Donuk bakışlarını binalardan birinin en
üst katına sabitlemiş; elleri rengi solmuş gri pantolonunun ceplerinde, hiç
hareket etmeden, cansız bir manken gibi duruyordu ona rastladığımda.
Omzuna dokundum ve hüzün dolu
bembeyaz yüzüne bakarak, ”Merhaba,” dedim, “Bir sorunun mu var?”
Üç aydır bulaşıkçılık yapmaktaydı benim
çalıştığım restoranda. İşe ilk başladığı günden bu yana, ne kendinden
bahsettiğini duyan olmuştu, ne de herhangi bir konuda konuştuğunu.
Yüzünü bana doğru çevirdiğinde, gözlerindeki
acıyı ve hüznü gördüm. Ağlamak isteyip de bir türlü beceremediğimiz zaman, ne
kadar zorlasak da gözlerimizdeki yaşlar akmaz, daha ziyade dışa değil de
yüreğimize doğru akar ya, işte öyle bir durum içerisindeydi o da. Nedense biraz
daha yaklaşmak istedim ona.
Çok fazla tanıyamamış ve samimiyet
kuramamış olsam da, sağ elimi omuzuna atıp şefkatli bir ses tonuyla, “Evet,”
dedim, “Anlaşıldı bir derdin var senin. Anlatmak ister misin? Yardımcı
olabilirim belki.”
“Masmavi gözleri vardı, gülümserken
gülen ve bakmaya doyamadığım.” dedi ve sustu.
“Anladım...” dedim, “Aşk acısı
çekiyorsun sen.”
Bakışları yanıldığımı ispatlıyordu, yani
bu acının o denli sıradan olmadığını.
“İkimiz de gece gündüz çalışmış, bir
sürü borca girmiş ve küçücük bir daire satın almıştık. Şehri yukarıdan
seyredebileceğimiz, apartmanlardan birinin teras katında geniş balkonlu bir
daire.”
Anlamaya çalışıyordum onu. Belli ki bir
şeylerini kaybetmişti; kumarda mı, hovardalıkta mı, yoksa kurduğu bir işin
batması sonucu mu kaybetmişti, onu kestiremiyordum.
“Üzülme,” dedim, “Genç sayılırsın,
çalışıp yine yaparsın.”
“Üç aylık hamileydi. Henüz cinsiyetini
öğrenememiştik ama, ne fark ederdi ki! Bizim bir çocuğumuz olacaktı, ikimizden
bir parça. Ben hep, gözleri onun gözleri gibi mavi olsun istedim, o ise her
şeyi bana benzesin...”
Belli ki bebeklerini doğmadan
yitirmişlerdi. Orta yaşın üstünde görünüyordu, yani yine çocuk sahibi
olabileceği bir yaşta.
“Tıp artık gelişti.” dedim, “Tüp bebek
yapmayı denediniz mi?”
Yönünü bana dönerek tam karşıma geçti,
elleriyle omuzlarımı hafifçe kavradı, gözlerimin içine tarifini yapamayacağım
acı, hüzün, öfke ve ümitsizlik karışımı bir bakışla baktıktan sonra, ”Bugün
17 Ağustos...” dedi, “Benim ölüm yıldönümüm! Birçokları o günü unutmuş olabilir
ama ben bugün yaşamıyorum, nefes alıyorum sadece.”
Konuşamadım. Çünkü onu teselli
edebilecek kadar sözüm yoktu benim, olsaydı bile dilim dönmezdi söylemeye.
17 Ağustos depremini yaşadığımızda
İstanbul Bahçelievler’de ikamet ediyordum, tıpkı şu an olduğu gibi. Yaraları,
yoklukları, çaresizlikleri ve kayıpları hep televizyon ekranından izlemiştim.
Aradan geçen bunca sene sonra, ilk defa bu kadar derinden hissettim aslında
yaşananın uzaktan görünen ve bilinenden çok daha acı olduğunu.
Sımsıkı sarıldım ona sadece ve benim gözlerim onunkiler kadar güçlü değildi.
Sımsıkı sarıldım ona sadece ve benim gözlerim onunkiler kadar güçlü değildi.
Aradığı sadece bir teselli değildi
elbette, birçok kişi ona benim söyleyebileceğim türden sözler söylemişti
mutlaka. Ben sadece sarılarak hissettirmek istedim duygularımı. Sarılırken onun
yitirip de benim sahip olduklarımı düşündüm, utandım.
Başımı kaldırdığımda, önce, onun bakmış
olduğu binanın üst katına takıldı gözüm; sonra da, evin balkonundan bize doğru
bakan, mavi gözlü genç bir kadının, kucağında bebeğiyle gülümseyerek el
salladığını görür gibi oldum.
Mağlubi
Allah bi daha böyle bir acı göster meşin hikaye çok güzel tebrik ediyorum
YanıtlaSilTebrikler okurken ağladım elinize yüreği nize sağlık
YanıtlaSilyüreğimize düşen o tarihi, ne de güzel yazmışsın abi :)) Ellerine sağlık...
YanıtlaSilbence sizin başarınız, ağlatmak istediğinizde ağlatıyorsunuz (bu öyküdeki gibi); güldürmek istediğinizde güldürüyorsunuz (Cüneyt Arkın Olmak öykünüzdeki gibi).
YanıtlaSil00.01. kalbimde bir yer var orayı ustalıkla bulup nasıl da dokunuyorsunuz böyle? Hikayeniz.diyorum çok yerinde idi. Çok...
YanıtlaSil