Kucaklamış olduğu ağır
koliyi salondaki masanın üzerine yerleştirdikten sonra alnında birikmiş teri
sağ elinin tersiyle silip derin bir “Ohh,” çekmiş ve “Artık Cüneyt Arkın bizim
eve de gelecek!” demişti babam. “Konu komşuyu geç vakitlere kadar rahatsız
etmek yok bundan böyle.”
Yetmişli yılların
başıydı; siyah beyaz televizyona henüz her evde rastlayamadığımız, tek kanallı
yayının belli saatler arasında yapıldığı, haftanın belli günlerinde de Yeşilçam
filmlerini geç saatlere kadar bekleyerek izleyebildiğimiz yıllar.
Mahallenin bütün erkek
çocukları gibi ben de Cüneyt Arkın hayranıydım o zamanlar. Gerçi şimdilerde de
hayranlığım hâlâ devam etmekte ama o yıllarda farklı bir durum sözkonusuydu.
Şöyle ki; bizim jenerasyon dövüşmeyi hep Cüneyt Arkın’ın filmleri sayesinde
öğrenmiştir. Daha doğrusu ilk dayağımızı yiyene kadar öyle sanıyorduk.
Bir önceki gece
seyrettiğimiz filmden öğrendiğimiz dövüş sahnelerini birbirimize uygularken,
yumruk efektlerini ağzımızla yapıyor, bir türlü filmdeki o tok sesi
çıkartamıyorduk, ama en azından surat ifadelerimiz dayak yiyen adamlarınkiyle
uyuşuyordu.
Bizim evin iki sokak
aşağısında oturan Hasan Amca, babamın çok yakın arkadaşı, aynı zamanda da
köylümüzdü. Ablamın yaşında Ayşe isminde bir kızı ve benim yaşımda da Osman
isminde bir oğlu vardı. Çok iyi arkadaştık onlarla ve hep beraber vakit
geçirirdik. Osman’la benim, mahallenin bizden yaşça küçük çocuklarından oluşturduğumuz
bir grubumuz, yani ‘çete’miz vardı.
Aslında bizden fazla
küçük sayılmazlardı ama o yıllarda bir yaş büyük olmak bile diğerlerinden üstün
olmaya yetiyordu. Bizim birer büyük olarak görevimiz grubu eğitmek, cesaret
aşılamak ve geleceğin mahalle delikanlılarını yetiştirmekti sözümona. Başarılı
da sayılırdık hani; çocukların her birine tümsek atlatıyor, inşaatların
çukurlarından çıkabilmeyi öğretiyor, sopalardan kılıçlarla savaştırıyor ve
güreştiriyorduk. Ne var ki bu eğitimden kendimiz daha önce geçmediğimiz için
bazen yükseklikleri iyi ayarlayamıyor, bazen de çukurların derinliğini hesap edemiyorduk.
Tabii bu da ufak tefek kazalara, burkulmalara ve yaralanmalara yol açıyordu.
Yani eğitim zayiatlarının önüne geçemiyorduk bir türlü, ama bu işte bayağı bir yol
katettiğimizi düşünüyorduk.
Ta ki arka mahalleyle
yapmış olduğumuz meydan savaşına kadar.
Arka mahalleden bir
çocuk, bizim cesaret dersi verip özgüvenini kazandırdığımız çocuklardan birinin
meydan okumasını kabul ederek, oğlanı evire çevire dövmüştü.
Oğlan salya sümük
ağlayarak geldiğinde, bütün çete etrafında toplanıp ona, “Ulan şöyle yapsaydın,
kolunu böyle kaldırıp bloke etseydin, şöyle tekme savursaydın, böyle yumruk
atsaydın...” diye sıra sıra akıllar verdik.
En sonunda oğlan
dayanamayıp illallah dedi ve bombayı patlattı, “Yarın daha detaylı öğrenirim
söylediklerinizi nasıl olsa, meydan savaşına davet ettim onları. Öğle ezanından
sonra caddenin arkasındaki tarlada buluşacakmışız!”
O anda bütün çete ölüm
sessizliğine büründü. Kimseden ses çıkmıyordu. Osman’la ben göz göze gelmek
dahi istemiyorduk.
Aradan bir süre geçip
şok dalgasını atlattıktan sonra Osman’a, “Bu saatten sonra geriye dönüş olmaz,”
dedim, “dövüşeceğiz mecburen!”
“Öyle ya, biraz cesur
olmak gerekiyor, hepsi o kadar!” dedi hırıltılı bir sesle konuşarak.
“Ne demek istiyorsun
oğlum, ben korkmuyorum ki. Bir de adamların yanına vardığımızda bana ‘Cüneyt’
diye seslen. Ben de sana Battal Gazi diyeceğim, tamam mı?” dedim diğerlerinin
de duymasını istediğim için âdeta kükreyerek.
“Tamam.” diye
fısıldarken gözlerinden çaresizlik okunuyordu.
Ertesi gün sabahleyin,
çete her zamanki yerde toplandığında, bir cesaret konuşması yaptım. Filmlerdeki
konuşmalardan alıntılar, araya benim sıkıştırdığım, saçma sapan kelimelerle
kurduğum ve ben dahil hiçbirinin anlamlandıramadığı sözler...
Velhasıl artık
hazırdık. Caddenin kenarına kadar büyük bir cesaretle ve coşkuyla koştuk.
Arsaya yanaşırken grup yavaşlamaya başlamış ve öndeki Ulubatlı Hasanlar bizim
arkamızda kalmışlardı. Arsaya girdiğimizde ise karşımızda hemen hemen sayıca
bizimle eşit bir grubun olduğunu gördük.
Fakat...
Fakat gruptakilerin
sayısı değildi o an önemli olan, boyutlarıydı. Bir mahallede bu kadar toramanın
olması şaşırtmıştı bizi. Bizimkilerin hepsi de zayıf ve çelimsiz çocuklardı.
Arkadaki çocukların hiç
seslerinin çıkmaması iyiye işaretti aslında. Korkmadıklarını gösteriyordu bu
durum. Bir süre daha olduğumuz yerde kalıp bize yaklaşmalarını bekledik. Aslında
bekleyişimizin nedeni titreyen dizlerimiz yüzünden adım atamıyor oluşumuzdu.
İyice yaklaştıklarında
Osman’a usulca seslenip, “Önce çocukları göndersek iyi olur,”
dedim, “durum aleyhimize dönerse biz müdahale ederiz, gücümüzü en sona
saklayalım.”
“Anlaştık.” diye
fısıldadı Osman ve gruba hücum emri vermek için arkasını döndü.
Pantolonunun önündeki
ıslaklığı fark ettiğimde beklenmedik bir şey olduğunu anladım. Titreyerek
arkamı döndüm. Hiç kimse yoktu; en güvendiklerimiz bile tüymüştü.
Karşı grubun en
önündeki iki toraman, arkadakilere kalmalarını söyleyip yanımıza yanaştılar.
Osman başını önüne
eğmiş ve gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Bir an benim içimden de öyle yapmak
geçti ama, belki yeni bir şey öğrenebilirim düşüncesiyle yapmadım.
Nihayetinde dayağımızı bir güzel yemiş, boyumuzun ölçüsünü de
almıştık.
Yediğimiz dayağın acısı geçerdi elbet, ama toraman çocukların
bizi dövüp karşılarına çıkmamamızı tembihledikten sonra, beni dövenin, “Adın ne senin bakayım?” sorusuna, ‘Cüneyt’ diyememek ve “Yusuf...
Yusuf...” diye fısıldarcasına cevap vermek çok gücüme gitmişti.
Mağlubi
Sondaki Yusuf Yusuf'a bayıldım.:)
YanıtlaSilÖyküyü okurken kahkaha attım resmen, yüreğine sağlık.
YanıtlaSilCüneyt Arkın olmak değil hocam Cüneyt kılıklı yusufun 'yusuf yusuf olması ' mesele. Harikaydı harika
YanıtlaSil