küfredebilmen için yakından. Çünkü, saldırıya uğradığını her cepheden gösterebileceğin bütün senetleri sende toplamıştır kent. Üstü açıktır kentin. Orada, kendi yaranı tek başına elleyecek vakit bırakmazlar sana. Uykunun üstünü açar fabrika düdükleri, okul önleri, servis kornaları. Bir toplu mezar fotoğrafı için her şey hazırdır orda; biraz uzun bakarsınız objektife, çünkü fotoğrafçının işaret parmakları, doğduğu kasabada çırak gitmiştir üçkâğıtçı bir marangozun kapital hırsına.

Deniz kıyıları halkındır; orada yalılar yokken deniz vardı. Ama siz bırakın herhangi bir yalının önünden denize girmeye yeltenmeyi, duvar dibinden geçmeye kalkışın. N’oluyoruz yahu! Altımızda eski bir taka var diye değil, sırf kendini bu denizin, boğazın kadim akrabası sananlar için bir daha: Boğazda üçüncü değil on üçüncü köprü yapılsın! Bütün samimiyetimle söylüyorum bunu. İnsanlar köprüde taksileri durdurup atlayacak boşluk bulamasın, işeyecek aralık bulsunlar aşağıya doğru elbet. Zenginler, zengin olduklarının farkına, sınırına, varoşların, yoksulların bulunduğu bir belde içinde varabilirler ancak; her şey -kent bile- bir tasarı, projedir onlar için; bir yerde açlıktan geberen, bahşiş isteyen, üç beş kuruşa tetikçilik yapmak isteyenin olmadığı yerde zenginlik neyle sınanabilir? Varsıllar kendi durumlarını ihata ettiği için yoksullar yoksullukta ısrar etmek zorunda kalıyor. Kent, kendi kendine oluşmuyor, kendi kendine mayalanmıyor artık; tasarlanıyor, sermaye eliyle oluşturuluyor; kimin nerede alışveriş edip nerede yemek yiyip nereye hangi ücret karşılığında sıçacağı aşama aşama hesaplanıyor. Bunlar için ihaleler düzenleniyor.

Keder / Maram El Masri


Ozan Han Turakine ve Fatih Mutlu tarafından çevrilen Maram El Masri şiiri... Çeviri, 2012 yılında yayımlanan Mesai Sanat gazetesi için yapılmıştır.

الألم؟
كيفَ تعرّفَ اليّ؟

لم أكنْ
أضعُ وردةً حمراءَ
على صدري
و لم أكنْ
على موعِدٍ مَعَهُ

كنت فقطْ
أحاول التخلُّصَ
من آخرِ أثرٍ
لرجلٍ
قد رحلْ

Ali El Cellavi'yle kısa bir konuşma

El Cellavi; şiir, Bahailik, kadın sorunu, Arap Baharı ve Suriye’deki gelişmelerle ilgili sorularımızı yanıtladı.


Modern Arap şiiri denilince Türkiye’de ilk akla gelen şairlerden biri Adonis’tir. Sizin aklınıza gelen isimler kimlerdir?
Benim şiir tecrübem, cahiliye döneminin muallakatları (İslam öncesi dönemde şiirleri Kâbe duvarına asılan şairler), Emevi ve Abbasi şairlerinin katkılarıyla oluşmuştur. Modern şairlerden Mahmud Derviş, Bedir Şakir Sayyab, Nizar Kabbani, Bulend Alhaidary ve Muzaffer Al Navab gibi birçok isim mevcut; bu kişilerin birikimlerinden hem zevk alıp hem yararlanmak mümkün. Bu (zevk ve birikimlerinden yararlanma işi) coğrafyaları aşan bir şeydir.

Bahai dini hakkında ne düşünüyorsunuz? Nasıl yorumluyorsunuz?
Bahailik, yaklaşık 170 seneden beri süregelen güzel bir din. Kendisi hakkında bir yorumum yok, diğer din ve inançlara ne kadar yakınsam, ona da o kadar yakınım. Bu insan ihtiyaçlarının bir sonucu.

“Rabiatül Adeviyye” adında bir şiiriniz var. Arap dünyasındaki kadın sorununa ilişkin neler düşünüyorsunuz?
Dünyadaki kadın hareketi diğer ülkeleri de içine alarak kendine bir mekân yaratmaya devam ediyor. Suudi Arabistan gibi geri kalmış ülkelerdeyse, kadınlara ehliyet verilmemesi, kimlik kartlarına resim koymanın yasaklanması gibi benzeri durumlar var. Ben bu tür sistemlerin de devam edemeyeceğini ve hayatın seyri içinde gelişeceklerini umuyorum.

Suriye’deki olaylar ve ‘Arap Baharı’ denilen gelişmelerle ilgili fikriniz nedir?

Ben dünyadaki bütün özgürlük hareketlerinin yanındayım. Modern ülkeler için, insan haklarından doğan, vatandaşlık olgusunun temelindeki ‘eşitlik’ ilkesini savunan bir çağrıdır bu. Ancak yine de radikal hareketi desteklemiyorum, gerekçesi/sebebi ne olursa olsun, yapılan şiddetten nefret ediyorum.

Jean Valjean, babam ve ben

BAKIMEVİNDEN NOTLAR


Aşka düşmüş bir yaprak, sonbahara kalmamış...

S.Ö.

Dürüst bir kişiliktir Jean Valjean. İradesinin gücü bedenine yansımıştır. Yaşam onu acı bir deneyime sürüklemiş, karnını doyurmak için girdiği kilisenin şamdanlarını çaldıktan sonra kilise onun bu durumunu hoşgörüp bir çalkantıdan yeni bir yöne koymuştur onu. Jean Valjean, içindeki bu ışığı ömrünce taşımış, Tanrı’ya karşı vefa borcunu bir hayat kurtararak ödemiştir.

Babam kısa boylu, cabbar bir adam. Bir göçün içinden çıkmış; beş çocuk ve bir kadınla bir şehirden başka bir şehre sürüklenmiş. İçinden anılar çıkan, içinden sevinçler çıkan bir göçe. “İşte yol bu!” demiş, “Bu yol gergeflerini dokuyor.”

Kasaba okulları, siyah önlükler ve tıraşlı başım. Her şeyi örten, her şeyi koyu bir renge boyayan yalnızlıkların annesi, annem. Şehir büyük bir arena, temizliğin, duruluğun şehri. İçinde emeklerinin karşılık bulduğu, sevinçlerinin horlanmadığı bir güneş, babam. Saliha küçük bir kız. Siyah saçları bukleli, annesinin kopyası. Babasından hafif bir ürpermeyle çekinen, ikiz kardeşinin gölgesinde uzamış, yazlara yürek çırpıntısı bir kardeş. Almancı Süleyman’ın şımarık oğlu ne zaman misafirliğe gelse, yürekleri yoran bir haylaz. Köyde kalan anılar taşınmamış şehre. Ne var ne yoksa köyde kalmış.

Aşka düşmüş bir yaprak, sonbahara kalmamış, görevini bizlerle tamamlayan Jean Valjean, babam ve ben, bakımevinde yarım kalmış bir adam.

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Yasemin


Parmaklarının arasında özenle taşıdığı fidana bir bakış daha attı Melisa. Çiçekler onun için vazgeçilmez bir tutku olduğu gibi, en iyi sırdaşları, en yakın dostlarıydı. Evine henüz birkaç metrelik mesafe kalmışken duraksadı. Karşı evleri sonunda sahibini bulmuştu demek ki!

Bir iki adım yaklaştığında koca kamyondan taşınan eşyalara yardım eden kızı gördü. Siyah kıyafetleri ve aynı tondaki saçlarının bir kısmı kazınmıştı. Kızın tarzı yüzünü buruşturmasına sebep olmuş, evinin bahçesine doğru hızlı adımlar atmasını sağlamıştı. O renklerin kızıydı! Güldeki kırmızı, papatyadaki beyaz, menekşedeki mor büyülerdi onu.
Sıradan geçen gününü, kitaplarıyla sonlandırdıktan sonra eline küçük defterini alarak yatağına uzandı. Her akşam yaşadıklarından birer cümle karaladığı defterdi bu.
Kenarındaki kalemi alarak mavi mürekkebi kağıtla buluşturdu.
"Bazı insanları anlamıyorum." diye başladı sözlerine, "Siyah sadece gecenin karanlığını süslemeliyken bunu kıyafetlerine taşıyorlar; bu içimi karartıyor. Oysa mavi her tonunda güzel değil miydi?" diyerek de bitirmişti önyargı kokan cümlelerini. Ve ardından da, kendini rahat bir uykunun kollarına bıraktı.

Ertesi gün Melisa, heyecanla bahçeye çıkarak yasemin fidanını dikmeye koyulmuştu. En sevdiği çiçeği de bahçesinin bir köşesine ekleyecek, yeni bir dostu daha olacaktı. Yasemini sonunda yerini aldığında gururla gülümsedi, sanırım resimlerine bir kare daha ekleyebilirdi.
Fotoğraf makinesini alıp geldiğinde, kökünden koparılmış çiçeği öfkeyle kaşlarını çatmasına sebep olmuştu. "Hey!" diye seslenerek, suçlulukla içeri koşturan küçük kardeşinin peşine takıldı. Oysa minik kız odasına saklanmış, oyununu sürdürüyordu kendince.
Salonun ortasındaki sehpaya makinesini yerleştirerek sinirli bakışlarla bahçeye çıktı Melisa. İlgilenmesi gereken bir çiçeği vardı. Gözleri yaseminini arıyorken gördüğü manzara çatık kaşlarını gevşetmiş, afallamasına yol açmıştı: Geçen gün karşı eve taşınan kızı çiçeğiyle ilgilenirken görmek, tahminlerini dahi zorlayacak seviyedeydi.
Yanına ilerlediğinde kız bakışlarını Melisa'ya çevirdi, "Ah! Merhaba." dedi elindeki toprak kalıntılarını hafifçe silkelerken, "Ben Yasemin. Az önce olanları gördüm ve yardım etmek istedim. Umarım sorun olmaz?"
Gözlerine yansıyan gülümsemesi yüzüne yayılırken, Melisa ise şaşkın bakışlarına gölge düşürerek tanışmak amacıyla Yasemin'in yanına geçti. Bir yandan fidanı tekrar dikiyor, diğer yandan hoş bir sohbet ile güneşli havayı süslüyorlardı.

En iyi sırdaşlarının yanında, eğlenceli günlerden birini daha eklemişti hayatına, en yakın arkadaşıyla.
Ve bir önceki gün yazdığı cümleleri yine mavi mürekkebiyle karalamış, yeni sözleriyle süslemişti defteri.
"Dış görünüş yanıltıcıydı." diye sıralamaya başladı sayfada: "Kimseyi tanımadan karanlığının ardında parıldayan yasemin çiçeklerini fark edemezdik. Bakmak ve görmek farklıydı. Görmek ile tanımak, bambaşka."

C. Merve Dede


Gözlerinin önünde bütün renkler kirlenirken...

18 Ağustos 2015 Salı

Öyle şekiller


Gün bugündür abicim/ benim yerim benim yanım/ bi söner bi yanarım/ nasıl olsa kökü bende/ o konuşmuş bu konuşmuş/ eski dostum tankla gelmiş/ komşu teyze dama çıkmış/ öyle şekiller/.../ Atlıkarınca canı sıkılınca/ canlandı bir gece dağıldı tüm şehre/ tribünlerin sesi yağmurla birlikte/ ne eksik ne tamız/ bu bizim zamanımız

Hollywood'un yeniden çevrimleri


Amerikalı başarılı yönetmen David Fincher, son yılların çok satan kitabı Ejderha Dövmeli Kız’ı sinemaya uyarladı. Dört yıl gösterime giren film, İsveçli yönetmen Nils Arden Oplev’in 2009’da çektiği filmden sonra ikinci bir versiyon olarak karşımıza çıkmış oldu. Böylece film, Hollywood’un yeniden çevrimler kervanına katıldı. Bu vesileyle Hollywood sinemasının hangi filmleri yeniden çevirdiğini hatırlatmak istedik.

2000’lerle beraber Amerikan sinema endüstrisi eski gücünü kaybetmişti. Özellikle 90’ların ilk yarısında yarattığı filmlerin gölgesinde bir seyir izleyen Hollywood, bu durumu değiştirmek için farklı çözüm yolları aramaya başladı. Bir dönem, tarihi filmlere ağırlık veren endüstri, bu filmlerin ağır yapım maliyetleri taşıması ve eskisi kadar talep görmemesi üzerine alternatif arayışlarını sürdürdü. Özgün senaryoların yazılamıyor oluşu film yapımcılarını kara kara düşündürmeye başlamıştı. Hemen hemen bütün temaların birçok kez denenmiş olması ve izleyicilerin klişelerden sıkılmış olmaları yapımcıların işini iyice zorlaştırmıştı. Hal böyleyken birçok bölge sineması oldukça etkileyici filmler yapmaya başladı. Latin Amerika sineması Amores Perros’la söyleyecek yeni şeyleri olduğunu gösterirken, Uzakdoğu sineması dünyanın her yerinden ilgiyle izlenen filmlere imza atabiliyordu. Hollywood yapımcıları bu gelişmelere kayıtsız kalmadı. Latin ülkelerinden başarılı yönetmenleri devşirme yoluna giderken, Uzakdoğu sinemasından da başarılı filmlerin senaryolarını satın almaya başladılar.


Aslında Hollywood’daki yeniden çevrim geleneği yeni başlamıyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası Japon sinemasının en yaratıcı yönetmeni Kurosawa’nın filmlerinden esinlenmeyi bilmişti Hollywood. 1954 yapımı Yedi Samuray filmi, 1960’ta John Sturges tarafından Hollywood’da meşhur western filmi The Magnificent Seven’a dönüştürülmüştü. Ustanın 1961 yılında çektiği The Bodyguard ise Sergio Leone tarafından 1964’te Amerikalı oyuncularla çekilen en iyi western filmlerinden biri A Fistful of Dollars’a kaynaklık etmişti.

Ancak son dönemde bu durumun örnekleri oldukça arttı. Kimi zaman başarılı olan yeniden çevrimler çoğu zaman da asıllarını aratıyordu.

Yeniden çevrimlerin en ses getiren örneklerinin başında 1998 yılında Hideo Nakata’nın çektiği The Ring filmi geliyordu. Korku filmlerine yeni bir anlayış getiren film, 2002 yılında Gore Verbinski’nin yönettiği Hollywood uyarlamasıyla karşımıza yeniden çıktı. İlkinden haberdar olmayan büyük bir izleyici kitlesi bu ‘yeni’ filmi ilgiyle izledi.

Kent ve Sakinleri: Ersun Çıplak

ŞAİR ERSUN ÇIPLAK, KENT ALGISINI YAZDI


Hemen hiçbir yere kendimi ait hissetmedim; İstanbul’dan hemen her zaman korktum. Yaşadığım süredeyse sunduğu olanakları hızlı tüketmek zorunda olmaktan ya da ne bileyim bir sergiyi hazmedemeden başkasına gitmek zorunda kalmaktan neredeyse kusacak duruma geldim. Bir başkası beş günden sonra sıktı.

Birçok şehri düşündüm, ne yazık ki kaderim gereği doğduğum kentten daha uygununu bulamadım kendime. Düşündüm; çünkü kısa süreler haricinde başka bir şehirde yaşamadım. Yalnızca dokuz buçuk ay Değirmendere-Gölcük-İzmit; bir ay Samsun; yirmi gün İstanbul. Kaldığım sürede oralara ait hissedemediğim için Adana dışında başka bir şehirde yaşamadım sayılır.

Evden kolay kolay çıkmam. Mecburen okul ve üniversite... Fırsat buldukça, sahibini sevdiğim (İsmail Karahan) bir kitapçıya giderim (Karahan Kitabevi). Sinemaları, gitme ihtimalim olduğu halde filmlere bakıp burun kıvırdığım için seviyorum.
Hava müsait olunca -ki Adana’da hava genellikle müsait- göl kıyısında, ama elden ayaktan uzak yerlerinde bir şeyler içmeyi severim. Alkollü tercihimdir. Müsait olmadığı zaman da ucuz bir ocakbaşı, canım tahin salatası istediğinde. Bunun dışında, çoğunlukla mecburen çıkıyorum sokağa.

Hemen hiçbir yere kendimi ait hissetmedim; İstanbul’dan hemen her zaman korktum. Yaşadığım süredeyse sunduğu olanakları hızlı tüketmek zorunda olmaktan ya da ne bileyim bir sergiyi hazmedemeden başkasına gitmek zorunda kalmaktan neredeyse kusacak duruma geldim. Bir başkası beş günden sonra sıktı.

İzmir’e, rüyalarıma girme gereği duyan tek şehir olma lütfunda bulunduğu için minnettarım.

Hülasa; şehirleri kısa süreliğine gezmek, hatta mümkünse kitaptan okuyup sadece orayı görme arzusu duymak ama gitmemek daha çok hoşuma gidiyor. Her ne kadar dışarı çok çıkmasam da arabaya atlayıp yarım saatte denizi, bir saatte yaylayı görme fırsatım olduğu bir şehirde doğmuş ve yaşıyor olmak; başka ne isteyebilirdim ki senden. Teşekkürler Allahım.


Ersun Çıplak

Şair İhsan Tevfik'in evi!

