KENT VE SAKİNLERİ
Öncelikle, İstanbul gibi bir mega-kentte bir süredir yaşayan
ve yurtdışındaki mega-kentleri de gören birisi Mert Fırat… Yurtdışına ilk kez ne zaman
çıktınız?
Küçükken
Şam seyahatimiz var ama o sayılmaz. Benim baba tarafım Antakyalı; Şam’da,
Halep’te kökleri var. Bir taraf da Kayserili, Çerkez kökenli; Arap-Çerkez karışımı
bir etnik yapısı var aslında ailemin. Onlar bir dönem Şam’a, Halep’e gitmişler
ama bilinçli olarak ilk yurtdışına çıkışım on beş yaşında oldu.
Çok küçük yaşlarda
gittiniz herhalde Şam'a, değil mi?
Evet,
Şam'a bir-iki yaşlarında gittim. Sonrakiyse Bulgaristan, Yunanistan, Romanya
civarı oldu. Bir yarış vardı, kürek yarışı, onun aracılığıyla aslında.
Sonrasında oraları merak ettiğim için de gittim. Orada şöyle bir şey var: Demir
Perde ülkeleri olmalarından da kaynaklanıyor; Bulgaristan, Romanya ve
Yunanistan'daki kültürel etkileşimi görebiliyordunuz. Ama tabii ki şimdilerde
dönüşen dünyada -mesela en son gittiğimde gördüm- Yunanistan çok başkaydı,
Selanik çok başkaydı. Yol üzerinde olduğu için orada bir süre durmuştuk.
Selanik bambaşkaydı, Atina çok daha başkaydı. Yine de tabii ki aynı şekilde
duruyor ama o gökdelenler ve kentsel dönüşüm meselesi dünyanın artık ortak
problemi olmaya başladı. Avrupa’da şimdi şöyle bir şey var sanırım: İsveç,
Norveç ve Danimarka'da -oraları gezdiğim için biliyorum, çünkü İsveç’te okudum,
oralara yakın olduğu için gidiyordum- hem coğrafi koşullardan kaynaklı, hem
kültürel etkileşimden kaynaklı -tabii ki dinin de çok büyük etkisiyle- bir
mimari var. Ortak bir mimari! Ortak bir yapıları var, aslında şehirlerin ortak
bir dili var. Kentlerde bu tür etkileşimler çok normalleşmiş durumda, ama
mesela oradaki kentleşme ve büyüme hareketi hiçbir zaman kentsel dönüşüme uğramıyor.
Yani oradaki eski yapı aynı şekilde korunuyor ve şehir dışına doğru genişliyor.
Fakat Türkiye'deki kentlerde aynı şeyi göremiyorsunuz. Tam tersine Taksim'in
ortasına birisi Demirören Alışveriş Merkezi'ni 'çat' diye dikebiliyor ya da bir
arkasındaki sokağa birileri, 'bizim paramız var' deyip önce oradaki kültürü yok
sayarak, oranın gerçek sahiplerini o muhitten çıkartıp ardından on tane firma, alanı
kendi aralarında paylaşarak orada büyük bir proje başlatabiliyorlar. O
mahalleyi ya da kentin kültürel bir kimliğini böyle pervasızca yok
edebiliyorlar.
Bu sadece Türkiye'ye mi
özgüdür, yoksa bütün mega-kentlerin ortak özelliği midir?
Mega
kentlerin ortak özelliği sanırım. Örneğin, New York'taki dönüşümün pek
bilincinde değilim, ama Berlin'deki değişimi görebiliyorsunuz. Amsterdam için
de aynı şeyi söyleyebiliriz. Her zaman bir alternatif yaratabiliyorlar. Londra'nın
göbeğinde, 'biz burayı, bu eski evleri yıkacağız, giydireceğiz ve buraya bir
alışveriş merkezi koyacağız' diyemiyorlar. Yani buna, ne oranın yerel
belediyesi izin veriyor, ne hükümet izin veriyor. Şehircilik biraz oturmuş
galiba orada.
