14 Ağustos 2015 Cuma

Cüneyt Arkın olmak!


Kucaklamış olduğu ağır koliyi salondaki masanın üzerine yerleştirdikten sonra alnında birikmiş teri sağ elinin tersiyle silip derin bir “Ohh,” çekmiş ve “Artık Cüneyt Arkın bizim eve de gelecek!” demişti babam. “Konu komşuyu geç vakitlere kadar rahatsız etmek yok bundan böyle.”

Yetmişli yılların başıydı; siyah beyaz televizyona henüz her evde rastlayamadığımız, tek kanallı yayının belli saatler arasında yapıldığı, haftanın belli günlerinde de Yeşilçam filmlerini geç saatlere kadar bekleyerek izleyebildiğimiz yıllar.
Mahallenin bütün erkek çocukları gibi ben de Cüneyt Arkın hayranıydım o zamanlar. Gerçi şimdilerde de hayranlığım hâlâ devam etmekte ama o yıllarda farklı bir durum sözkonusuydu. Şöyle ki; bizim jenerasyon dövüşmeyi hep Cüneyt Arkın’ın filmleri sayesinde öğrenmiştir. Daha doğrusu ilk dayağımızı yiyene kadar öyle sanıyorduk.
Bir önceki gece seyrettiğimiz filmden öğrendiğimiz dövüş sahnelerini birbirimize uygularken, yumruk efektlerini ağzımızla yapıyor, bir türlü filmdeki o tok sesi çıkartamıyorduk, ama en azından surat ifadelerimiz dayak yiyen adamlarınkiyle uyuşuyordu.

Bizim evin iki sokak aşağısında oturan Hasan Amca, babamın çok yakın arkadaşı, aynı zamanda da köylümüzdü. Ablamın yaşında Ayşe isminde bir kızı ve benim yaşımda da Osman isminde bir oğlu vardı. Çok iyi arkadaştık onlarla ve hep beraber vakit geçirirdik. Osman’la benim, mahallenin bizden yaşça küçük çocuklarından oluşturduğumuz bir grubumuz, yani ‘çete’miz vardı.
Aslında bizden fazla küçük sayılmazlardı ama o yıllarda bir yaş büyük olmak bile diğerlerinden üstün olmaya yetiyordu. Bizim birer büyük olarak görevimiz grubu eğitmek, cesaret aşılamak ve geleceğin mahalle delikanlılarını yetiştirmekti sözümona. Başarılı da sayılırdık hani; çocukların her birine tümsek atlatıyor, inşaatların çukurlarından çıkabilmeyi öğretiyor, sopalardan kılıçlarla savaştırıyor ve güreştiriyorduk. Ne var ki bu eğitimden kendimiz daha önce geçmediğimiz için bazen yükseklikleri iyi ayarlayamıyor, bazen de çukurların derinliğini hesap edemiyorduk. Tabii bu da ufak tefek kazalara, burkulmalara ve yaralanmalara yol açıyordu. Yani eğitim zayiatlarının önüne geçemiyorduk bir türlü, ama bu işte bayağı bir yol katettiğimizi düşünüyorduk.
Ta ki arka mahalleyle yapmış olduğumuz meydan savaşına kadar.

Arka mahalleden bir çocuk, bizim cesaret dersi verip özgüvenini kazandırdığımız çocuklardan birinin meydan okumasını kabul ederek, oğlanı evire çevire dövmüştü.
Oğlan salya sümük ağlayarak geldiğinde, bütün çete etrafında toplanıp ona, “Ulan şöyle yapsaydın, kolunu böyle kaldırıp bloke etseydin, şöyle tekme savursaydın, böyle yumruk atsaydın...” diye sıra sıra akıllar verdik.
En sonunda oğlan dayanamayıp illallah dedi ve bombayı patlattı, “Yarın daha detaylı öğrenirim söylediklerinizi nasıl olsa, meydan savaşına davet ettim onları. Öğle ezanından sonra caddenin arkasındaki tarlada buluşacakmışız!”
O anda bütün çete ölüm sessizliğine büründü. Kimseden ses çıkmıyordu. Osman’la ben göz göze gelmek dahi istemiyorduk.
Aradan bir süre geçip şok dalgasını atlattıktan sonra Osman’a, “Bu saatten sonra geriye dönüş olmaz,” dedim, “dövüşeceğiz mecburen!”
“Öyle ya, biraz cesur olmak gerekiyor, hepsi o kadar!” dedi hırıltılı bir sesle konuşarak.
“Ne demek istiyorsun oğlum, ben korkmuyorum ki. Bir de adamların yanına vardığımızda bana ‘Cüneyt’ diye seslen. Ben de sana Battal Gazi diyeceğim, tamam mı?” dedim diğerlerinin de duymasını istediğim için âdeta kükreyerek.
“Tamam.” diye fısıldarken gözlerinden çaresizlik okunuyordu.

Ertesi gün sabahleyin, çete her zamanki yerde toplandığında, bir cesaret konuşması yaptım. Filmlerdeki konuşmalardan alıntılar, araya benim sıkıştırdığım, saçma sapan kelimelerle kurduğum ve ben dahil hiçbirinin anlamlandıramadığı sözler...
Velhasıl artık hazırdık. Caddenin kenarına kadar büyük bir cesaretle ve coşkuyla koştuk. Arsaya yanaşırken grup yavaşlamaya başlamış ve öndeki Ulubatlı Hasanlar bizim arkamızda kalmışlardı. Arsaya girdiğimizde ise karşımızda hemen hemen sayıca bizimle eşit bir grubun olduğunu gördük.
Fakat...
Fakat gruptakilerin sayısı değildi o an önemli olan, boyutlarıydı. Bir mahallede bu kadar toramanın olması şaşırtmıştı bizi. Bizimkilerin hepsi de zayıf ve çelimsiz çocuklardı.
Arkadaki çocukların hiç seslerinin çıkmaması iyiye işaretti aslında. Korkmadıklarını gösteriyordu bu durum. Bir süre daha olduğumuz yerde kalıp bize yaklaşmalarını bekledik. Aslında bekleyişimizin nedeni titreyen dizlerimiz yüzünden adım atamıyor oluşumuzdu.
İyice yaklaştıklarında Osman’a usulca seslenip, “Önce çocukları göndersek iyi olur,” dedim, “durum aleyhimize dönerse biz müdahale ederiz, gücümüzü en sona saklayalım.”
“Anlaştık.” diye fısıldadı Osman ve gruba hücum emri vermek için arkasını döndü.
Pantolonunun önündeki ıslaklığı fark ettiğimde beklenmedik bir şey olduğunu anladım. Titreyerek arkamı döndüm. Hiç kimse yoktu; en güvendiklerimiz bile tüymüştü.
Karşı grubun en önündeki iki toraman, arkadakilere kalmalarını söyleyip yanımıza yanaştılar.
Osman başını önüne eğmiş ve gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Bir an benim içimden de öyle yapmak geçti ama, belki yeni bir şey öğrenebilirim düşüncesiyle yapmadım.
Nihayetinde dayağımızı bir güzel yemiş, boyumuzun ölçüsünü de almıştık.

Yediğimiz dayağın acısı geçerdi elbet, ama toraman çocukların bizi dövüp karşılarına çıkmamamızı tembihledikten sonra, beni dövenin, “Adın ne senin bakayım?” sorusuna, ‘Cüneyt’ diyememek ve “Yusuf... Yusuf...” diye fısıldarcasına cevap vermek çok gücüme gitmişti.

Mağlubi

3 yorum:

  1. Sondaki Yusuf Yusuf'a bayıldım.:)

    YanıtlaSil
  2. Öyküyü okurken kahkaha attım resmen, yüreğine sağlık.

    YanıtlaSil
  3. Cüneyt Arkın olmak değil hocam Cüneyt kılıklı yusufun 'yusuf yusuf olması ' mesele. Harikaydı harika

    YanıtlaSil