“Bundan yirmi beş yıl kadar evveldi. Aksaray’ın Horozuçmaz Mahallesi Lâlegül Sokağı Hane No. 54, Cilt No. 22, Sahife No. 669’da, iki katlı ahşap bir evde, medeni hali bekâr, cinsiyeti erkek, dini İslam bir çocuk dünyaya geldi. Babası tütün rejisi muhasipliğinden, on sekiz yıl dört ay yirmi iki gün sonra emekliye ayrılacak olan Hüsnü Bey, annesi de ev kadını Mürüvvet Hanım’dı. Turgut bir ebe marifetiyle, babası ahşap evin alt katında merak ve endişeyle kıvranır ve beş dakikada bir merdivenleri tırmanırken dünyaya geldi. Daha doğrusu, yazık ki, yedinci kere merdivenleri tırmandıktan sonra aşağı inerken doğdu. Evin içinde mahallenin yaşlı kadınları dolaşıp duruyor ve Hüsnü Bey de orada, varlığı gereksiz bir insan olduğunu düşünerek, kendini nereye koyacağını bilemiyordu. Kaynar sularla dolu taslar üst kata taşınıyor ve sigara üstüne sigara içen Hüsnü Bey, bu taşıma işine yardım edecek gücü bile kendinde bulamıyordu. Hüsnü Bey o zamanlar çok zayıftı. Çocuk iki yaşına geldiği gün çektirilen fotoğrafta onu tanımakta güçlük çekerdiniz: ince bıyıklı, soluk benizli, genç bir adam. Başında, o yıllarda moda olan, siyah şeritli, geniş kenarlı bir şapka var. Bu şapka, onun silik yüzünü daha da önemsiz gösteriyor ve Hüsnü Bey resimde bir sığıntı gibi duruyordu. Üst kattan çocuk ağlamasının duyulduğu sırada Hüsnü Bey, ertesi gün gireceği Amme Hukuku imtihanını düşünüyordu. Bir taraftan muhasebeci yardımcılığı bir taraftan Hukuk talebeliği... Hüsnü Bey bunalıyordu. Okumaya fazla düşkün olmadığı için, sadece kitaplarda isimlerini görmekle yetindiği filozoflar, kafasında birbirine karışıyor; Necmettin’in notlarından aklında kalan cümleleri hatırlamaya çalışıyordu. Bu Necmettin’in notları da ne kadar okunaksızdı. On Binlerin Ricatı’nı yazanın Aristophanes mi yoksa Ksenophanes mi olduğunu çözmeye çalışırken Platon’un aile nazariyesi, Dante’nin devlet mefhumuna karışıyordu. Hüsnü Beyin en büyük talihsizliklerinden biri de yanlış isimlerin daima daha önce aklına gelmesiydi. Kültür, sadece bazı isimleri hatırlamaktan ibaret değildir, deniliyordu. Kültür, bu isimleri yerli yerinde ve başka isimlerle münasebetini bilerek kullanmak demekti. Kelimeler, kelimeler... diye düşündü Hüsnü Bey, Shakespeare’in adını bile duymadığı halde. Bu kelimeler, kültür mü demekti? Hakikaten, kültür ne demek acaba? Hüsnü Bey için kültür onun dört kere tek dersten sınıfta kalmasına sebep olan Amme hocası Ordinaryüs Profesör -o zamanki adıyla müderris- Ekrem Galip Bey (Aydıner) demekti. Eğer böyleyse, ‘Kültür’, insanı küçümseyen, insanın ne mal olduğunu bir bakışta anlayan irikıyım bir şey demekti. Ekrem Galip Bey, Hüsnü’nün bu korkusunu sanki önceden bilirmiş gibi, imtihan odasına girince ona öyle bir bakardı ki Hüsnü Bey küçülür küçülür, bildiği ya da birbirine karıştırdığı bütün isimleri ve nazariyeleri unuturdu hemen. O an, odanın dışında olmak için neler vermezdi.
Üçüncü hakkına girerken, bu duyguların tesiriyle, bir an, kapıya doğru yönelir gibi olmuş, fakat hocanın küçümseyen bakışlarını ensesinde hissederek masanın başına oturup kaderine boyun eğmekten başka bir çare bulamamıştı sonunda. Ekrem Galip, soruyu onun yüzüne bakmadan sormuş ve gene onu dinlemiyormuş gibi, önündeki kâğıda, her zamanki geometrik şekillerini çizmeye başlamıştı. Bu kısa rahatlık devresini kaçırmak istemeyen Hüsnü Bey, telaffuz etmekte zorluk çektiği kelimelerle boğuşarak, ezberlediği cümleleri sıralamaya cesaret etmişti. Bir an için, bu sefer olacakmış gibi gelmişti Hüsnü Beye. Hoca susmaya devam ediyordu. Kadim Yunan felsefesinin bu zayıf temsilcisi, muhasebe defterine yazdığı maddeler gibi, alt alta diziyordu fikirleri: ‘Platon’un devlet nazariyesini böylece gördükten sonra, onun kadar mühim olmamakla birlikte, On Binlerin Ricatı muharriri Aristophanes’in de bu mevzudaki fikriyatına ezcümle temas etmek icap ederse, şu noktalarda iki müellifin telif edilebileceği neticesine varabiliriz: insan uzviyetindeki ve bilhassa tabiattaki mihaniki mevcudiyetler bize, insanın rasyonalist bir ruhu olduğunu ve cemiyyetteki nizamın (cemiyeti, iki ‘y’ ile söylemekle hocanın takdirine mazhar olacağını sanıyordu; başına gelecekleri bütün tecrübesine rağmen unutmuştu) bu esaslara istinat ettirilebileceğini gösterir...’ Zavallı altı yüz kırk sekiz Hüsnü! hoca sözünü kesmedi diye, başını ve gözlerini bir miktar yukarı dahi kaldırmıştı. Anlamadan tekrarladığı sözlerin cazibesine kapılır gibi olmaya cesaret etmek üzereydi. Ekrem Galip, son çizdiği dikdörtgene bir köşegen ekleyerek birden başını kaldırdı ve gözlerine sorgulu bir mana vererek konuştu: ‘Acaba?’ Her şey bitmişti. Kurmuş olduğu bütün düzen yıkılmıştı. Elbette biraz daha direnecekti. Fakat hüküm verilmişti. Hocanın ‘acaba’sı, sınıfta kaldın demekti. Bunu birinci hakkına girenler bile bilirdi. Birden çocuğun bağırmasını duydu ve ne yaptığını bilmeden merdivenleri tekrar tırmanmaya başladı.