Demokrasi geleneğiyle de
bağlantılı bir durum değil mi bu?
Hem
demokrasi geleneğiyle bağlantılı, hem kazanılmış haklarla bağlantılı, hem de
halkın biliciyle alakalı. Bu aslında bir kültür politikası olmamasından tutun
da demokrasinin nasıl edinildiğine kadar giden bir tartışma konusu olabilir.
Magna Carta'nın ortaya çıktığı bir ülkede bir binaya ya da bir kültüre, bir
kent hayatına sahip çıkışta ya da kentin kültürel dokusuna sahip çıkışta da
aynı hareketi ve aynı bilinci görüyorsunuz. Ama burada onu göremiyorsunuz. Biz
Emek Sineması yıkılmasın diye mücadele ediyoruz işte. Birçok insan mücadelesini
veriyor, platformlar kuruluyor, yarışmalar yapılıyor, eylemler düzenleniyor ama
o inşaatı bir yere kadar durdurabiliyorsun. Yani o sinema binasının -yıllardır
var olan, orada bir kültürel hayatı inşa etmiş bir yapının- yok edilişini
durduramıyorsun, ama işte İngiltere'de böyle olmuyor. Galiba bu siyasi yaşamın
tamamında da böyle. İngiltere'de hesabını veremediğiniz bir cinayet
işlendiğinde suçlusu devlet ya da devlete bağlı herhangi bir kurum ise o
hükümet düşer.
Burada düşmüyor.
İstifa
etmez ama halk düşürür. Halk 'istemiyoruz' der ve düşürür. Bizde bu mümkün mü?
Bizde mümkün değil. Geçmiş
yıllarda asbestli çayları içip, "Bakın, bana bir şey olmuyor," diyen bakanlarımız
vardı, biliyorsunuz.
En
son süt mevzuunda mesela, bir Avrupa ülkesinde olsa bakan çoktan istifa
etmişti. Dahası, insanlar ölüyor her gün. Bunu durduramıyorken bir binanın, bir
kültürün, bir kent yaşamının yok edilişinin hesabını veremiyorsanız, birine
soramıyorsanız tartışma bir anda kesiliyor. O zaman diyorsun ki: 'Bireyler
bunun bilincinde mi acaba; ya da seçtiğimiz iktidar?'
“MAHALLENİN DELİSİ OLALIM”
Burada haber
bombardımanı denen şey -ya da teknoloji faktörü- devreye giriyor. Yani çok
çabuk da unutulabiliyor. Diyelim halk bir şeye tepki gösteriyor, birkaç hafta
içinde tamamen unutuluyor. İnanılmaz bir hız, 'hız çağı' diyorlar ya.
Evet,
kesinlikle öyle. Dünyanın çeşitli yerlerinde başka ülkelerde de aynı şey oluyor
ve onlar unutmayıp sahip çıkabiliyor. Bizdeki medya kanalıyla gündemle oynama
meselesi vatandaş üzerinde nasıl ki bir şekilde işliyorsa Amerika'da da bir
şekilde işliyor olması lazım ama orada vatandaşlar bırakmıyorlar peşini. Yani
bunu kendine bir dava konusu yapıyor ve peşine düşüyor. Hükümetlerin hiçbir
zaman üstünü örtemedikleri şeyler oluyor. Yoksa Tony Blair hâlâ kalırdı. Ama
İşçi Partisi -ne bileyim- Amerika'yla birleşip Kuzey Irak'a girince onu da
yolladılar. Ha bu arada, 'İngilizler bu konuda çok iyi ilerliyorlar' da
demiyorum. İngiltere'de de işleyen bambaşka bir mesele var tabii ki, gündemin
yine üstü örtülüyor. Ama bizdekinin biraz da mahallesine sahip çıkmayan bir
yapı içinde olmamızdan kaynaklandığını düşünüyorum. Biz bırakın mega-kenti, doğduğumuz kasabaya, köye sahip çıkamıyoruz ki. Ya da kapımızın önündeki
inşaata 'bir dakika, kimden izin aldınız, niye burayı yapıyorsunuz, ne oluyor'
falan diye sahip çıkıp peşine düşmüyoruz. Eğer peşine düşüyorsanız da
'mahallenin delisi' ilan ediliyorsunuz; 'Bu da arıza valla, şurada balkon
yapılıyor ne olacak ki?' filan gibi, 'Her şeye karışıyor,' oluyorsunuz. Biz her
şeye karışmalıyız oysa.
John Zerzan bir
makalesinde şöyle bir sav atıyor ortaya. Mealen söylüyorum: Önceden yaşadığımız
yer 'biricik'ti. Belli şeyler yaşadığımız yere özgüydü. Yani yaşadığımız yerin
hiçbir yerde benzerinin olmamasından bahsediyor. Ama modernleşmeyle birlikte
yaşadığımız yerin biricikliğinin ortadan kalktığını söylüyor. Örneğin, New
York'la İstanbul arasındaki farklar bir anda ortadan kalkmaya, New York'ta
yaşamakla İstanbul'da yaşamak arasında hiçbir fark kalmamaya başlıyor. Şimdi
tam da bu konuyla ilgili aklıma Fransız yazar Pascal Quignard geliyor. Onun Amerikan İşgali adlı
bir romanı var. Orada İkinci Dünya Savaşı sonrasında Paris'teki şehir hayatının
nasıl değiştiğini anlatıyor. McDonald's'ların açılması, Amerikan kültürünün hâkim
hale gelmesi, vesaire... Yaşadığımız yerin biricikliğinin ortadan kalkması tam
olarak modernleşmeyle mi ilgili, yoksa Amerikan kültürünün doğuya yayılmasıyla
mı ilgili?
Bence
kent hayatı ile ilgili. Henri Lefebvre'nin Gündelik Hayatın Eleştirisi
diye bir kitabını okumuştum, onun kaynakçasına gireceğim: Amerika'nın ve kapitalizmin
-galiba 'başta Amerika' demek daha doğru- artık her yere girdiği ve insanların
iştahını kabarttığı noktada kendi doğduğun evi bile yıkıp artık onunla tüm
bağını kopararak oraya bir gökdelen dikmek hevesindeysen -onu yok edebiliyorsan-,
zaten oradan geri dönüş çok zor oluyor. Yani artık şöyle oluyor: Maneviyat mı,
maddiyat mı?
"GELİŞME ÇILGINLIĞI DENEN BİR ŞEY VAR"
Maddiyat.
Benim
için maneviyat oluyor. Zaten kapitalizmin en büyük başarısı orada. Yani kendi
doğduğun evi, büyüdüğün mahalledeki o evi yıkıp onun üzerine bir apartman dikip
oradan on daire almak senin için yaşam tarzı ve başarıysa zaten geçmiş olsun.
Bu örnekler genelde İstanbul'un Maslak'ı için çok geçerli. Maslak'ta mesela
gökdelenler artık ucu bucağı olmayan, Zincirlikuyu'ya uzanan bir alanda.
Övünüyoruz mesela; 'İstanbul'un gökdelenleri Silikon Vadisi'ne dönüşecek' diye
göbek atacağız neredeyse. Galiba bizim olanı nasıl yok ettiğimizi gören
Amerikalılar için, kapitalizm için parlıyoruz: 'Vay be nasıl ikna ettik ve hâlâ
nasıl bu şekilde yaşatıyoruz, inanamıyorum' falan diyordur adamlar. Buraya
açılış yapmak için bir Amerikalı geldi kızı ve damadıyla birlikte. İnşaat
başlattılar. Trump Towers. Eminim adam öyle diyordur ya da kızı böyle diyordur:
'Nasıl bu kadar kolay ikna olabiliyorlar?' Kız, 'Sekiz kat dikerim,' diyor ve
bir kasabaya dikiliyor. İnsanlar nasıl seviniyor olabilir? 'Aslında
modernleşiyoruz.' O sokağın, o caddenin, o trafiği nasıl kaldıracağını nasıl
hesaplıyor acaba? 'Bir dakika yaa, Trump Towers güzel de buraya iki tane gökdelen
diktik, orada iki yüz aile olacak, en azından ikişer arabaları olacak ve iki
yüz -ya da üç yüz- araç buradan çıkacak, bu trafik nasıl olacak?' En basitinden
-doğayı, görüntüyü bir kenara bırakın- bunu da mı planlayamıyor, düşünemiyorlar?
Düşünemiyorlar. Kapitalizm tam olarak böyle bir şey herhalde. Kesinlikle
Amerika'nın büyük etkisi var, ama belli bir noktadan sonra artık maneviyatı da
bir kenara bıraktıran şey kapitalizm. Modernleşmeyle alakalı. Adına
'vahşileşme' diyebiliriz. Eskiden modernlik çok masum bir şeydi; tam tersi,
heyecanlandırırdı. Oysa artık şöyle diyorsun: 'Modernlik mi?' O kadar masum
değil yani.
Biraz önce Balkan ülkelerinden bahsederken, 'Oraların
kendine özgü bir yapısı vardı' demiştim. Artık Atina değişti, Selanik değişti.
İstanbul da artık eski İstanbul değil. Ben İstanbul'a geleli altı yıl oldu.
Buradan önce Ankara'daydım. Şimdi Ankara da eski Ankara değil. Artık ben
Ankara'ya gittiğimde yolumu bulamıyorum. Sistem şöyle bir şey: Eğer kentsel
dönüşüm şehrin yapısını başka bir şeye çevirmek istiyorsa, gerekirse sola
dönüşü kaldırıyor. Ankara'da öyle, sola dönüş yok. Buradan dümdüz gitmeni
istiyor. Dümdüz git ki orası popüler olsun. Merkezi kaydırmak diye bir şey var.
Bunların hepsi bilinçli yönlendirmeler ve planlar.
Cumhuriyet'in
başlangıcıyla da alakalı olabilir mi?
Cumhuriyet'in
başlangıcıyla da alakalı, şu anki ikinci dönemle de çok alakalı olabilir. Ama
Cumhuriyet döneminde hiç değilse şöyle bir şey var: Kızılay'daki cadde ya da
sokak için 'burası en az dört şeritli olmalı' ya da 'beş şeritli olmalı' diyor.
Oraya koyduğu öyle bir kural var. Tabii ki oradaki kültürel hayatı yok ediyor.
Ankara şimdi
Cumhuriyet'le birlikte zorlama bir projeydi ya, bu siyasi proje her yeri
vuruyor.
Tam
ona temas edeceğim. Yani beş şeritli yol görünce 'ne kadar ileri görüşlü'
diyorsun, ama bir bakıyorsun ki oradaki eski Rum evlerinin tamamını yok
ediyorlar. İtiraz ediyorsun, o zaman da 'ama o olmasa gelişme olmayacaktı'
diyorlar. 'Gelişme olmayınca şöyle olacaktı, böyle olacaktı.'
'Gelişme
çılgınlığı' denen bir şey var yani.
"DÜNYA TEK BAŞINA YAŞANILABİLECEK BİR YER DEĞİL"
Mesela sur örneği var,
İstanbul'un surları. Şimdi birçok kentte surlar artık kentin içinde kalan
dokular oldu. Ama kentin içinde olmasına rağmen kent dışına itilmiş durumdalar.
Mesela İstanbul'un surlarındaki o gediklerde evsizlerin yaşaması... Bu aslında
kentin belli kesimini yaratan bir durum. Onu diğer kentlerden ayıran, kendine
özgü tabakası. Ama kimi insanlar kentin içinde olmalarına rağmen zamanla kentin
dışına doğru itiliyorlar. Bir bakıma, toplumun dışına itiliyorlar.
Kayseri'deki
surları kaldırdılar. Gerekirse öyle de yaparlar. Dolayısıyla kimse itiraz
etmiyor, sahip çıkmıyorsa aynı şekilde devam ediyor. Marmaray için tünel
kazıyorlar ya, bir sürü tarihi eser buldular, bir donanma çıktı, üstünü kapatıp
devam ettiler. Onun tartışması bitti, unutuldu. Kimse sahip çıkmayınca ne
olacak ki? Üç tane akademisyen çıkıyor, bununla ilgili ses yükseltip makale yazıyor,
bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ardından kimse gelmeyince 'deli' oluyor, 'düzen
bozan' oluyor. Peki bunun karşılığında -konuşuyoruz ya-, biz ne yapmalıyız?
Ben de tam onunla
ilgili bir soru soracağım: Son yıllarda gerek Amerika'da gerek Türkiye'de modernizmi
simgeleyen ne varsa insanlar tarafından reddedilmeye başlandı. Bizde de
inanılmaz derecede modernizm düşmanlığı var. Son yıllarda yaygınlaşmaya
başladı. Yani çalışmanın insana ıstırap veren yoğun temposu -üretim
ilişkilerinden bahsediyorum tabii-, okuma yazma kültürü vb... Mesela Amerika'da
anaokulu ve ilkokul öğrencilerinin önemli bir bölümü okumak istemiyor, okula
gitmek istemiyor. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, şimdi ne yapacağımızı da
tam olarak bilemiyoruz. Dediğim gibi, eko-köylere de gidemeyiz. Gidersek
laptopumuz ve cep telefonumuz yanımızda olacak... Ne yapacağız, karşısına ne
koyacağız, ne dersiniz?
Karşısına
neyi koymak gerekiyor? Açıkçası benim de onunla ilgili pek bir fikrim yok. Ama
şu var: Galiba bireysel kurtuluşa dönüşmeye başladı her şey. Mesele oraya
çekilmeye başlandı. Bu beni biraz rahatsız ediyor. Hani sadece kendini
kurtarmaya yönelen bir süreç yaşanıyor. Dolayısıyla insan başka bir ülkeye
yerleştiğinde ya da ekonomik olarak kurtulduğunda...
Kurtuluş sadece
ekonomik olarak değil ama, değil mi? Zihinsel yönü de var.
Tabii
ki zihinsel kurtuluş da var, ama zihinsel kurtuluşu bir kenara bırakıp sadece
ekonomiyi düzeltmenin bir kurtuluş olduğunu öğreten bir sistemin içinde
bireysel olarak ve başkalarına faydası olmadan bir kurtuluş bu. Şu anda var
olanı teşhis etmek anlamında söylüyorum. Kendi kurtuluşunu -kendi ekonomik
özgürlüğünü- tesis edip kendini kurtarman tavsiye ediliyor.
Galiba
neyi feda ettiğimizi sürekli olarak unutturdular bize. Yani bu bireysel
kurtuluşun içinde bunu hatırlamak lazım. Hayat bizden neyi rica ediyor? Şu anda
bulunduğumuz yerde olmak için biz neleri kaybettik, nelerden vazgeçtik? Hangi
ilişkilerden, hangi fırsatlardan -'fırsat' derken bireysel kazanım olarak
fırsatlardan, manevi fırsatlardan bahsediyorum- yoksun kaldık? Bunları
hatırlatmak gerekiyor galiba. Yani şu anki vahşi kapitalizmin, hırs kültürünün,
şiddet kültürünün içindeki durumu ancak geriye döndürerek bir şeyi geliştirmeye
yönelik adım atılabilir. Yani bireysel kurtuluşun bir kurtuluş olmadığı, hiçbir
zaman dünyanın tek başına yaşanılmayacağı fikrini anlatmak gerekiyor sanırım.
Bunu nasıl anlatacağız, nasıl bir yol izlenecek, onu ben de bilmiyorum. O
rahatlığın ne olduğunu, rahat hissettiğin yerde neyi kaybettiğini bilmek lazım.
Yani o köprü yapıldığında neleri kaybedeceğini anlatmak lazım. Galiba
kapitalizmle mücadelenin -ya da kentsel dönüşümle mücadelenin- yolu yine
paradan geçiyor. Bunu 'birinin parası olursa biz onlarla daha iyi mücadele
ederiz' anlamında söylemiyorum. Fakat kentsel dönüşüm için de onları bu
mücadeleye sevk eden ve heveslendiren şey para değil mi? Dolayısıyla vatandaş,
'bir dakika, buradan adamlar para kazanacak, dolayısıyla ben daha iyi hizmet
alacağım, dolayısıyla ben daha iyi hizmet göreceğim' diyor. Sanırım şuna uyandırmak
gerekiyor: 'Bir dakika, bu tarihi eserler (çünkü artık tarihi eser Taksim'deki,
İstiklal'deki Emek binası ve bunun gibi yüzlercesi) daha büyük bir değer. Senin
dikeceğin gökdelenden daha yüksek bir ederi var şu anda bu toprağın, sen onun
farkında mısın?' Galiba halkla -ya da kitleyle- böyle konuşmak gerekiyor. 'Dört
yüz milyon dolar mı kazanacaklarmış? Şu anda buranın değeri yedi yüz milyon
dolar.' O zaman şunu demek gerekiyor: 'Bak, şu kadar para gidiyor. Bak, senin şu
kadar paranı şuraya attılar.'
Zihniyet yapılarını değiştirmek
gerekiyor.
Türkiye'deki
nüfusun ne kadarı 480 milyar doların bir kısmının kendisine ait olduğunu
biliyor? Kimse bilmiyor. Bilse de bununla ilgili bir şey yapabileceğini biliyor
mu sizce? Diyelim ki beş yüz milyon dolar Türkiye'nin bu seneki bütçesi. Şimdi
ben gidip kişi başına düşen 20 bin doları isteyebilecek miyim? Şunu diyebilecek
miyim: 'Madem bana TC kimlik numarasını verdin, ben 20 bin dolarımı istiyorum
abi, alacağım o parayı; 20 bin doları yatırın, görüşmeyelim abi hiç. Ben
elektrik istemiyorum, su istemiyorum, eğitim istemiyorum, hiçbir şey istemiyorum.
Ben kendim o 20 bin dolarla yapacağım ne yapacaksam.'
"KÜLTÜREL DEĞERLERİMİZE VE TARİHİ ESERLERE SAHİP ÇIKMALIYIZ"
Kent kültürünü, kent
bilincini insanlarda uyandırmanın yolu nedir sizce?
'Bak
arkadaşım, buranın ederi şu ve daha fazla para kazanabilirsin. Madem sen
buranın para kazanmasını istiyorsun, ekonominin dönmesini istiyorsun, bu
şekilde daha fazla para kazanılabiliyor.' Ya da, 'Bu tarihi eser yıkılmadığı sürece
daha fazla para kazanılıyor.' İnsanlara bunu anlatmak gerekiyor.
Zaten turist de bir
kentin tarihi kültürü için gelmiyor mu kente?
Tabii
ki. Ama bunu çok net anlatmak gerekiyor: 'Bak işte, şu an görebilirsin, bilmem
nereye üç turist girdi, şu kadar para harcadılar, çıkıyorlar.' Onlar bunu
görmek istiyor. Bu kadar reel bir şey istiyorlar. Şundan bahsediyorlar: 'Gökdeleni
dikeceğiz, elli kat yapacağız ve her birini bir milyon dolara satacağız. Oraya
bir alışveriş merkezi yapacağız, getirisi yüz milyon dolar. İki tane mi
dikeceğiz? İki yüz milyon dolar.' Peki, o paranın takibini kim yapıyor? Hadi
diyelim ki kabul ettik ve gökdelenler dikildi. Diyelim ki iki yüz milyon dolar
gitti. İki yüz milyon doların hepsi gitmiyor ya, yüzde on sekizi büyükşehir belediyesine
gitti. Hani nerede, nereye kullandınız o parayı? Eğer hepimiz kapitalist olduk
ve bu düzene tamam diyorsak, imar yasası çıkartıp bütün
orman arazilerini peşkeş çekiyorsak, hepsine razıysak, o zaman bu para nereye
gidiyor, onu bir görelim. İskandinavların bizden ayrıldığı nokta biraz öyle bir
şey. Hesabını soruyor onlar. Belediyenin içinde sadece belediye encümeni,
belediye meclisi kurmuyor. Onun haricinde ayrıca STK'lar örgütlenme içine
giriyor ve hesap soruyorlar: 'Nerede para, nereye harcadınız?'
Ama Türkiye'de de son
yıllarda daha aktif STK'lar.
Ama
şöyle bir şey de var: Dönemin başbakanı çıkıp da, 'Kim canım onlar! Bizde
onların belgeleri var,' deyip, o STK'nın bütün imajını sarsıp yok etmemeli,
edememeli. Öyle bir denetleme yapısı olmalı. Onun şöyle olması lazım: 'Bir
dakika, bizim kendi aramızda bir meclisimiz var. Biz üye seçiyoruz.' Ne kadar
üyesi varsa o derneğin gidip oraya bakmalı, denetlemeli. Seçim zamanı halkın
dönüp 'bu dernek ne yapıyor, ne oluyor, neresi bitmiş' diyebileceği, güvenebileceği
bir yer olmalı. O işleyişte olması gerekiyor. Avrupa'da bu var. Üç tane, beş
tane kurulu dernek var ve istediğin zaman gidip bakıyorsun. Sana yaptıklarının hesabını
vermek zorunda. Düzenlemeye göre bazı şirketlerin iç hesaplarını, vergilerini,
ne olup bittiğini kendi internet sitelerinde yayınlaması gerekiyor. Şimdi bu
şeffaflığı biz devletten ya da belediyeden de bekliyoruz. Sen nasıl ki maliye olarak
benim şirketimin muhasebesinde beş yıl oturup hata yapmış mıyım diye
bakıyorsan, ben de vatandaş olarak 'ne yaptınız, bu para nereye gitti, sen
nasıl bir anda altı trilyon para yaptın' diyebilmeyi istiyorum. Şimdi maliye
bakanı ne derse, öbürü ne derse 'peki' diyoruz. 'Peki!' Buradan düşünmek
gerekiyor, halkı buna uyandırmak gerekiyor. 'Arkadaşım, beş yüz milyar dolar
bir para var ya bu ülkede, neden bunun peşine düşmüyorsun? Bir lira için
sokakta millet birbirini kesiyor, olmayacak insanlar cinayet işliyor.' Galiba
yöntem yine -gerçekten- para! Parayla uyarmak gerekiyor vatandaşı. Sadece
yazılar yazarak böyle bir bilinç uyandırmak, herkesi sokağa çağırmak değil tek
başına. 'Bakın, böyle bir paranız var, gelin paranızın hesabını sorun,' demek
gerekiyor.
Bu güzel söyleşi için
çok teşekkür ediyoruz.
Ben
teşekkür ederim.
Bu söyleşi, 2012 yılında Mesai Sanat gazetesi için yapılmıştır.
Söyleşi: Emre Dalkıran
Parayla nereye kadar uyarılabilir ki? İnsanlara daha küçükken asıl önemli olanın ne olduğu öğretilip kişiselleşmekten kurtarılmalı.
YanıtlaSil