KENT VE SAKİNLERİ
Zenginler, zengin olduklarının farkına, sınırına, varoşların, yoksulların bulunduğu bir belde içinde varabilirler ancak; her şey -kent bile- bir tasarı, projedir onlar için; bir yerde açlıktan geberen, bahşiş isteyen, üç beş kuruşa tetikçilik yapmak isteyenin olmadığı yerde zenginlik neyle sınanabilir?
Burada saklanmak mümkünsüz. Sağlıktan kozmetiğe, finans sektöründen notere dek her köşe 24 saat uykusuz. Bir istatistik raporunda yer tutan herhangi bir rakamdan farkınız yok, kalbinize eğildiğini düşündüğünüz başınızın en yakın komşusu asfalt. Yani zift, yani keder, yani aşağısı. Burada üretiliyor yeni dünya düzenine uygun ahenkle yürüyecek insan tipleri. Yemek programları, gün ortası, akşamüstü, gece yarısı... bütün televizyonlarda. Beslenme rejimi olmayı aşmış artık. Sağlık programları burada. Fakir fukara insanların yiyebilecekleri şeyler ağzından alınıyor, yiyemeyecekleri şeyler gözüne sokuluyor buralarda. Ne kadar feci değil mi? Bence de.
Kentteysen ıssızdasın artık. Uzaktaki akrabalarını yakınına çağırır kent; onlara ağız dolusu küfredebilmen için yakından. Çünkü, saldırıya uğradığını her cepheden gösterebileceğin bütün senetleri sende toplamıştır kent. Üstü açıktır kentin. Orada, kendi yaranı tek başına elleyecek vakit bırakmazlar sana. Uykunun üstünü açar fabrika düdükleri, okul önleri, servis kornaları. Bir toplu mezar fotoğrafı için her şey hazırdır orda; biraz uzun bakarsınız objektife, çünkü fotoğrafçının işaret parmakları, doğduğu kasabada çırak gitmiştir üçkâğıtçı bir marangozun kapital hırsına.
Deniz kıyıları halkındır; orada yalılar yokken deniz vardı. Ama siz bırakın herhangi bir yalının önünden denize girmeye yeltenmeyi, duvar dibinden geçmeye kalkışın. N’oluyoruz yahu! Altımızda eski bir taka var diye değil, sırf kendini bu denizin, boğazın kadim akrabası sananlar için bir daha: Boğazda üçüncü değil on üçüncü köprü yapılsın! Bütün samimiyetimle söylüyorum bunu. İnsanlar köprüde taksileri durdurup atlayacak boşluk bulamasın, işeyecek aralık bulsunlar aşağıya doğru elbet. Zenginler, zengin olduklarının farkına, sınırına, varoşların, yoksulların bulunduğu bir belde içinde varabilirler ancak; her şey -kent bile- bir tasarı, projedir onlar için; bir yerde açlıktan geberen, bahşiş isteyen, üç beş kuruşa tetikçilik yapmak isteyenin olmadığı yerde zenginlik neyle sınanabilir? Varsıllar kendi durumlarını ihata ettiği için yoksullar yoksullukta ısrar etmek zorunda kalıyor. Kent, kendi kendine oluşmuyor, kendi kendine mayalanmıyor artık; tasarlanıyor, sermaye eliyle oluşturuluyor; kimin nerede alışveriş edip nerede yemek yiyip nereye hangi ücret karşılığında sıçacağı aşama aşama hesaplanıyor. Bunlar için ihaleler düzenleniyor.
Kentteysen, yabandasın artık. Her şeyini -hatta yalnızlığını bile- korumaya alacaksın. Çünkü pek çok oyunun hedefinde yalnızlığın var. Onu ele geçirmek isteyen, her sabah tıraş olup saçını jöleleyen yahut bilumum egzotik yağlarla bacaklarını parlatan bir ordu insan var burada. Yalnızlığını bir mücevhere dönüştürmek için işbaşında bir yığın insan. Bırakın birkaç kuşağı, aynı evin aynı eşiğinden geçmiş bir kuşak bulmakta zorlanıyoruz artık. Soru soruyor herkes durmadan: otobüs durağı nerde, soğan kaç para, yarın sabah gelsem olur mu, içine ne kadar sirke katmalıyım? Hepsi, bu keşmekeşte var olmak için. Varoluş soruları, sancıları değil bunlar. Acınacak bir ortalık yer bulmak için. Fark edilmek için. Kentte ölmemek için fark edilmek esas duruşların başında gelir. İnsan, başını kafasıyla arayamaz burada; kafasını, başıyla arar. O kadar soğuktur bu kör arsa! Daha önce de söylemiştim, zararı yok: kent, insanı merhametin zalimliğine inandırıyor. Kuşkusuz. Kuşsuz. Ku. K.
Kent, adı soyguncuya çıkmamış, fakat kendisi bizatihi yankesici olan canlı bir organizmadır. Kentlerin kıblesi, eski kasabalar gibi değil, para ve pul edilmiş insanlık! Beş yıldır mukim olduğum -Polonezköy’ü geçince başlayan- Cumhuriyet Köyü’nden çıkarken “İstanbul” yazan bir tabela karşılar sizi. Benim gidecek bir İstanbulum var demek! Ya İstanbul’dakilerin...
Şeref Bilsel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder