Sol saksıda funda var; yanındakinde küpeçiçeği... Yoksa sağdaki
mi funda? Yok yok,
sağdaki küpe, soldaki küpe...
Of, hayır! Sağdaki funda, soldaki küpe...
Gözlerimde sorun yok; kendimle anlaşamıyorum şu sıralar. O
kadar kalabalığım ki, şuradaki benim mesela. Ah, bak burada da ben. Arkamda da
var bir tane. Böyle böyle kalabalığım ben.
Nasıl da güzel tanıştım onlarla(!). Hiç unutmam o günü.
Çaktım bir kibrit, karanlığımdan sıyrılıp tanıştım sandım kendimle. ‘Sandım’
diyorum; o gün her şey bitti. Başlar sanıyordum. Fakat bitti. Korkup kibrit
elimi yakacak diye üflediğim için tanıyamadım ben’i.
Sonra sorular ve sanrılar aldı başını gitti.
“Her şey bitti diye mi şu anda oturduğum odanın duvarları
gri; yatağım simsiyah?” diye sordum.
Sürüden bir ben cevapladı: “Avare ve çırılçıplak bir ruh
yatıyor diye karardı bu yatak belki de.”
“Dizlerime ellerimi dolayıp sırtımı verdiğim duvar; önümde
duran yarısı su dolu bardağa saatlerce baktığım için mi gri?” diye sordum.
“Korkakların rengi olduğu için gri bir odayı bahşettiler benim gibi kibritçi bir kıza
belki de.” dedi başka bir ‘ben’.
Kalabalığız vesselam, lakin ‘ben’lerden başka kimsem yok.
Söylesene sağdaki ben, sana soruyorum: “Benimle kalanlar
kalben çoğalamayıp yalnızlaştıkları için mi beni terk etti? Ne kuşu, mavisi, ışığı,
gökyüzüdür bu?” diye sordum da kem küm mü etmediler!
Peki ya siz? Sağım, solum, önüm, arkam... Hey siz siz; kalabalık! Başı
önünde, hep bomboş bakan bu kızdan niye sıkılmıyorsunuz?
Yoksa biliyor musunuz sırrımı? Şöyle bir kaldıradursam
başımı, gırtlağın altındaki o derince çukura oturan bir ağırlık size de mi
oluyor? Yine eğdirten buydu yavaş yavaş başımı. Bildiğiniz için mi terk
etmezsiniz beni?
Sağdaki dolapta tomarla para ödeyip içmediğim şaraplar parlıyor; oysa ben, onlara
bakamıyorum. Ben penceremin önünde akşamla beraber saz ve efkâr getiren bu sarhoşların
muhabbetine katlanamıyorken nasıl o dolaba bakarım. Vesselam, katlanamadığım
konuşmalar, penceremin camını tuzla buz etmeleriyle sonlanıyor. Mütemadiyen
anlıyorum onları, kızmıyorum. El yordamıyla göğsümün üstüne gelen cam
parçalarını bulup atıyorum.
Bu gri odaya uğrayan efkâr ve saz değil hep. Kopkoyu gözlü
çocuklar diğer misafirlerim. Yeni yaptırmış olduğum camı tuzla buz etmekte
gecikmeyen; “Gooolll!” eşliğinde.
Mütemadiyen anlıyorum. Ağır çekimde parçalanıyor cam benim
bakışlarımda. Ben olayı anlayana kadar kopkoyu gözlü çocuk ‘yaşıyor muyum’ diye
yokluyor, dönüyor oyununa. Onlar da alışkın bu hallerime.
Bomboş bakıyorum; kısacık saçlarıma ellerimi daldırıp
uzanıyor. Sonra tekrar duvara sırtımı dayıyorum. Kitabı bitiriyorum; başa
dönüyorum, bitiriyorum.
Bahar geliyor, ben kısacık saçlarıma ellerimi daldırıp
uzanıyor, yeni bir ‘ben’i okuyup bitiriyorum. Bir daha okumam onu.
Kopkoyu gözlü çocukların yerini sarhoş adamlar alıyor.
İçeri uzatıyorlar
içkiyi penceremden, bense bomboş bakıyorum. ‘Sen bilirsin’ bakışı atıyor, penceremin dibindeki
kaldırıma kuruluyorlar. Kısacık saçlarıma daldırıyorum ellerimi tekrar; uzanıyorum.
Gecenin bir yarısı kırılan camın sesine uyanırım muhtemelen; yine, yeniden.
Sabah olur, koyu gözlü çocuklar gelecektir öğlene. Kıracak
cam bulamazlar, ben ayaklanır, camcıya giderim. “Kapı açık, uğra!” derim, yine,
yeniden. Yağmur var; önümdeki tümseklere sertçe basıp sırılsıklam ede ede
yürüyorum, yağmurdan ölüm getiriyormuş gibi kaçan insanlara cevaben.
Islak paçalı, kalabalık bir ben sürüsü, yönünü çiçekçiye
çevirip bir begonya elinde, çıkıyor oradan.
Eve geliyoruz sürüyle. Hızla
takılmış yeni camım ıslanmış çoktan yağmurdan dolayı.
Yeni saksıdaki çiçeği yerleştiriyorum.
Oradan bir ‘ben’ ilk defa anlamlı bir cümle kuruyor benim
için:
“Sağdaki funda, soldaki küpeçiçeği, ortada begonya...”
Evet. Sağdaki funda, soldaki küpeçiçeği ortada bego...
“Gooooolll!”
Cam tuzla buz. Kopkoyu gözlü çocuk geliyor, hoşça kalın.
Tubicool
Ellerine sağlık canım, çok güzel olmuş .))
YanıtlaSilharika olmuş:)
YanıtlaSil