Dikmen... Ankara’nın en soğuk kışının yaşandığı yerlerinden biridir. Hele
Erzurum Mahallesi’nin yokuşundan aşağıya inerken, bu soğuğu iliklerinize kadar
hisseder, içinde bulunduğunuz durum ne kadar acıklı da olsa ağlamaya
korkarsınız. Çünkü gözyaşlarınızın donup kirpiklerinizin birbirine yapışma
ihtimali vardır.
Dikmen’e taşınırken -gerçi taşınma denemezdi buna, çünkü elimdeki yarısı
dolu eski bavulumdan ve bir naylon poşetin içindeki kitaplarımdan başka hiçbir
eşyam yoktu- Samanpazarı’na uğrayıp sünger bir yatak ve iki adet battaniye
almıştım. Evin yakınlarında bulunan bakkalları dolaşıp bulabildiğim kadar boş
mukavva kutuları toplayıp yatağın altına sermek için zımbalarını çıkararak
düzelttim. Bomboş odanın bir köşesindeki mukavvaların üzerine yerleştirdiğim
sünger yatağa bakarken, bir an ‘ne kadar da beni çağrıştırıyor’ diye geçirdim
içimden, ‘koca gurbetin bir köşesinde yapayalnız ve etrafını çevreleyen
duvarlarla tecrit edilmişçesine ümitsiz.’
Zamanla soğuğuna alıştığım, çatısıyla duvarı arasında bulunan
boşluklarından kar tanelerinin üzerime yağdığı, yatağım ve battaniyelerimden
başka hiçbir eşyanın bulunmadığı bu evde hayatımın en zor gecelerini yaşarken,
kurduğum hayallerin bile donduğunu hissedebiliyordum.
Evin tek penceresinin çatlamış camından dışarıya doğru bakarken, yağan kar
tanelerinin arasından hayal meyal seçebildiğim ve kapının önündeki diz boyu
birikmiş kara, bata çıka eve doğru gelmeye çalışan birini fark ettim. Kapım ilk
defa çalınmaktaydı ve geleceğini tahmin edebileceğim hiç kimsem yoktu. Büyük
bir merakla kapıyı açtığımda, karşımda sımsıkı örtündüğü şalın altında bile
güzelliği fark edilen, simsiyah gözlerini çevreleyen uzun kirpikleri ve
soğuktan kızarmış yanaklarıyla âdeta masallardan fırlamış bir peri kızı duruyordu.
Belki de hayaldir diye düşünerek, hiçbir şey söylemeden kapının eşiğinde durup
son zamanlarda içimi ısıtmayı başaran o yegâne varlığa bakıyordum.
“Soğuk.” dedi. Sonra ev sahibimin oturduğu evi göstererek Kürtçe bir şeyler
söyledi ve “Babam çağırır seni.” diye ekledi. Yarım yamalak Türkçesiyle
babasının beni evlerine davet ettiğini söylemeye çalışıyordu. “Tamam, gelirim!”
dedim, evin içerisinin görünmesini istemediğimden, elimle araladığım kapının
kolunu tutarken. Halbuki, içeriye soğuk girmesin diye araladığım kapıyı demek
isterdim, fakat o an içerisinin dışarıdan pek de farkı yoktu açıkçası.
Üzerime bir şeyler alıp geliyorum da demek isterdim. Ama soğuktan donmamak
için üst üste giydiğim elbiselerim ve incecik ceketimden başka bavulumda
yalnızca bir çift çorabım ve iç çamaşırlarım kalmıştı. Genç kızın karda
bıraktığı izlere basarak evlerine ulaştığımda henüz kapılarının önünde olmama
rağmen içerisinin sıcaklığını hissedebiliyordum. Tıklattıktan kısa bir süre
sonra açılan kapının ardından beni içeri buyur eden peri kızının gülümsemesi,
içimdeki bütün karları eritmişti.
İçeri girdiğimde ev sahibim Ali Amca’yı, salonun pencereye yakın olan
tarafında, yanında kömür sobası bulunan divanın üzerine bağdaş kurmuş vaziyette
otururken gördüm. Sırtını yasladığı minderin dayandığı duvarda Hazreti Ali’nin
temsili bir resmi vardı. Onun karşısındaki duvarda ise muhtemelen aile büyüklerinin
olduğunu düşündüğüm birkaç siyah beyaz fotoğraf asılmıştı.
Ben içeri girdiğimde doğrulup elimi sıktı ve oturduğu divanın yanındaki
koltuğu göstererek, “Otur oğul.” dedi, “Üşümüşsün belli, geç ısın biraz.”
Aslında vücudumun pek alışmaması gereken bu sıcaklığın ne kadar süreceği
sohbetimizin gidişatına bağlıydı. Peri kızının getirdiği çayları yudumlarken,
Erzurum’un dağlarındaydık. Ali Amca anlattıkça coşuyor, ben de onu merak
içinde, pürdikkat dinliyor, ara sıra hayret ve şaşkınlık nidaları çıkararak
onun şevkini bir kat daha artırıyordum. Aslında odanın ve çayların
sıcaklığı değildi içimi ısıtan. Kürtçe tercümesi, tahminime göre, ‘Ayşe çayları
tazele kızım!’ olan bir şeyler söylediğinde, ismini öğrendiğim genç kızın beni
tutuşturmaya başlayan ve kendimi bir türlü alamadığım yakıcı güzelliğiydi.
Mahcup bir şekilde başımı önüme eğip hiçbir şey konuşmadan bir müddet daha
sessizce Ali Amca’yı dinledikten sonra, kalkma zamanımın geldiğine karar
verdim.
“Ben müsaadenizi istiyorum artık Ali Amca.” dedim, “Biraz dağınıklık var
evde, onları toparlamam gerekiyor.”
Gülümseyerek yüzüme baktı ve “Müsaade senin delikanlı. Bekâr adamsın,
işin bitmez senin. Sık sık uğra da yine sohbet edelim.” dedi.
İstemeyerek de olsa kalkmak zorundaydım çünkü; hep o anlatıyordu ve bu
benim tam da istediğim şeydi ama biraz sonra anlatma sırasının bana geleceğini
hissedebiliyordum. Anlatabilecek herhangi bir şeyimin olmamasından değil, bütün
hayatım boyunca yaşadığım hiçbir şeyin bir başkası tarafından bilinmesini
istemediğimdendi sessiz kalışım.
Kapıdan dışarı çıkmak
üzereyken ceketimi uzatan Ayşe, başını önüne eğmiş utangaç bir şekilde
gülümsüyordu. Ceketimi giymeyi unuttuğumun farkında olmayacak kadar
dalgınlığımın sebebinin onun zeytin karası gözleri olduğunu biliyor gibiydi.
Düş Vadisi'nden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder