Merdivenin
ikinci basamağına uzattığı ayakkabısının bağcıklarını bağlarken acele ediyordu.
Her zamanki gibi işe geç kalmıştı. Merdivenlerden koşarak inip apartmanın dış
kapısını araladığında, gökyüzündeki karanlık bulutları fark ederek ceketini
giymesi gerektiğini düşündü. Beşinci kattaki dairesine geri dönmeyi gözü
kesmedi. Gömleğinin üst düğmesini ilikleyerek hızlı adımlarla sokağın sonundaki
otobüs durağına doğru yürüdü.
Durağa
vardığında yağmur çiselemeye başlamıştı. Kapalı bölümde yığılı kalabalık
otobüsün yanaşmasıyla birlikte ite kaka yerlerinden ayrılınca, balık istifi
halindeki yolcuların arasına sığışmak için mücadele etmeye başladı.
Havasız
ve yoğun ter kokusu içerisindeki otobüste âdeta tek ayağının üzerinde yapmış
olduğu yaklaşık bir saatlik yolculuğunun sonunda, Beyazıt Meydanı’ndaki durakta
inerek Kapalıçarşı tarafında bulunan pastaneden sıcak bir simit aldı. İlk
ısırıkta birkaç gün önce dolgusu düşen dişinin onu yerinden havaya sıçratacak
derecede basınç yaparak ağrımasıyla okkalı bir küfür savurdu.
İşyerine
vardığında, onu kapıda karşılayan personel müdürünün gülümsemesi pek hayra
alamet şeyler olmayacağının habercisiydi. Dar koridordan geçerek masasının
bulunduğu bölüme ilerlemek üzereyken, biraz önce sırıtan adam, ciddi ve kararlı
bir ses tonuyla, “Mustafa Bey, odamda biraz konuşabilir miyiz sizinle?” dedi.
Geç
kalması yüzünden duyacağı nasihat ve iğnelemelerle dolu bir konuşmaya kendini
pek de hazır hissetmiyordu bu sabah. Suratı ekşidi, canı sıkıldı ve dişinin
ağrısı bir kat daha arttı. Müdürün aralık bıraktığı odasının kapısından içeriye
süzülerek can sıkıcı konuşmasının başlamasını bekledi.
Kısa
bir müddet sessizlikten sonra boğazını temizleyen adam, önce elinde tuttuğu
sarı bir zarfı çevirmeye başladı, sonra Mustafa’nın gözlerinin içine bakıp
gülümseyerek, “Oturun lütfen.” dedi.
Bu
normal bir geç kalış azarlaması olmayacaktı belli ki. Endişe dolu gözlerine
masumca bir de bakış yerleştirerek, “Efendim... şey... bugün...” diyerek
başlamak istedi bahanelerine ama pek fazla bir şey de gelmiyordu aklına.
“Sorun
geç kalmış olmanız değil Mustafa Bey.” dedi müdür onun zaten tamamlayamayacağı
konuşmasını beklemeden.
“Şirketin
durumu ortada ve sizin de bildiğiniz gibi birkaç aydır zarar ediyoruz.”
“Evet
ama bu yalnızca bizim için geçerli bir durum değil, piyasa çok...”
Müdür
yine araya girerek böldü konuşmasını, “Evet... Piyasalar çok sallantılı ve
işler durgun. Bu hiçbirimizin suçu değil elbette, fakat... fakat bizler de
önlem alıp bazı şeylerden kısıtlama yapmazsak... Yani... bu gemiyi batırmamamız
lazım öyle değil mi?”
Konuşmanın
nereye varacağını kestirmek zor değildi. Bu dakikadan sonraki söyleyeceklerinin
tamamen gereksiz, boş ve sonuca varmak için kibarca kovulduğunu işaret eden
sözler olacağının bilincindeydi. Konuşmanın uzaması can sıkıntısının ve ona
karşı duyduğu öfkenin artmasından başka bir işe yaramayacaktı.
“Anladım...
Tamam o zaman Kamil Bey,” dedi, “elinizdeki zarf da bana ait herhalde değil mi?”
“E...
evet, sizin alacağınıza...”
“İmzalamam
gereken evraklar da vardır muhtemelen. Fazla vaktinizi almadan imzalayayım o
halde.”
Daha
fazla Kamil Bey’in yüzünü görmek ve bu işkencenin uzamasına da tahammül etmek istemiyordu.
Masanın üzerindeki önceden hazırlandığı belli olan kâğıtlara kısa bir göz
atarak altlarını imzaladı ve müdürün elindeki zarfı da çekerek aldı. Kapıya
doğru yürürken duraklayıp arkasına döndü ve “Size de... geminize de...” dedi
adamın gözlerinin içine öfkeyle bakarak. Daha sonra yüzüne sahte bir gülümseme
yerleştirip, “Başarılar dilerim. Umarım dümeni elinizde kalmaz.” dedi.
Dışarı
çıkmak için araladığı kapıyı sertçe çarptı ve hızla ayrıldı oradan.
Mağlubi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder