(1) İSTİKLAL'E GİDİŞ
Boş zamanlarımı değerlendirme konusunda aklım karıştığında, asla içinden kolayca çıkamam. Sıkıntılı anlarımda boş vaktimi değerlendirmek, oyalanmak, bir şeyler yapmak arayışına girdiğimde aklıma birçok fikir gelir. Bununla birlikte her bir seçeneği çarçabuk elerim. Sonuç olarak, tüm seçenekleri eleyip ne yapmam gerektiği hakkında olasılık kalmadığı düşündüğüm anda son seçenek olarak nedense hep Taksim’de bulurum kendimi.
Beni Kadıköy Meydanı'ndan Taksim'e hızlıca ulaştıran sarı minibüslerin üzerine hiçbir araç tanımam. Taksi, otobüs, metro, vapur ya da motorlar fark etmez. Hemen hiçbiri minibüsler kadar hızlı olamaz. Yolcularını alıp hareket etmeden önce bağrışan bir değnekçi ya da minibüs şoförünün ‘haydi bir an önce doluşun da sizleri götüreyim’ der gibi aceleci tavırları bile, hızlıca İstiklal'e gidebileceğim tek alternatifin minibüsler olduğuna inandırır beni.
Trafik kurallarının bu kadar ihlal edildiği bir şehir hatırlıyor musunuz? İstanbul dışında ehliyet alabilmek için günlerce stres içinde ezberlemeye çalıştığım değişmez trafik kurallarının, minibüs şoförleri tarafından oluruna giderek ustaca delinmesi, ilk başta canımı oldukça sıkmıştı. Ancak şoförün sırf beni gittiğim yere çarçabuk ulaştırmak için kuralları ihlal ettiği fikri, onlara olan sempatimi artırmıştı. Bir bakıma bir an önce ulaşmak istediğimiz yere varabilmek için kuralları ihmal etmesini görmezden gelmeye çalışıyordum. Biraz kaba saba, küfürbaz, aynı zamanda laf ebesi olan şoförler, cep telefonu ile uzun uzadıya konuşup trafiği tehlikeye atıyorlardı. Kaza yapmadıkları sürece, artık benim için sorun değildi.
Hiçbir zaman şoförle atışmanın başkası lehine sonuçlandığına tanık olmadım. Trafikte ilerlerken şoförün homurdanarak camı açıp diğer şoföre trafiği hızlandırması için verdiği talimatlar, kullandığı cümlelerin hepsi kitaplardan alınmış gibidir. Öyle bir cümle kurarlar ki, ön sol camı açıp diğer sürücülere bağırarak talimat ve önerilerini arka arkaya sıraladıklarında karşı tarafa cevap hakkı bırakmadan ara bir gazla oradan hızla uzaklaşmaları ustalık gerektirir. Altından kalkılamaz kelimelerle emir kiplerinden oluşan bu talimat sonrası cevap hakkı doğan diğer araç şoförlerinin hızla yanımıza yanaşmaya çalışmalarını, cevap vermek için sarf ettikleri çabayı hiçbir zaman unutamam.
Bu çabalarının başarıyla sonuçlandığına nedense hiç tanık olamadım. Yalnızca peşimizden gelen, uzun korna sesine şoförün dikiz aynasından gördüğüm ateş çıkaran gözleri ve sağ eliyle direksiyona sıkıca yapışıp, sol elinin tüm parmaklarını kasıp açarak camdan dışarı çıkarıp ‘ne var’ anlamına gelen tehdit mesajları gönderdiğini hatırlarım. Restleşmeler hep böyle sürer gider. Bu yüzden şehir içinde kendi aracımla dolaşırken minibüs şoförlerine gösterdiğim müsamahayı hiçbir araç sahibine asla tanımam. Yol verdiğim minibüs şoförlerinin benim bu jestime karşılık saygıyla selam vermelerini hatırlarım. Bana hitaben çalınan kısa kornaların teşekkür anlamına geldiğini de kolaylıkla anlardım.
Bu seferki şoförümüz şu an için oldukça sakin. Araç yoğun trafikte hareket edemiyor bile ve bir an aracımızı sessizlik kaplıyor. Bu sessizlik beni oldukça sıkıyor, oysaki Taksim'e ulaşmak için hareket gerekiyordu. Hareket ise aniden yükselen bir motor sesi gürültü demektir. Şoförün yoğun trafikte ilerlemesi bu haliyle mümkün değil. Bu durum olduğumuz yerde çakılı kalacağımız anlamına gelmez. Bu anlarda şoförün her bir aracı teker teker sollayıp bir öne geçebilmek için yapacağı manevralar ani vites değişikliği gerektirir. Vites değişikliği önce ani bir gaz, sonra da ani bir fren sesini getirir. Bu seslere ve harekete tanık olmamız trafikte diğer araçlardan daha hızlı hareket ettiğimiz anlamına gelirdi.
Şoför telefonun öteki ucundaki sese sordu: "Köprü nasıl abi?"
Şoförün hemen gerisinde oturan bayan, başını uzatarak cevapladı: "Köprü yeşil!"
"Yeşili çok severim be abla!" diye seslendi şoför. Kim sevmez ki yeşili, hele memlekete giderken Ordu'dan sonrası yok mu? Bayılırım."
"Ben o yeşilden bahsetmedim. Trafik açık, köprüde trafik yok yani."
"Nerden biliyorsun? Müneccim misin be abla!"
"Yok, falda çıktı! Ne diyorsun ayol!" Konuşmasına devam etti: "İnternetten baktım."
"Ben internetten falan anlamam be abla. Köprü açıkmış desen ya bana, o zaman anlardım."
"Kısaca, biz böyle söyleriz," dedi kadın. "Yol durumu ya sarı olur, ya yeşil, ya da kırmızı."
"Haaaa!" dedi şoför. "Yeşil ve sarı tamam da kırmızıdan nefret ederim. Bir tek bayraktaki kırmızıyı severim."
"O da güzel," dedi bir başkası.
Minibüs sağlı sollu manevralarla ilerliyordu. Ne de iyi yapmışım da minibüsü tercih etmişim dedim. Sırasıyla herkes konuşmuştu. Ellili yaşlardaki uyuyan adam hariç olmak üzere bir tek ben susmuştum. Sadece dinledim. Ancak soru sormak gerektiğinde konuşurdum. Konuşmanın seyrini değiştirmemek için sustum. Hiçbir konuda görüş bildirmedim.
Minibüsün en arka koltuğunda oturuyordum. Sol tarafımda cam kenarında ellili yaşlarda bir adam oturmuştu. Minibüsün hareketlenmesiyle birlikte adam uyuklamaya başlamıştı. Uyuyup uyumadığını pek anlayamadım. Minibüse ilk bindiğimizde, herkes haddini bilerek yanındakini rahatsız etmeyecek şekilde oturduğu için son derece rahat oturuyordum. Koltuğumda sıkışmaya başladığımı fark ettim. Kimin daha fazla yer kapladığını sağımı solumu kontrol ederek göz kararı anlamaya çalıştığımda sol yanımdaki adamın daha fazla yer kapladığını fark ettim. Sola doğru ani bir kalça hareketi yaparak onu rahatsız ettim. Gözkapaklarını zorlayarak açtı. Neler olduğunu anlamaya çalıştı. Oturuş şeklini değiştirdi. Tekrar gözlerini kapadı. Anlamıştım. Tilki bayıltması yapıyordu.
Sağ tarafımda ise genç bir çift oturuyordu. Devamlı fısıldaşıyorlardı. Ne anlattıklarını merak etmiştim. Konuşmalarını duymak için başımı hafifçe onlara doğru eğip kulak kabarttım. Konuşmalarından hiçbir şey anlayamadım. Anlaşılan hiç kimsenin duymasını istemedikleri konulardan bahsediyorlardı. Genç kız aniden erkek arkadaşına seslice bir öpücük kondurdu. Verdiği öpücük sessizliği bozmuştu. Öpücük sesinin yüksekliği ve tarzı bunun bir ödül öpücüğü olduğunu düşündürttü bana. Ön koltukta oturan üç kişi ani bir hareketle arkasına döndü. Merakla ‘ne oluyor’ diye bakanlar kendi aralarında gülüştü. Tekrar önlerine döndüler. İki kel kafalı ve saçı meçli olan bir kadın gülerek bir şeyler söylediler aralarında.
Fenerbahçe stadının yanından geçerken ücret ödeme faslı başlamıştı.
Bir genç kız, "Ne kadar?" dedi.
"Üç lira hanımefendi."
En arka koltuktaki grubumuz arasında da para alışverişi oldu. Yanımdaki adam bana üç lira verdi. Benim yirmi liram vardı. Yanımdakiler bana on lira verdi.
"Bir liranız var mı?" dedim.
"Olması lazım," dedi genç kız.
Çantasının fermuarını hafifçe araladı. Eliyle çantayı karıştırdı. Cüzdanını bulamadı. Yüzünü çantanın içine doğru iyice soktu. Kafasını içinden çıkardı tekrar. İlk arayış başarısızlıkla sonuçlanmıştı. İkinci arama faaliyetine başlaması gerektiğini düşündü. Çantayı dizine doğru iyice oturttu. Sağ elini çantanın içine saldı. Eliyle çantanın içinde birkaç tur attıktan sonra çantasından 1 lira çıkardı.
"Buyrun," dedi yüzü kızararak.
O mahcubiyetle verdi 1 lirayı. Bayanlar, çantalarında bir şeyler ararken bunun uzun sürmesi durumunda hep mahcup olurlar.
Ben onlara 5 lira verdim.
Elimdeki 20 lirayı öne uzattım.
"Dört kişi uzatır mısınız?" dedim.
"Neresi?" dedi.
"Taksim," dedim.
14 lira para üstü geldi. Elimdeki 3 lirayı ilave ettiğim zaman 17 liraya denk geliyordu. Cebimden çıkan tam 3 liraydı. Demek ki hesap doğruydu. Bunca karışık hesaplaşmadan sonra para alışverişimiz kayıpsız neticelenince mutlu oldum. Çünkü en büyük para benim paramdı. Minibüste verilen büyük para her zaman risklidir. Bugün de en büyük risk benim üzerimdeydi. Para üstünün başkasının cebine girdiğine dair çok hikâye duymuştum. Siz de buna birçok kez tanık olabilirsiniz. Bir süre parayı cebime koyamadım. Elimde tuttum. Çünkü arka dörtlüdeki para alışverişi ve hesaplaşma uzun sürmüştü. İtiraz edebilirler diye düşündüm.
Artık yolu yarılamıştık. Ayağımı ön koltuğun ayağına yerleştirip, kendimi ileriye doğru itip ayaklarımdan güç alarak gövdemi yukarı doğru kaldırıp paramı kot pantolonumun ön cebine koydum. Köprüyü geçerken minibüsü tekrar sessizlik kaplamıştı. Her zamanki gibi, İstanbul Boğazı'nın mavisini, cami ve yalılarla süslenmiş kıyılarını izledik merakla. Hepimiz, Boğaz’dan çevresine zarar vermeden geçmeye çalışan devasa gemileri izledik hayretler içinde.
Barbaros bulvarından aşağıya inişimiz o kadar hızlıydık ki, o süreyi hayatımızda geçirdiğimiz süreye saymamak gerekir. Şoförün frene basmış olsa bile minibüsü durduramayacağını düşündüm. Şoför olarak metodunu bilmediğim birkaç şey yaparak aracı kırmızı ışıkta durdurdu. Önce kızdım, sonra durduruş tekniğini takdir ettim.
"Beşiktaş’ta inecek var mı?" diye seslendi.
"Varrrr!" diye birkaç değişik sesin şoförü onayladığına tanıklık ettim.
Minibüs durdu. Herkes ayaklandı.
"Burası Taksim mi?" dedi önümdeki kel adam.
"Daha gelmedik babalık; burası Beşiktaş."
Minibüsten iki kişi indi.
"İki kişi inecekse bu telaş niye yavrum!" dedi solumdaki yaşlı adam.
Boşalmakta olan aracımıza, burnunda, kulağında ve göbeğinde, bir anda sayamayacağım kadar çok piercing takan bir kız bindi. Boynundaki kolye şıkır şıkırdı. Hiç kimseyle göz göze gelmemeye gayret ederek hızla koltuğa oturdu. Anlaşılan bu tarz ortamlara girdiğinde bu şekilde davranması gerektiğini önceden öğrenmişti.
Kızın ardından, elinde gitar taşıyan uzun saçlı ve sakallı bir genç bindi. Gitarın sapını tavana çarptı. Kötü bir şey olduğunu ifade eden, ancak şu an denesem bile nasıl çıkaracağımı bilemediğim değişik bir ses çıkardı. Çarpma şiddetini bilen genç, gitar sapının başına önemli bir şey gelmediğini tahmin etmiş olmalı ki incelemeye bile gerek duymadı.
"Dikkat etsene be kardeşim," dedi şoför, "Tavanı deleceksin yaa!"
"Delecek bir şey yok!" dedi genç.
"Gitar sapı tavan delmez!" diye mırıldandı birisi.
"Ama dikkatli olmakta fayda var," diye ekledi bir başkası.
"Yoluna devam et, bu kadarcık şeyden tavan delinmez!" dedi bir diğeri.
Kızgınca, "Efendim?" dedi şoför dönerek.
"Yok bir şey!" dedim arkadan bağırarak.
Bu tarz atışmalarda birisinin ortamı yumuşatması gerekir. Karşılıklı atışmaların kavgaya kadar gidebileceğini düşündüğümden, ben de konuşmak gereksinimi duymuştum.
Yenilenen Beşiktaş stadına sağdan ters bir çalım atıp hızlıca, Quarejma trivelası atarak aynı hızla sola kıvrılan yoldan Taksim'e doğru tırmandı minibüsümüz.
Levent Yetkin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder