BEYOĞLU - İSTİKLAL HİKÂYELERİ
(2) İstiklal’e varış
“Tak-simm!”
diye bağırdı şoför. Frene basıp el frenini aniden çekerek, hızla kapıyı açıp
arabadan atladı. Minibüsten indik. Sabah işyerine ulaşma telaşına benzer bir şekilde
hepimiz koşturarak ilerliyorduk.
Taksim
Meydanı’nı İstiklal’e bağlayan yol ağzına geldiğimizde kalabalıklaşan ortamda
birbirimizi kaybettik. Taksim, mıknatıs gibi kalabalığı bir merkeze çekiyordu. İstiklal
Caddesi’nin girişindeki sağlı sollu buluşma yeri ise tam bir keşmekeşti.
Saatime
baktım: 17.38. “İyi, fazla uzun sürmedi. Çabuk geldik.” diye mırıldandım, “Burada
bekleşenlerin saat 18.00’de buluşacağına dair her iddiasına varım.”
Herkes
buluşmak için birilerini burada bekliyor; bekleme salonundan farksız. Bekleme
salonlarında bakışlar sabittir. Her şey ağır ağır hareket eder. Bir anonsla
hareketlenir her şey. Ya gazete okur, ya kitap, ya da televizyon seyrederler. Ancak
burada oturacak yer yok, insanlar ayakta bekliyor. Herkesin elinde bir telefon,
çift elle mesaj atmaya çalışanlar ya da uzun telefon görüşmeleri.
Buluşma
yeri tarifi şu şekildeydi: “Gezi Parkı’ndan gelirken Yapı Kredi Bankası’nı arkana
al...”, “Çiçekçilerin biraz ilerisindeyim.”
Herkesin
tarif ettiği yer aynı, ancak tarifi farklıydı.
“Bak
elimi sallıyorum, fark ettin mi?”
“Üzerimde
pembe bir tişört var.”
Halbuki
aynı yeri tarif ediyorlar. Çiçekçiler olmasaydı tarif etmek ne kadar zor olurdu
diye düşündüm. Birçok sevgili, çiçek satan bir Çingene’ye hayatı boyunca
borçludur desem çok iddialı bir söz etmiş olmam.
Çingene
kızları ya da trafiğin yoğun olduğu zamanlarda otobanı işgal eden, ellerindeki
çiçekleri satmaya çalışan Çingene gençlerini hatırlayıverdim şimdi de. Arabamın
peşinden koşturarak bir demet ya da bir tane çiçek satabilmek için ısrarla
camdan eğilerek baktıkları an geliyor aklıma. Bu tür durumlarda çiçekle
ilgilendiğinizi sanmaması için onlarla göz göze gelmemek, çiçeğe bakmamak,
sanki önemli bir konuyla ilgileniyormuş gibi yapmanın onlardan kurtulmanın tek
yolu olduğunu öğrenmiştim zamanla. Onları affediyorum.
Çingene
bir kızdan aldığımız çiçeğin bir sevgili ya da eş tarafından elinde sopa tutar
gibi hissiz ve yüzü asık bir şekilde taşınması kadar ne acı verir insana. Oysaki sevgilisinin
elinden aldığı bir demet gülün bir genç kız tarafından göğsüne yaslanarak onun gözlerinin içine bakışı, sevgilisini ne kadar da mutlu eder.
Buluşma
yerine geldiğimde aniden duraksadım. Ben de bekleyen diğer insanlar gibi heyecanla
sağa sola bakmaya başladım. Neden ben de sanki birilerini bekler gibi tuhaf
hareketler yapmaya başladım ki. Kimseyle buluşmaya gelmemiştim, beklediğim biri
de yoktu bugünkü planımda.
Bir
ara minibüste sırf oyalanmak için telefon rehberimi incelerken, listede buraya
çağıracağım iki arkadaşımdan başka kimsenin olmadığını anladım. Birincisi,
İstanbul’da ‘abi’ olarak gördüğüm ve hayata aynı açıdan baktığımıza inandığım Fatih
Abi; diğeri ise, işyerinde Halkla İlişkiler departmanında çalışan, işyeri dışında da görüştüğüm arkadaşım. Yani koca telefon rehberimde
sadece iki kişi. Kendimi işime o kadar adamışım ki, özel hayatımı ne kadar da
boş vermişim diye hayıflandım.
Rehberimi
tekrar karıştırıyorum: Bazı isimleri hatırlayamıyorum, kendime göre kodlamışım.
Önceki işyerinden kalmış kişilere ait telefon numaraları: ŞFK Bilal (Şafak Hastanesi
anlamına geliyor); TKP Çağlar ise, TEKPOL Çağlar Bey’i anımsatıyor. Şimdi
hatırlayamadığım, ancak belli ki daha önce görüştüğüm, kısaca iş diye rehbere
kaydettiğim kişilerin telefon numaralarını atlıyorum: PERPA Eyüp Abi. Nasıl bir
abiyse? Tefeci bir adamı neden bu şekilde kaydettiğimi açıklayabilmem için Eyüp
denen kişinin kim olduğunu anlatmalıyım: Çalıştığım firmaya mal satan kişilerden
aldığı senet ve çekleri vade farkı keserek nakde dönüştüren bir tefeci bu
aslında. Rehbere kaydederken ilk başta Tefeci Eyüp Abi diye yazmıştım. Ara sıra
beni arayıp ‘Telefonlarıma neden cevap vermedin?’ dediğinde, geri dönüş yaptığımı
kanıtlamak için telefonumu gerektiği zaman ona göstermek gerekebilir diye düşünmüştüm.
Tekrar geri dönüş yaptığımı kanıtlamam gerektiğinde hiç de hoş olmayan bir
isimle onu adlandırdığımı görmemesi için, rehbere PERPA Eyüp Abi şeklinde
düzeltme yapmıştım. Bir gün karşılaştığımızda, kabadayı rolü üstlenerek, “Arkadaşım,
seni defalarca aradım, bana dönüş yapmadın!” dediğinde, “Bak abi, aramışım. Ama
sen cevap vermemişsin.” diye yanıt vermiştim. ‘PERPA Eyüp Abi’ rumuzunu
görünce, oldukça hoşuna gitmişti. Belli ki başkaları tarafından ‘tefeci’ olarak
adlandırılıyordu. O günden sonra bana karşı davranışlarının değişip kibarlaştığını
bugün gibi hatırlarım.
Kendimi
büyük bir grup halinde caddeyi geçmeye çalışan bir sürünün içinde buluyorum.
Böyle kalabalıklarda hızımı hep kalabalığa göre ayarlarım. Eğer hızlıca hareket
edersem öndeki kişiyle gereksiz ve uygunsuz atışmalara gireriz.
Yavaşladığımızda ise, ayakkabımızın arkasına basmak zorunda kalan biriyle
karşılaşırız. Bazen yavaşlayan, bazen hızlanan gruba uymak zor olsa da, en uygun
olanı kalabalıkla birlikte hareket etmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder