16 Ağustos 2015 Pazar

17 Ağustos


Donuk bakışlarını binalardan birinin en üst katına sabitlemiş; elleri rengi solmuş gri pantolonunun ceplerinde, hiç hareket etmeden, cansız bir manken gibi duruyordu ona rastladığımda.
Omzuna dokundum ve  hüzün dolu bembeyaz yüzüne bakarak, ”Merhaba,” dedim, “Bir sorunun mu var?”
Üç aydır bulaşıkçılık yapmaktaydı benim çalıştığım restoranda. İşe ilk başladığı günden bu yana, ne kendinden bahsettiğini duyan olmuştu, ne de herhangi bir konuda konuştuğunu.
Yüzünü bana doğru çevirdiğinde, gözlerindeki acıyı ve hüznü gördüm. Ağlamak isteyip de bir türlü beceremediğimiz zaman, ne kadar zorlasak da gözlerimizdeki yaşlar akmaz, daha ziyade dışa değil de yüreğimize doğru akar ya, işte öyle bir durum içerisindeydi o da. Nedense biraz daha yaklaşmak istedim ona.
Çok fazla tanıyamamış ve samimiyet kuramamış olsam da, sağ elimi omuzuna atıp şefkatli bir ses tonuyla, “Evet,” dedim, “Anlaşıldı bir derdin var senin. Anlatmak ister misin? Yardımcı olabilirim belki.”
“Masmavi gözleri vardı, gülümserken gülen ve bakmaya doyamadığım.” dedi ve sustu.
“Anladım...” dedim, “Aşk acısı çekiyorsun sen.”
Bakışları yanıldığımı ispatlıyordu, yani bu acının o denli sıradan olmadığını.
“İkimiz de gece gündüz çalışmış, bir sürü borca girmiş ve küçücük bir daire satın almıştık. Şehri yukarıdan seyredebileceğimiz, apartmanlardan birinin teras katında geniş balkonlu bir daire.”
Anlamaya çalışıyordum onu. Belli ki bir şeylerini kaybetmişti; kumarda mı, hovardalıkta mı, yoksa kurduğu bir işin batması sonucu mu kaybetmişti, onu kestiremiyordum.
“Üzülme,” dedim, “Genç sayılırsın, çalışıp yine yaparsın.”
“Üç aylık hamileydi. Henüz cinsiyetini öğrenememiştik ama, ne fark ederdi ki! Bizim bir çocuğumuz olacaktı, ikimizden bir parça. Ben hep, gözleri onun gözleri gibi mavi olsun istedim, o ise her şeyi bana benzesin...”
Belli ki bebeklerini doğmadan yitirmişlerdi. Orta yaşın üstünde görünüyordu, yani yine çocuk sahibi olabileceği bir yaşta.
“Tıp artık gelişti.” dedim, “Tüp bebek yapmayı denediniz mi?”
Yönünü bana dönerek tam karşıma geçti, elleriyle omuzlarımı hafifçe kavradı, gözlerimin içine tarifini yapamayacağım acı, hüzün, öfke ve ümitsizlik karışımı bir bakışla baktıktan sonra, ”Bugün 17 Ağustos...” dedi, “Benim ölüm yıldönümüm! Birçokları o günü unutmuş olabilir ama ben bugün yaşamıyorum, nefes alıyorum sadece.”
Konuşamadım. Çünkü onu teselli edebilecek kadar sözüm yoktu benim, olsaydı bile dilim dönmezdi söylemeye.
17 Ağustos depremini yaşadığımızda İstanbul Bahçelievler’de ikamet ediyordum, tıpkı şu an olduğu gibi. Yaraları, yoklukları, çaresizlikleri ve kayıpları hep televizyon ekranından izlemiştim. Aradan geçen bunca sene sonra, ilk defa bu kadar derinden hissettim aslında yaşananın uzaktan görünen ve bilinenden çok daha acı olduğunu.
Sımsıkı sarıldım ona sadece ve benim gözlerim onunkiler kadar güçlü değildi.
Aradığı sadece bir teselli değildi elbette, birçok kişi ona benim söyleyebileceğim türden sözler söylemişti mutlaka. Ben sadece sarılarak hissettirmek istedim duygularımı. Sarılırken onun yitirip de benim sahip olduklarımı düşündüm, utandım.
Başımı kaldırdığımda, önce, onun bakmış olduğu binanın üst katına takıldı gözüm; sonra da, evin balkonundan bize doğru bakan, mavi gözlü genç bir kadının, kucağında bebeğiyle gülümseyerek el salladığını görür gibi oldum.

Mağlubi


5 yorum:

  1. Allah bi daha böyle bir acı göster meşin hikaye çok güzel tebrik ediyorum

    YanıtlaSil
  2. Tebrikler okurken ağladım elinize yüreği nize sağlık

    YanıtlaSil
  3. yüreğimize düşen o tarihi, ne de güzel yazmışsın abi :)) Ellerine sağlık...

    YanıtlaSil
  4. bence sizin başarınız, ağlatmak istediğinizde ağlatıyorsunuz (bu öyküdeki gibi); güldürmek istediğinizde güldürüyorsunuz (Cüneyt Arkın Olmak öykünüzdeki gibi).

    YanıtlaSil
  5. 00.01. kalbimde bir yer var orayı ustalıkla bulup nasıl da dokunuyorsunuz böyle? Hikayeniz.diyorum çok yerinde idi. Çok...

    YanıtlaSil