ŞAİRİN EVİ


Sözü uzatmadan “şairin evi” söyleminden “şairin mekânı” anlamını çıkardığımı ve daha çok mekânlar üzerine söz söyleyeceğimi belirtmeliyim. Sözün yazıya dönüştüğü, kalem ve kâğıtla buluştuğu tek yer, şair için evi değildir çünkü. Sokaklar, caddeler, bir orman parçası, bir derenin kenarı, bir tepenin yamacı, bir deniz, denizle ufkun birleştiği yeri üstünden seyrettiğimiz bir tahta sıra, denize olta salladığımız bir kayanın üstü... Ne bileyim açık ve kapalı daha sayabileceğimiz nice yaratma mekânları bu kadroya eklenebilir.


***
Ahmet Haşim’in “Faust’un Mürekkep Lekeleri” adlı yazısı aklıma geliyor. Goethe’nin evini gezerken “Goethe, ne kadar büyük şair olursa olsun, neşeli ve güneşli bir pazar sabahında” onun evini gezecek “iki kişi bile” olmayacak sanan Haşim yanılır. Talebelerden, çocuklardan, kızlardan, şık kadın ve erkeklerden oluşan “gayet temiz ve heyecanlı, büyük bir kalabalık”la karşılaşır Goethe’nin evinde. Kılavuzluk eden memur, Goethe’nin Faust adlı ünlü eserini yazdığı masayı ve o masadaki mürekkep lekelerini gösterir. Haşim, şairin hatırasının sanki evin her tarafında nefes aldığını söyler.

Divan Edebiyatında Edebî Muhitler adlı eserinde üniversiteden de hocam olan rahmetli Prof. Dr. Haluk İpekten, şunları söylüyordu: “Bu muhitlerin teşekkül ettikleri yerler, devlet merkezinde Padişahın sarayı, devlet büyüklerinin konakları, İstanbul dışında sancak merkezlerinde şehzade sarayları veya paşaların beylerin konaklarıdır. Şairlerin çoğu ya bir resmi vazife ile veya geçimlerini buraya bağlayarak buralarda himaye edilmişler, buna karşılık eserler yazıp hamilerine sunmuşlardır.”

Huzurumuzu kaçıran bebek!


Aramıza katılan kardeşlerimizin bir türlü ardı arkası kesilmiyordu. Her yıl bir kardeşimiz dünyaya geliyor, onların aramıza katılmasıyla sorumluluklarımız daha da artıyor ve karmaşıklaşıyordu. İlk başta, ailemizin yeni üyesine annemiz tarafından verilen özel ilgi dolayısiyle kıskançlık krizine giriyorduk. Annemin gözü ondan başka hiç kimseyi görmüyordu. Her yerde birlikteydiler. Yatarken bile.
Ancak onun varlığını kabullendikten sonra kardeşimizi usuldan sevmeye başlamıştık. Kardeşimiz kendini toparlayıncaya kadar belli bir dönem ona zarar verebiliriz diye annem bizi ona yaklaştırmıyordu bile.
Anneme hangi yönden yanaşsak, hızlıca bebeği alır öbür tarafına saklar, bizden korumaya çalışırdı. Tüm kardeşler boynu bükük vaziyette sıralanarak annemizin gözüne bakar, bize olan sevgisinin azalıp azalmadığını anlamaya çalışırdık.
İşin ilginç tarafı, babamız da bizim gibi kardeşimizden hep uzak durmak zorunda kalıyordu. Acaba annemin babama karşı da sevgisi azalmış mıydı? Eğer öyleyse babam da kendini bizim gibi hissediyordu. Bu onun için kötü bir duygu olmalıydı. Bizim olmadığımız anlarda babamın minik kardeşimizle ilgilenip ilgilenmediğini bilmiyorduk. Ama kendisini bizim gibi hissettiğini anlıyorduk.
Ne acı bir durum? Dünyaya gelen bir bebek, bu kadar huzur kaçırabilir miydi? Evet, huzurumuzu bozmuştu. Ne zaman kardeşlerimin, annemin karşısında sıralanarak boynu bükük beklediği o kahrolası anı hatırlasam, içim sızlardı. Sevgiye en muhtaç olduğumuz anlarda anneden uzak kalmak, sevgisini yaşayamamak, sıcaklığını ve onun mis gibi kokusunu koklayamamak.
Ancak bir gün, annemin bize karşı olan hislerine ve özlemine hâkim olamayarak tek tek ve bizleri yaş sırasına göre gözleriyle sevişini asla unutamam.
whitehaven