26 Ağustos 2015 Çarşamba

“Her yazdığında senden bir sözcük daha eksilir”


GÖKHAN ARSLANLA SÖYLEŞİ


İzin verirsen, yeni kitabın Babam Beni Niye Öldürdü’deki şiirlerin oluşma serüveniyle başlamak istiyorum: İntiharını yedi ay boyunca yanında taşıyan, darbe günlerine tanık olup işkenceye maruz kalan ve sosyalist kültürden gelen babanın şiir anlayışına ve şiirlerinin oluşma sürecine etkilerinden bahsedebilir misin biraz?
Çocukluğum annemden ve babamdan dinlediğim 12 Eylül ve öncesine ait hikâyelerle geçti. Kaybedilen arkadaşlar, saklanılan evler, okunan kitaplar, yarım bırakılan yaşamlar, sımsıkı tutulan hayaller, bir şeyleri değiştirebilme özlemi, çocuklarına güzel bir gelecek bırakabilme umudu... Aşağı yukarı her gece sanki masal dinliyormuş gibi oturur, onların anılarını kafamda canlandırmaya çalışırdım. Yetişme süreci boyunca bunlarla içli dışlı olunca, duygusal anlamda da o yöne kayıyorsun zaten. Şiire ilk merak sardığım dönemlerde babamın elime tutuşturduğu kitapların Cemal Süreya ve Nâzım Hikmet’e ait olduğu düşünülürse, durum daha da netlik kazanır. Ama bu süreci yaşamış her aile gibi, benim ailemin de bir korkusu vardı; onların yaşadıklarını yaşama korkusu. Böyledir zaten, hem sana anlatırlar, seni geçmişlerine ortak ederler, sonra da aynı hayallerin peşinden gideceksin diye korkarlar. Yani inan ama eyleme geçme. Aslında anlaşılabilir bir durum bu. Yani o kuşağın yaşadıklarını düşündükçe, onların çocukları için duyduğu korkuyu da anlıyor insan. Nitekim her ne kadar hissettirmemeye çalışsam da, ortaokul ve lise yıllarım o korkunun etrafında şekillendi. 

Kitapta sıklıkla kullanılan birtakım sözcükler var: defne, erik dalı, sardunya, bakla yaprağı vb. Ama biri daha var ki, o da sanırım ‘zeytin’ sözcüğü ve onunla ilişkili tamlamalar sanki: Zeytin ağacı, zeytin çekirdeği, zeytin dalı... Babanın ağaç işlemeciliği ve dekorasyon bölümünü okuması ve bitkilerle içli dışlı olmasının bir sonucu mudur bu; çünkü kitabın bir yerinde babanı anlatırken şöyle diyorsun: “hisarönü’ndeki çiçekçiye/ günlerce bıkmadan, usanmadan/ zeytin çiçeğini anlatmış”.
Ağaç İşlemeciliği ve Dekorasyon’ aslında marangozluktan başka bir şey değil. İlla ki ağaçlarla bir ilgisi var ama babam nezdinde bitkilerle içli dışlı olunacak kadar önemli değil. İlk başta, babam bir köy çocuğu ve bir çiftçiydi. Okumak için şehre giden, ama orada kendini siyasi mücadelenin içinde bulan birisiydi. Düşün, üniversite son sınıftayken, ‘okumak burjuvaların işidir’ denilerek bir anlamda okulu bırakmaya zorlanmış ve bırakmış da. Köye ancak yıllar sonra, darbeden sonra ailesiyle dönebildi tekrar. Babam köyde uzunca bir süre kahvehane işletti. Ama bir dönem köydeki zeytinyağı fabrikasında da çalıştı. Bir ara ben de yanında ona yardım ettim. Kendimi bildim bileli zeytine, zeytin ağaçlarına karşı bir ilgisi oldu. Bakla yaprağından salata yapmayı çok severdi, sardunyaları dallarından koparıp saksılarda çoğaltmayı da. Yıllar sonra yeniden şehre geldiğimizde, evin arka bahçesinde kendi diktiği domates, biber, patlıcan fidanlarıyla geçirirdi vaktinin çoğunu. Fakat tüm bunların yanında, babamı sürekli zeytine benzetmemin ayrı bir nedeni var. Babamın tek bir hayali vardı; emekli olduktan sonra köyde yıllarca çalıştığı zeytinyağı fabrikasını çalıştırmak. Ulaştı da bu hayaline. Ama bu hayal onun son mekânı oldu bir anlamda. Soğuk bir aralık günü zehir içip kendini öldürdüğünde, onu fabrikanın içindeki zeytin posalarının üstünde bulduk. Unutmadan, kitabın en başlarda düşündüğüm ismi ‘Zeytinin Ölümü’ydü...

Önceki kitabın Yaraya Tutulan Ayna’da dilin kullanımı ‘şiir içi’ bir çabayı içeriyorken, yeni kitabın Babam Beni Niye Öldürdü’deki üslubunun daha ‘düz’ olduğunu gözlemledim. Bunun nedeni, ikinci kitabının tek bir şiirden meydana geliyor olması mıdır?
Bilinen bir şeydir; tek şiirden oluşan kitapların belirli handikapları vardır; anlatımcılığın tuzaklarına düşmek, belli yerlerde sıkışmaya başlamak, bölümler arasında bütünlük sağlayamamak gibi. Ama bir itirafta bulunmalıyım; aslında senin de dikkatini çekmiş olmalı. Kronolojik anlamda bakıldığında, Babam Beni Niye Öldürdü ilk kitap. Dosyayı bir türlü tamamlayamamış olmam, diğer bağımsız şiirleri bir an önce bir araya toplamak istemem onu ikinci kitap olmaya zorladı. Yani kronolojik olarak baktığında aslında göze çarpan bir aksaklık yok. Hatta şunu da söyleyebilirim; ben Babam Beni Niye Öldürdü’nün bir şiir kitabı olduğundan bile emin değilim. Sonuçta kişisel bir tarih bu. Özel eşyalarımın bulunduğu bir gardırobu açmış ve herkese gösteriyormuş gibi hissediyorum. Yani bir çeşit sözel tarih çalışmasının yazıya geçirilmiş hali. Kendimi aklamak mı? Değil. Belki babama ve bir kuşağa saygı duruşunda bulunmak. Anlatımın düz olması konusunda haklısın. Ama dediğim gibi tek şiir olmasının bazı sıkıntıları var işte. Elimden geldiği kadar bu anlatımcılığı, hikâyeci tavrı kırmaya çalıştım. Bunu da en büyük sığınağım olan imgeye yaslanarak denedim. Buna rağmen kitaba dönüp baktığımda hâlâ bazı aksaklıkların olduğunu görüyorum.

Bir intihardan yola çıkılarak kurulmuş yeni kitabın. Kitapta, Wirginia Woolf’tan Nilgün Marmara’ya, Beşir Fuad’dan Stefan Zweig’a değin şair-yazar intiharlarına da göndermelerde bulunuyorsun. Şairin intihara bakışı konusunda ne düşünüyorsun?
Aslında bu konu hakkında söylenecek pek fazla bir şey kaldığına inanmıyorum. Her sene mutlaka bir dergide bu konuyla ilgili bir dosya çıkıyor karşımıza. Kitaplar ve antolojiler de cabası. Bir şair/yazar intihar etti mi hemen ‘intiharlar listesi’ne ekleniyor. Günlük hayatta kimbilir kaç kişi intihar ediyor her gün. Ne yani, şairlerin intihar etmeye hakkı yok mu?

Sen, 80 kuşağı şairlerinin bir bölümünün ‘şiirlerini derinleştirip kendini yenilediğini’ düşünürken, bir bölümünün ise ‘arabesk tonlamalara yaslandığını ve kendilerini tekrarladığını’ söylüyorsun (yeniyazı, Sayı: 10). Öte yandan, Babam Beni Niye Öldürdü kitabındaysa kimi mısralar doğrudan 80 kuşağının ‘arabesk söyleyişi’ni anımsattı bana. Yukarıda söylediklerimden hareketle şunu sormak istiyorum: Sence 80 kuşağıyla senin şiirin arasında bir paralellik sözkonusu mudur?
Önce şunu belirteyim, o yazı 80 Kuşağı’nı dışlamaya çalışan bir yazı değil. Tam aksine bize en yakın kuşak o olduğu için, onu anlamaya yönelik bir yazı. Ama bir fark var; ben o yazıda 80 Kuşağı’nın kendi bünyesine zorla dahil olmaya çalışanları dışarıya çıkarmasını istiyorum. Şimdi senin söylediğini açıklamaya çalışayım. Ben 80 Kuşağı’nı ‘kendini derinleştirenler’ ve ‘arabesk söyleme yaslananlar’ olarak ayırmadım. ‘Kendini aşanlar’ ve ‘kendini tekrarlayıp tüketenler’ olarak ayırdım. Senin ‘arabesk söylem’ dediğin, yalnızca cezaevinden çıkan bazı şiirler için söylenmiş bir tanımdı. Ama cımbızla çekip çıkarıldığında başka anlamlara da çekilmesi muhtemel tabii. Şunu da belirtmem lazım; eğer ‘cezaevi’ ve ‘işkence’ gibi kavramları duyduğunda senin de aklına ‘arabesk söylem’ geliyorsa, benim o yazıda da belirttiğim gibi, böyle düşünmeye neden olanları irdelememiz gerekiyor sanırım. Kitaba gelince; en başta da söyledim zaten. Bu kitap duygusal, kişisel bir çalışma. Ve bahsettiğim o tuzaklardan tam anlamıyla kurtulabilmiş değil. Sana arabesk gelen yerlerin olması da gayet normal.

Babam Beni Niye Öldürdü’de dikkatimi çeken ve beni kasvete boğan bir başka husus da genel hatlarıyla negatif bir dile yaslanıyor olması. Mesela kitabın bir yerinde “yazdıkça azalıyor denizin sesi/ ve durmadan uzayan kırmızı” (s.17) gibi nihilist bir vurgu yapıyorken, olumlu anlamlar yüklenebilecek sembollere de olumsuz anlamlar yüklüyorsun: “parkta beni ölüme alıştıran çocuk cıvıltıları (s. 15)”.
Bilge Karasu Gece (İletişim, 1985) isimli kitabını şöyle bitirir: “Bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?”. Bana göre kurtulunmaz. Daha önceden birkaç soruşturmaya verdiğim yanıtlarda da aynı şeyi söyledim. Bana göre yazmak bir anlamda kendini tüketmek. Sait Faik’in önermesini tersine çevirirsek, bence yazmak zaten başlı başına bir çıldırma hali. Her yazdığında senden bir sözcük daha eksiliyor. Özellikle sözkonusu olan ‘ölüm’, ‘ayrılık’ ve ‘gitmek´gibi kavramlarsa, şiirin negatif bir dile yaslanması da normal değil mi?

Kitapta yine bölümler ve kıtalar arasında bence ciddi anlamda duygu-düşünce kopuklukları bulunuyor. Metaforik söyleyiş ile naratif anlatım arasında sence nasıl bir ‘denge unsuru’ gözetilebilir?
İtalyan yönetmen Federico Fellini, Amarcord (1973) isimli filminde kendi anılarını anlatır. Ama dikkatle bakıldığında filmdeki sekansların çoğunun birbirinden kopuk olduğu görülür. Basittir bunun nedeni; insan anılarına tam anlamıyla hâkim olamaz. Yani anılar hep kopuk kopuk canlanır insanın zihninde. Kitaptaki o kopukluğu hissetmenin birinci nedeni bu. İkinci neden ise yine kitabın yapısıyla alakalı. Kitabı okuyan birkaç arkadaşımdan, şiirde geçen ‘anne, babam beni niye öldürdü?’ dizesinin gereksiz yere sıkça tekrarlandığı eleştirisini aldım. Ama aslında bu benim bilinçli yaptığım bir şeydi. Yani zaman zaman o kopukluk duygusunu kendim yaratmak istedim. Hani o düz anlatıma, bütünüyle lirizme yaslanan söyleyişe engel olmak için. Okuyana ara sıra nefes almasını sağlamak, sayfalar arasında dinlenmesine izin vermek, benim anlattığım şeyleri kafasında canlandırmasına olanak tanımak için.

İlk kitabın Yaraya Tutulan Ayna’daki “Öksüz Bilinç” şiirin bana göre kitabın en iyi şiirlerinden biriydi. Sözkonusu şiir, sanki ikinci kitabın işaretlerini verir gibiydi. O şiirin bir yerinde “bence her çocuk babasını öldürmeli/ babası onu öldürmeden önce” dedikten sonra, bir başka yerindeyse “bence her çocuk kendini öldürmeli/ babası onu öldürmeden önce” (s. 61) diyerek durumu tersine çeviriyorsun. Halbuki Babam Beni Niye Öldürdü kitabın ise şu mısralarla kapanıyor: “şimdi oturmuş yedi yıl sonra/ yaralı çıkarken bir şiirden/ babam, diyorum/ artık/ oğlum”. Bu konuda neler söylemek istersin?
Bir defa bu bayrağı oğula devretmek filan değil. Babamın intiharından sonra beni hayata ve şiire döndüren şey oğlum oldu. Babamı yeni baştan onda yaşatmaya başladım. ‘Babayı öldürme’ meselesine gelince... Babam Beni Niye Öldürdü’de, ilk kitaptan yaptığın alıntıdan daha vurucu bir dize var: “her baba bir oğul katilidir aslında”. Bu durumun öyle felsefi bir boyutu filan yok. Günün birinde, belki kendimi öldürerek değil ama bir şekilde aynısını oğluma yapmaktan korkuyorum. Baba kavramı bende hep gitmeyi çağrıştırıyor. Dön bak Türkçe şiire; her şairin bir baba saplantısı var. Herkes babasıyla hesaplaşıyor. Herkes onun iktidarından dert yanıyor. Günün birinde elbet oğlum da benimle hesaplaşacak. O hesaplaşma anına kadar temiz kalabilmek için yazıyorum belki de. Ama şunu da belirteyim; ben kitapta babamla hesaplaşmıyorum. Evet benim de hesaplaştığım bir iktidar var; ama bu babamın değil, onun gidişinin, yani ölümünün yarattığı iktidar.


Edebiyatta Üç Nokta dergisi, 2012 Bahar, Sayı: 7

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder