31 Ağustos 2015 Pazartesi

Ankara'nın Dikmen'i


Dikmen... Ankara’nın en soğuk kışının yaşandığı yerlerinden biridir. Hele Erzurum Mahallesi’nin yokuşundan aşağıya inerken, bu soğuğu iliklerinize kadar hisseder, içinde bulunduğunuz durum ne kadar acıklı da olsa ağlamaya korkarsınız. Çünkü gözyaşlarınızın donup kirpiklerinizin birbirine yapışma ihtimali vardır.
Dikmen’e taşınırken -gerçi taşınma denemezdi buna, çünkü elimdeki yarısı dolu eski bavulumdan ve bir naylon poşetin içindeki kitaplarımdan başka hiçbir eşyam yoktu- Samanpazarı’na uğrayıp sünger bir yatak ve iki adet battaniye almıştım. Evin yakınlarında bulunan bakkalları dolaşıp bulabildiğim kadar boş mukavva kutuları toplayıp yatağın altına sermek için zımbalarını çıkararak düzelttim. Bomboş odanın bir köşesindeki mukavvaların üzerine yerleştirdiğim sünger yatağa bakarken, bir an ‘ne kadar da beni çağrıştırıyor’ diye geçirdim içimden, ‘koca gurbetin bir köşesinde yapayalnız ve etrafını çevreleyen duvarlarla tecrit edilmişçesine ümitsiz.’
Zamanla soğuğuna alıştığım, çatısıyla duvarı arasında bulunan boşluklarından kar tanelerinin üzerime yağdığı, yatağım ve battaniyelerimden başka hiçbir eşyanın bulunmadığı bu evde hayatımın en zor gecelerini yaşarken, kurduğum hayallerin bile donduğunu hissedebiliyordum.
Evin tek penceresinin çatlamış camından dışarıya doğru bakarken, yağan kar tanelerinin arasından hayal meyal seçebildiğim ve kapının önündeki diz boyu birikmiş kara, bata çıka eve doğru gelmeye çalışan birini fark ettim. Kapım ilk defa çalınmaktaydı ve geleceğini tahmin edebileceğim hiç kimsem yoktu. Büyük bir merakla kapıyı açtığımda, karşımda sımsıkı örtündüğü şalın altında bile güzelliği fark edilen, simsiyah gözlerini çevreleyen uzun kirpikleri ve soğuktan kızarmış yanaklarıyla âdeta masallardan fırlamış bir peri kızı duruyordu. Belki de hayaldir diye düşünerek, hiçbir şey söylemeden kapının eşiğinde durup son zamanlarda içimi ısıtmayı başaran o yegâne varlığa bakıyordum.
“Soğuk.” dedi. Sonra ev sahibimin oturduğu evi göstererek Kürtçe bir şeyler söyledi ve “Babam çağırır seni.” diye ekledi. Yarım yamalak Türkçesiyle babasının beni evlerine davet ettiğini söylemeye çalışıyordu. “Tamam, gelirim!” dedim, evin içerisinin görünmesini istemediğimden, elimle araladığım kapının kolunu tutarken. Halbuki, içeriye soğuk girmesin diye araladığım kapıyı demek isterdim, fakat o an içerisinin dışarıdan pek de farkı yoktu açıkçası.
Üzerime bir şeyler alıp geliyorum da demek isterdim. Ama soğuktan donmamak için üst üste giydiğim elbiselerim ve incecik ceketimden başka bavulumda yalnızca bir çift çorabım ve iç çamaşırlarım kalmıştı. Genç kızın karda bıraktığı izlere basarak evlerine ulaştığımda henüz kapılarının önünde olmama rağmen içerisinin sıcaklığını hissedebiliyordum. Tıklattıktan kısa bir süre sonra açılan kapının ardından beni içeri buyur eden peri kızının gülümsemesi, içimdeki bütün karları eritmişti.
İçeri girdiğimde ev sahibim Ali Amca’yı, salonun pencereye yakın olan tarafında, yanında kömür sobası bulunan divanın üzerine bağdaş kurmuş vaziyette otururken gördüm. Sırtını yasladığı minderin dayandığı duvarda Hazreti Ali’nin temsili bir resmi vardı. Onun karşısındaki duvarda ise muhtemelen aile büyüklerinin olduğunu düşündüğüm birkaç siyah beyaz fotoğraf asılmıştı.
Ben içeri girdiğimde doğrulup elimi sıktı ve oturduğu divanın yanındaki koltuğu göstererek, “Otur oğul.” dedi, “Üşümüşsün belli, geç ısın biraz.”
Aslında vücudumun pek alışmaması gereken bu sıcaklığın ne kadar süreceği sohbetimizin gidişatına bağlıydı. Peri kızının getirdiği çayları yudumlarken, Erzurum’un dağlarındaydık. Ali Amca anlattıkça coşuyor, ben de onu merak içinde, pürdikkat dinliyor, ara sıra hayret ve şaşkınlık nidaları çıkararak onun şevkini bir kat daha artırıyordum. Aslında odanın ve çayların sıcaklığı değildi içimi ısıtan. Kürtçe tercümesi, tahminime göre, ‘Ayşe çayları tazele kızım!’ olan bir şeyler söylediğinde, ismini öğrendiğim genç kızın beni tutuşturmaya başlayan ve kendimi bir türlü alamadığım yakıcı güzelliğiydi.
Mahcup bir şekilde başımı önüme eğip hiçbir şey konuşmadan bir müddet daha sessizce Ali Amca’yı dinledikten sonra, kalkma zamanımın geldiğine karar verdim.
“Ben müsaadenizi istiyorum artık Ali Amca.” dedim, “Biraz dağınıklık var evde, onları toparlamam gerekiyor.”
Gülümseyerek yüzüme baktı ve “Müsaade senin delikanlı. Bekâr adamsın, işin bitmez senin. Sık sık uğra da yine sohbet edelim.” dedi.
İstemeyerek de olsa kalkmak zorundaydım çünkü; hep o anlatıyordu ve bu benim tam da istediğim şeydi ama biraz sonra anlatma sırasının bana geleceğini hissedebiliyordum. Anlatabilecek herhangi bir şeyimin olmamasından değil, bütün hayatım boyunca yaşadığım hiçbir şeyin bir başkası tarafından bilinmesini istemediğimdendi sessiz kalışım.
Kapıdan dışarı çıkmak üzereyken ceketimi uzatan Ayşe, başını önüne eğmiş utangaç bir şekilde gülümsüyordu. Ceketimi giymeyi unuttuğumun farkında olmayacak kadar dalgınlığımın sebebinin onun zeytin karası gözleri olduğunu biliyor gibiydi.


Düş Vadisi'nden

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder