ŞAİRİN EVİ
Sözü uzatmadan “şairin evi” söyleminden “şairin mekânı” anlamını çıkardığımı ve daha çok mekânlar üzerine söz söyleyeceğimi belirtmeliyim. Sözün yazıya dönüştüğü, kalem ve kâğıtla buluştuğu tek yer, şair için evi değildir çünkü. Sokaklar, caddeler, bir orman parçası, bir derenin kenarı, bir tepenin yamacı, bir deniz, denizle ufkun birleştiği yeri üstünden seyrettiğimiz bir tahta sıra, denize olta salladığımız bir kayanın üstü... Ne bileyim açık ve kapalı daha sayabileceğimiz nice yaratma mekânları bu kadroya eklenebilir.
***
Ahmet Haşim’in “Faust’un Mürekkep Lekeleri” adlı yazısı aklıma geliyor. Goethe’nin evini gezerken “Goethe, ne kadar büyük şair olursa olsun, neşeli ve güneşli bir pazar sabahında” onun evini gezecek “iki kişi bile” olmayacak sanan Haşim yanılır. Talebelerden, çocuklardan, kızlardan, şık kadın ve erkeklerden oluşan “gayet temiz ve heyecanlı, büyük bir kalabalık”la karşılaşır Goethe’nin evinde. Kılavuzluk eden memur, Goethe’nin Faust adlı ünlü eserini yazdığı masayı ve o masadaki mürekkep lekelerini gösterir. Haşim, şairin hatırasının sanki evin her tarafında nefes aldığını söyler.Divan Edebiyatında Edebî Muhitler adlı eserinde üniversiteden de hocam olan rahmetli Prof. Dr. Haluk İpekten, şunları söylüyordu: “Bu muhitlerin teşekkül ettikleri yerler, devlet merkezinde Padişahın sarayı, devlet büyüklerinin konakları, İstanbul dışında sancak merkezlerinde şehzade sarayları veya paşaların beylerin konaklarıdır. Şairlerin çoğu ya bir resmi vazife ile veya geçimlerini buraya bağlayarak buralarda himaye edilmişler, buna karşılık eserler yazıp hamilerine sunmuşlardır.”
***
Biraz uzun kaçan bir girizgâhtan sonra şunu düşünüyorum. Modern şairin mekânı nerelerdir? Aslında doğası gereği karşı duruş sergilemesi gereken şairin yeri, artık onu koruyanlarının yeri değildir. Elbet çağ da değişti. Ama bu çağda da bazen şair, kendine bir kapıkulu askeri gibi sığınacağı güvenli bir mekân bulmaktan geri durmuyor. Hadi, bu uzun ve tartışmalı konuyu bir başka yazının konusu sayalım ve devam edelim.Goethe’nin evi gibi bir evde kaç şair, yazar yaşayabilir? Böyle bir ev bir müze olarak yüz yıl sonra da korunabilir mi? O evin Almanya’daki gibi heyecanlı ziyaretçileri olur mu? Sait Faik’in, Hüseyin Rahmi’nin müze evleri ve Orhan Kemal’in oğlunun büyük mücadelesiyle kurulan Orhan Kemal evi gibi müze evlerimiz, istisna sayılabilecek örnekler elbette var ama bunlar genel görünüşü değiştirmiyor.
Bugün, başını sokacak bir yer kaygısıyla yaşayan, hayatını devam ettirebilmek için şairlik ve yazarlık dışında her türlü işle -mecburen- uğraşan şairin bir evi, mekânı var mıdır? Varsa bile bu mekân onun zorunluluktan yaşadığı bir yer midir, yoksa şiir ve yazı hayatını belirleyebilecek etkileyici bir mekân mıdır?
Necatigil’in Beşiktaş’taki evi onun için korunaklı bir yuva idi. “Evler” şairini sadece bu açıdan incelemek bile mekân-edebiyat ilişkisi açısından ilginç ve önemli sonuçlar ortaya koyar. Ama ondan önce “ev”e sığınanlardan biri de Ziya Osman Saba idi. Ev, onlar için bir barınak değil önemli bir “korunak”tı. Dışarının hallerinden şairi “esirgeyen, koruyan” nerdeyse kutsal bir yapıydı.
Kendi payıma kırk yaşıma kadar şiirlerime son noktayı evimde koysam da bir “ev” şairi olamadım. “Evin Halleri” beni pek ilgilendirmedi. Daldan dala atlar gibi duruyor; ama söylediklerim birbiriyle sıkı sıkıya ilintili. Attilâ İlhan’ın bir söyleşisini anımsıyorum. Çoğu şiirini sokaklarda eli cebinde gezerken, etrafa bakınırken söylediğini belirtir. Özellikle “söylemek” diyorum, çünkü Attilâ İlhan, Türk şiirinin “yazılan” değil “söylenen” bir şiir olduğunu belirterek halk şiiri geleneğine dikkat çeker.
O halde o da Karacaoğlan gibi, Dadaloğlu gibi “dışarıda” şiir söylemektedir. “Söylemek” aynı kalmaktadır ama “şiir söylenen mekân” değişmektedir. Köylerin, kasabaların, dağların, kırların, ovaların, ırmakların yerini, büyükşehrin caddeleri, sokakları, kafeleri, pastaneleri almıştır.
Birçok şiirimi yaşadığım Silivri’de tamamlasam da o şiiri bana yazdıran başka mekânlar olmuştur. Kelkit çayında çimerken, Kızıldağ’a yakın orman eteklerinin içindeki derelerde soluklanırken, Gem’in belinde, Kösedağ’ın eteklerinde, Suşehri ovasında serin bir söğüt ağacının altında dalıp gitmişken başlamıştır içimde bir şiir de sonradan vatan edindiğim Silivri’de bir deniz kıyısında bitmiştir. Irmakla deniz arasında bir yerde yani... Yurdumun ve bedenimin tüm coğrafyasında elbette yaşanarak ve âdeta kutsanarak yazılmıştır o şiirler.
Onun için şimdi yaşadığım eve geçmeden önce dağlara, ovalara, derelere olan borcumu söylemeliyim öncelikle. İki katlı, çok geniş bahçeli ahşap bir yapının içinde emeklemeye değil, tabir uygunsa imgelemeye başladım. Cahit Sıtkı, çocukluğunun Diyarbakır’ına giderek: “Bu bahar havası, bu bahçe/ Havuzda su şırıl şırıldır/ Uçurtmam bulutlardan yüce/ Zıpzıplarım pırıl pırıldır...” diyor ya, ben de çocukluğumun Sivas’ına Suşehri’sine giderek:
suyun kaynağını, dağın içini gördüm
yüzyıllardır Kızılırmak deyi dolanıgider
ben neş’emi de derdimi de o dağlardan aldım
ki bir kuzu çıngırağında saklı derler
diyorum. Bugün nerde yaşarsam yaşayayım; çocukluğumdan, ilk gençliğimin mekânlarından aldığım havayı hâlâ mutlulukla soluyorum. Toprağı, suyu kaybetmek istemeyen bir yaşam ve şiir oldu benimkisi. Onun için yine Silivri’de bir deniz kıyısında soluk alıp vermeye çalışıyorum.
***
Şimdi birazcık da olsa “ev”im diyebilirim herhalde. Evim benim de sığınağımdır elbet, hele yirmi yıldır yaşamakta olduğum Silivri’de yaşadığımız sel felaketinden sonra sığınacak başka bir liman, bir başka ev ihtiyacı hissettiğimde bunu daha iyi anladım. Ama ne derece güvenli bir liman bilmem... Şimdi yüksekçe bir tepeden coğrafyacıların, deprembilimcilerin “Silivri çukuru” diye andığı Silivri koyuna bakıyorum. 16-17 kilometre karşımızdan denizin dibinden de meşhur kırılmayan fay geçiyor. Pek bir istekle kırılmayı bekleyen, zaman zaman da bunun sinyallerini veren “Silivri çanağı”na (!) bakıp bakıp duruyorum.Başta Yavuz ve Kanunî olmak üzere üç Osmanlı padişahına sadrazamlık yapmış olan Piri Mehmet Paşa’nın bedduası mı tuttu diyorum bazen. Halk arasında bazı kitaplara da geçen o rivayet anlatılır. Kendisini çekemeyenler tarafından öz oğlu tarafından zehirletildiği hikâyesi ve onun için buralara beddua ettiği rivayeti... Keçecizade İzzet Molla, Keşan’a sürgüne giderken acaba Piri Paşa’nın âhını mı duydu diyorum: “Ancak iki saat geçmişti; sol yanda Silivri göründü. Silivri denince sivri bir yer sanma, çukur bir yerde; anlatılmaya değer bir iz yok. Aslı nedendir; sevilmez bir yer; orada bir kahve içip yola koyulduk.” Bir de yeni zenginliğimiz Silivri cezaevini (!) ve ne yazık ki bir Türk destanının adıyla “Ergenekon” diye adlandırılan soruşturmayı eklerseniz Silivri güncellemesini tamamlamış oluruz.
Her şeye rağmen buradayım ve Silivri kentleşmeye teslim bayrağını iyice çekinceye kadar da herhalde burada olacağım. Artık eski evimdeki gibi odamda yazamıyorum. Daralıyorum, sular basıyor evin etrafını, beton kirişler homurdanıyor bir uğultu halinde ne zaman geleceği belirsiz bir depreme doğru. Gecenin bir vaktinden sonra salona geçip ışıklar içindeki koya bakıyorum. Evimin salonu daralan ruhuma bir nebze olsun ilaç... Fransız camı büyük pencerenin yanına sallanan bir koltuk koydum. Baba koltuğu (!) diyorlar. Evim değil, zenginliğim o koltuk. Orada içimden söylüyorum söyleyeceklerimi, sonra oracıkta kâğıda döküyorum. Koltuk ya da kafam birazcık fazla sallanınca (!) “Acaba acaba diyorum beklenen şiir mi geldi, beklenen öbür gün mü geldi?”
Velhasıl güzel söylemiş Gaston Bachelard: “Her yerde oturmak, buna karşın hiçbir yerde kapanıp kalmamak... İnsanın, bir öte yere her zaman kapısını aralık bırakması gerekir.”
Ben bırakıyorum...
İhsan Tevfik
Harika bir sunum.
YanıtlaSil