Üçüncü hakkına girerken, bu duyguların tesiriyle, bir an, kapıya doğru yönelir gibi olmuş, fakat hocanın küçümseyen bakışlarını ensesinde hissederek masanın başına oturup kaderine boyun eğmekten başka bir çare bulamamıştı sonunda. Ekrem Galip, soruyu onun yüzüne bakmadan sormuş ve gene onu dinlemiyormuş gibi, önündeki kâğıda, her zamanki geometrik şekillerini çizmeye başlamıştı. Bu kısa rahatlık devresini kaçırmak istemeyen Hüsnü Bey, telaffuz etmekte zorluk çektiği kelimelerle boğuşarak, ezberlediği cümleleri sıralamaya cesaret etmişti. Bir an için, bu sefer olacakmış gibi gelmişti Hüsnü Beye. Hoca susmaya devam ediyordu. Kadim Yunan felsefesinin bu zayıf temsilcisi, muhasebe defterine yazdığı maddeler gibi, alt alta diziyordu fikirleri: ‘Platon’un devlet nazariyesini böylece gördükten sonra, onun kadar mühim olmamakla birlikte, On Binlerin Ricatı muharriri Aristophanes’in de bu mevzudaki fikriyatına ezcümle temas etmek icap ederse, şu noktalarda iki müellifin telif edilebileceği neticesine varabiliriz: insan uzviyetindeki ve bilhassa tabiattaki mihaniki mevcudiyetler bize, insanın rasyonalist bir ruhu olduğunu ve cemiyyetteki nizamın (cemiyeti, iki ‘y’ ile söylemekle hocanın takdirine mazhar olacağını sanıyordu; başına gelecekleri bütün tecrübesine rağmen unutmuştu) bu esaslara istinat ettirilebileceğini gösterir...’ Zavallı altı yüz kırk sekiz Hüsnü! hoca sözünü kesmedi diye, başını ve gözlerini bir miktar yukarı dahi kaldırmıştı. Anlamadan tekrarladığı sözlerin cazibesine kapılır gibi olmaya cesaret etmek üzereydi. Ekrem Galip, son çizdiği dikdörtgene bir köşegen ekleyerek birden başını kaldırdı ve gözlerine sorgulu bir mana vererek konuştu: ‘Acaba?’ Her şey bitmişti. Kurmuş olduğu bütün düzen yıkılmıştı. Elbette biraz daha direnecekti. Fakat hüküm verilmişti. Hocanın ‘acaba’sı, sınıfta kaldın demekti. Bunu birinci hakkına girenler bile bilirdi. Birden çocuğun bağırmasını duydu ve ne yaptığını bilmeden merdivenleri tekrar tırmanmaya başladı.
“İşte, baba tarafından pek talihli sayılmayan Birinci Dragut, aslen İstanbul vilayetinin Aksaray kazasına bağlı olup, tarihe geçen ismini ilk defa bu yarı münevver babanın, kulağına okuduğu ezanla duydu. Hüsnü Bey pek dindar sayılmazdı. Turgut’un kulağına ezanı fısıldarken de gene, Kadim Yunan gibi, bilmediği bir düzenin ezberciliğini yapıyordu. Doğu ve Batı kültürünün sembolleri, onun kafasında, bütün ürkütücü yönleriyle, birbirlerine karışmadan durabiliyordu. Turgut Efendi, yani istikbalin bu meşhur şahsiyeti, işte böylece ilk kültürünü Şarki İslamın tesiriyle almış oluyordu. Turgut’un, yıllar sonra, edebiyat dersiyle başlayan divan edebiyatı hayranlığının köklerini, kulağına okunan bu Arapça sözlerde aramak gerekir. Fakat, o anda babası, nasıl ne dediğini bilmeden konuşmuşsa, Dragut Özben de ne dediğini bilmeden, bir Şarki Medeniyet hayranlığı tutturmuştur yıllarca. Bilhassa bu sözlerin kulağına söylenmiş olması; bu tarihi şahsiyette, bütün kültürün ve hassaten Arap kültürünün kulaktan dolma bir şekilde tezahürüne sebebiyet vermiştir.”
Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder