14 Aralık 2019 Cumartesi
Orhan Pamuk romanlarını nasıl yazıyor?
Doğan Hızlan'ın TRT'de 1986 yılında gerçekleştirdiği programda, Orhan Pamuk romanlarını nasıl yazdığını anlatıyor.
Etiketler:
doğan hızlan,
Orhan Pamuk,
roman,
trt,
yazmak
'O an'ı yaşamak
Sizler ömrünüzün baharında, çiçekler içerisinde mutlu bir
günü yaşarken, birçokları saplandıkları çamurlu yollardan kurtulmanın
mücadelesini yapmakta ve çaresizce bir kurtuluş ümidi beklemekteler.
Ne kadar da sabırsızsınız; gelmek üzere olan sevdiğinizi
beklerken, geleceğini bildiğiniz halde ve yanınızda olması gereken saate henüz
uzunca bir süre varken.
"Nerede kaldı?" diye soramazsınız o an. Birkaç
dakika geç kalınca düşünmeye başlarsınız; hep yollarda olur gözünüz ve olanca
kuvvetiyle atmakta olan yüreğiniz.
Beklemekte olduğunuz yerden geleceği yolun başını keserken,
gözleriniz bir kartalınki kadar keskin, burnunuz ise onun kokusunu dünyadaki
bütün kokulardan ayırt edebilecek kadar hassastır.
Sokağın başında görünür görünmez, kalbiniz minik bir
serçeninki kadar büyük bir hızla atmaya başlar...
Psikolojik bir çöküşün renklendirilmiş hali
Kulak kesilmeniz
gereken bir mevzu var! Konumuz Vincent Van Gogh'un 1889 Eylül’ünde çizdiği
otoportresi.
Esere bakar bakmaz
tablo sizi Van Gogh'la göz göze getiriyor.
Bir süre
kitleniyorsunuz, çatık kaşlarıyla size sinirle bakıyor sanki.
Mavinin hükmettiği
tabloda, kızıla çalan saçı, sakalı dikkati hemen üzerine çekiyor.
Bakışlarındaki
asabiyet korkutuyor.
Attilâ İlhan'ın
dedikleri geliyor aklıma:
"hep aynı
manzarayı kullanmaktan bıktım usandım/ bir yumruk vurdum dünden kalma bir
şarkıyı dağıttım/ vangogh bana bakıyordu deli gözleriyle bakıyordu".
Etiketler:
1889,
eylül,
otoportre,
şevval okçu,
van gogh
5 Aralık 2019 Perşembe
Teaser'ın ardından 'The Gift'in ilk fragmanı da yayınlandı
Beren Saat, Mehmet Günsür ve Metin Akdülger'in başrollerini
paylaştığı Netflix'in ikinci Türk orijinal dizisi Atiye'nin (The Gift) tanıtımının
(Teaser) ardından fragmanı da yayınlandı.
2 bin eser, binlerce yıllık tarih: Tunceli Müzesi
Tunceli'de 2 bin civarında eserle kapılarını ziyaretçilerine
açmak için gün sayan Tunceli Müzesi, kentin binlerce yıllık tarihini gözler
önüne serecek. Son yıllarda yapılan yatırımlarla turizm, su, doğa sporları
ve kültür şehri olarak anılan kent, turizm potansiyeline güç katacak müzede
ziyaretçilerini ağırlamak için hazır.
Restore edilerek müzeye dönüştürülen tarihi kışla binası,
Avusturya ve Almanya mimarisiyle tasarlandı. 1937 yılında tamamlanarak hizmete
açılan bina, 1949'a kadar askeri kışla olarak kullanıldı.
Maliye Bakanlığına 1949'da devredilen ve 2015 yılına kadar 65
ailenin kaldığı memur lojmanları olarak kullanılan bina, 2005'te 'Erken
Cumhuriyet dönemi yapısı' özelliği göstermesi dolayısıyla Kültür Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu tarafından tescillendi.
"MÜZE KENTİN
MERKEZİNE KURULDU"
Yaklaşık 1800 metrekare avluya sahip 5805 metrekare alandaki
4 bloktan oluşan yapının müzeye dönüştürülmesi için 2015'te başlatılan
restorasyon çalışmaları tamamlandı.
Kentin yazılı ve sözlü tarihi ile belge, evrak ve
fotoğrafların bulunacağı müzede, 'kütüphane', 'Alevilik', 'arkeoloji' ve
'etnografya' bölümleri yer alacak.
Müze Müdürü Kenan Öncel, Tunceli'nin son yıllarda turizm
açısından önemli bir sıçrama yaşadığını söyledi. Her geçen gün kenti
ziyaret eden yerli ve yabancı turist sayısının arttığını ifade eden Öncel,
şöyle konuştu:
"Müzemiz kentimizin merkezi, kalbi denebilecek bir
noktada kurulmakta. Bu nedenle ilimize gelecek ziyaretçilerin ilk uğrayacağı
alanlardan biri olacağını ve cazibe merkezi haline dönüşeceğini tahmin
ediyoruz. İlimizdeki turizm parkurunun ilk ayağını bu müze oluşturacak.
Müzemizin, şehrin tanıtımına, dışarıdan gelen insanların kültürel
zenginliklerini görmesine vesile olacağını düşünüyoruz. Şüphesiz ki müzemiz
ülkemizdeki en özel müzelerden biri olacak."
"ZİYARETÇİLERİ
BİNLERCE YIL ÖNCESİNE GÖTÜRECEK"
Araştırmalarda, kentin tarihinin binlerce yıl öncesine
dayandığının belirlendiğini anlatan Öncel, müzenin ziyaretçilerini binlerce yıl
öncesine götüreceğini dile getirdi.
Tunceli'de yapılan tek kazı çalışmasının, 1968-1974'te ODTÜ
koordinatörlüğünde yürütülen Keban Barajı kurtarma kazıları olduğunu belirten
Öncel, "Önemli bir coğrafyada bulunan Tunceli, kuzey ile güney arasında
önemli bir geçiş noktası olmuştur. Bu açıdan bu kadar az çalışmayla bile bu
kadar zengin bir kültürünün olduğunu görmek bize ilerisi için heyecan
veriyor" ifadelerini kullandı.
Müzenin açılışı için gün
saydıklarını bildiren Öncel, müzede yaklaşık 2 bin eserin sergileneceğini
sözlerine ekledi.
Kadınları gururlandıran bir yazar, çarpıcı bir oyun
Havalar serin bu aralar, mevzular da derin haliyle. Yaralı bir kitle olarak
Türkiye'de yaşamaya çalışırken, hastalıklar, salgınlar, hatta bunlardan daha
ciddi mevzular olan kaprislerle baş etmek zorundayız. Türlü egolara müstesna
bir nezaketle ehemmiyet ederken, düşük moralimizi de yerle bir eden zalim
insanları duymazdan gelmeye çalışıyoruz. Acaba Avrupa'da bunu yenecek bir tedavi
yöntemi geliştirildi mi? Malum, "ülkemize her şey geç gelir".
Kırıkkale'ye ise daha geç geleceği konusunda eminim.
Hal böyle olunca çeşitli aktivitelerle ruhumuzu doyurmak istediğimizden,
Suat Derviş'in romanından aynı adla uyarlanan 'Fosforlu Cevriye' müzikaline
gitmeyi planlıyorum arkadaşımla. Murat arıyor ve müzikal için WhatsApp'tan
gönderdiği fotoğraftan boş koltuklardan ikisini seçmemi istiyor. 'Kadın
kısmısı' olarak 'ne kadar da ince bir hareket' diye düşünmem gerekirken,
balkondaki ön koltukları seçtiğimi söylüyorum, fakat sahnenin konumunu ve ses
sistemlerinin nasıl olduğunu bilmediğimden seçtiğim koltuklardan tam da emin
olmadığımı söyleyerek dertleniyorum. Kırıkkale'de beşinci yılım olmasına
rağmen, ilk defa müzikale gideceğimden dolayı heyecanlıyım aynı zamanda.
Suat Derviş,
döneminin zorlu şartları altında, "Kadın olmaktan utanmıyorum,"
sözüyle dimdik ayakta durabilmiş bir yazarımızdır. Akıllardan silinmeyen ve
kadınları cesaretlendiren bir diğer cümlesi ise, "Ben yazar Suat
Derviş’im. Kimsenin karısı olarak yâd edilemem," cümlesidir. Haliyle,
kadınlık bilinci böylesine gelişkin birisinin yazdığı bir eseri eleştirmekten
çok, yüceltmek mutlu eder beni de.
Müzikal,
Kırıkkale atmosferi içerisinde tam bir şölendi. Hayat kadını olan Fosforlu Cevriye'nin
hayatı ve bu zor hayata rağmen masumiyeti ve yaşadığı dönemin şartları,
seyirciye, Cantuğ Turay ve ekip arkadaşları tarafından başarılı bir şekilde
aktarıldı. Oyuna ait olan şarkılar ise oyunculardan beklediğim performanstan
çok daha başarılı bir şekilde seslendirildi. Müzikali izlerken bana eşlik eden
arkadaşımın geçmişinde müzisyenlik kariyeri olduğu için, oyun sonrasında bana,
orkestranın doğru zamanda sergiledikleri performanstan dolayı oyunun müzikal
tadını başarılı bir şekilde seyirciye aktarmış olduklarını söylemişti.
Biz
seyirciler ise alkışlarımızla eşlik ettik müzikale. Ne var ki, oyun sırasında
beni oldukça rahatsız eden bir şey vardı ki, o da, oyuncuların koşuşturması
içerisinde dekorun nasıl değiştiğini, ışıkların kapalı olmasına karşın perdenin
açık olması nedeniyle oyundaki akışın bir ölçüde sekteye uğradığını görmüş
olmamızdı.
Pansiyon
sahibi Sümbül Dudu karakterinin oyunculuğu o kadar şahaneydi ki, hayranlık
duymadım desem yalan olur. Diğer kadın oyuncularımız da bir o kadar başarılıydı
elbette; onların performanslarını izlerken oldukça gururlandım.
Cantuğ
Turay, Fosforlu Cevriye karakterini canlandıran rol eşi kadar istekli oynasaydı
ve bunu seyirciye aktarabilseydi, muhtemelen eski bir ilçe olan Kırıkkale
seyircisinin heyecanını daha da yukarı çekebilirdi. Çünkü Fosforlu Cevriye
karakterini aslında tetikleyen ve şekillendiren Cantuğ Turay'ın canlandırdığı
karakterdi. Oyunun Kırıkkale Kültür Merkezi'nde sergilenmiş olması ne yazık ki
bu durumu görmezden gelmemize yetmedi. Fosforlu Cevriye'nin âşık olduğu
karakterin sahneleri biraz daha fazla olsaydı, belki de seyirciye dönemin
şartları daha anlaşılabilir şekilde aktarılabilecekti. Tabii ki tüm ufak tefek
pürüzler oyundan tat almamıza engel olmadı.
Salondan çıkarken, "Ne iyi ettik de geldik
Murat," demeyi de ihmal etmedim ve ülkemizin yaralı insanları olarak
sanata doymuş bir şekilde evlerimize geri döndük.
Saadet Gadiri
Tarih ve sanatseverler için başucu kitabı
'Rodos Adası'nda Osmanlı Mirası' (Mimari
Eserler-Kitabeler-Mezar Taşları) adlı kitap, uzmanlık alanı sanat tarihi
olan akademisyenler Prof. Dr. Mehmet Zeki İbrahimgil ve Dr. Ammar İbrahimgil
tarafından hazırlandı.
Güncel bilgi, fotoğraf, şekil, plan, resim, tablo ve
grafiklerle desteklenmiş olan çalışmada kimi eserlerin orijinal hali ve
günümüzdeki durumlarını sergileyen eski ve yeni görseller kitapta
karşılaştırmalı olarak verildi.
Kapsamı geniş olan çalışmanın literatürdeki diğer yayınlardan
bir farkı da adadaki Türk varlığının önemli bir göstergesi olan ve sanat tarihi
açısından hayli kıymetli 300'e yakın mezar taşının detaylı bir incelemeye tabi
tutularak verilmesi.
Rodos Adası'nın coğrafi özellikleri, tarihi gelişimi, 400
yıllık Osmanlı idaresi, İtalyan işgali ve Yunanistan'a ilhakıyla ilgili
bilgiler ise eseri tamamlayıcı mahiyette.
Titizlikle hazırlanıp kitabın sonuna eklenen eserler listesi
ise envanterin kayıt altına alınması, tarihe not düşülmesi ve araştırmacılara
yol göstermesi bakımından dikkate değer.
Diğer taraftan yakın zamanda yapılan saha araştırmaları ile
çoğu Türkçe ve Yunanca 130 kaynaktan yararlanılarak özenle hazırlanan eser
güncel bilgileri ve literatüre hâkimiyeti göstermesi açısından da önem taşıyor.
KÜLTÜR VARLIKLARI
LİTERATÜRÜNE KATKI
Eserde 1988 yılında UNESCO tarafından Dünya Kültürel Mirası
olarak tescillenen Rodos'taki eserler sadece ata yadigârı oldukları için değil,
insanlığın ortak mirası olarak ilmi bakış açısıyla ele alınarak, alanına
yenilik getirip güncel bilgi ve görsellerle destekleniyor.
Görevlerinden biri de yurtdışındaki Türk kültür varlığının
araştırılması ve korunmasını desteklemek olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu bünyesindeki Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, yayımladığı bu ve buna
benzer eserleriyle yurtdışındaki kültür varlıklarımıza dikkat çekerek
literatüre katkı sağlamaya devam ediyor.
Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı tarafından son derece özenli
ve kaliteli bir baskıyla okura sunulan 593 sayfalık eser, Ankara Balgat'taki
Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı binasında ve Ankara Kızılay Kitap Satış
Bürosu'nda satışa sunuluyor.
Kitapseverler, https://emagaza-akm.ayk.gov.tr adresindeki
e-mağazadan da esere ulaşabilirler.
Tanpınar’ın “Kitap Korkusu” | Deneme
Bir kitabın paragrafında kaybolmak, her okuyuşta daha
önce fark edemediğin bir detay üzerinden gezintiye çıkmak. İnsanın üzerinde
bıraktığı o keşfedilmemiş yeri keşfetme hissi. Okumanın bu yönü bambaşkadır.
Bir kere yakalanınca vazgeçmenin mümkün olmadığı bir büyüdür okuma aşkı.
Buradayım, ben de varım, demektir. Düşünüyorum, demektir. Kaçmıyorum, üzerine
gidiyorum, sorguluyorum, varlığımı arıyorum, demektir.
Sözgelimi benim bir zamanlar varlığımı aradığım
kitaplardan biri de Simyacı’ydı. Santiago’nun bulunduğu yerden sıkılıp başka
yerleri görme isteği ve yaşamını ailesinin yanında, Endülüs’te değil de dünyayı
gezerek öğrenebileceğini düşünmesi harekete geçirmişti onu. Babasının da, “Git,
kendine bir sürü al ve en iyi şatonun bizim şatomuz olduğunu öğreninceye kadar
dünyayı dolaş,” demesiyle oğlunu kutsaması, genç delikanlının yaşamını
anlamlandırma uğraşı ve mutluluğu bulma çabasını şekillendirmişti. Okurken âdeta
ya Santiago oluyordum, ya da onun yanında oluyordum. Beraber geziyorduk ve
onunla birlikte ben de kendimi arıyordum. Kitabı resmen yaşadığımdan, ‘acaba
neler olacak’ düşüncesi de beni sardığından Simyacı’yı elimden bırakamamıştım.
Kitaplar başka dünyalara kapıları işte tam da böyle
açarlar. Paragraflarda kaybolmak, bazen bir cümlede saatlerce takılı kalmak ve
dünya işlerini bir süreliğine rafa kaldırıp kitabı yaşamak için okumak, makale
okumaktan çok farklı bir eylemdir. Makale okuyucusu daha nesnel bir dünya
üzerindeyken, roman okuyucusu kendi dünyasını yazarın yönlendirmesiyle kurar.
Santiago’yla olan yolculuğunuzu tamamladığınızda siz de onun gibi yeni bir yola
çıkmak isteyeceksiniz. Her kitap yeni bir maceradır nihayetinde ve yeni bir
hayatı yaşatır her seferinde; hem de kendi hayal gücümüzün izin verdiği ölçüde
başka diyarlara ulaşmamızı sağlarlar.
Tanpınar “Kitap Korkusu” adlı yazısında, “Kitaptan
niçin korkarlar? Bunu bir türlü anlayamadım. Kitaptan korkmak, insan
düşüncesinden korkmak, insanı kabul etmemektir. Kitaptan korkan adam, insanı
mesuliyet hissinden mahrum ediyor demektir. ‘Bırak, senin yerine ben
düşünürüm!’ demekle, Falan kitabı okuma!’ demek arasında hiçbir fark yoktur.
İnsanoğlu her şeyden evvel mesuliyet hissidir ve bilhassa fikirlerinin
mesuliyetidir. Ondan mahrum edilen insan, kendiliğinden bir paçavra haline
düşer,” diyerek okumanın aslında ne denli önemli olduğunu hatırlatır bizlere.
Kendimize ulaşmada böylesine güzel bir araç varken
kitaptan kaçmak niye? Farklı dünyalarda gezinmek varken, tek bir noktada takılı
kalmak niye? Çoğumuz Heidi ile birlikte Alp dağlarında gezdik, Peter’le düşler
adasındaydık, Alice’le tavşanın peşinden gittik, Santiago’yla yola çıktık, maceradan
maceraya atıldık. Bitirdiğimiz her kitap bize bazı parçalarını bırakarak kapadı
son sayfalarını. Kimi arkadaşlığı öğretti, kimi pes etmemeyi, kimi de hiçbir şeyi.
Yine aynı yazısında Tanpınar’ın şöyle bir ifadesi var:
“Ciltten cilde atladıkça ufkum başkalaşıyor, insanlığa ve hakikatlerine
kavuştuğumu sanıyorum.”
Bir romana başlamak, yeni bir hayat edinmektir
aslında. Yeni bir roman, okuyucusunu kendi yarattığı dünyanın içine katarak
yolculuğu başlatan, henüz bilinmeyen bir başlangıçtır.
Bugün sizin de yeni bir başlangıcınız olabilir, ya da
başlamak için güzel bir gün.
Aysun Özgül
Son 14 yılda müze sayısı iki kat arttı
Ajans Press ve PRNet'in dijital basın arşivinden derlediği
bilgilere göre, geçen yıl müzelerle alakalı basına 43 bin 913 haber yansıdığı
tespit edildi.
Müzelerle ilgili haberler genelde yerel basında yer alırken,
konuşulan başlıkların müzelere yapılan ziyaretler üzerine olduğu görüldü.
Ajans Press'in, Türkiye İstatistik Kurumu verilerinden elde
ettiği bilgilere göre, geçen yıl Türkiye'deki müze sayısının 451 olduğu
görüldü. Bu rakam, 2004 yılında 270 iken, 2008 yılında 286, 2015 yılında ise
409 olarak saptandı.
Veriler, Türkiye'deki özel ve Kültür ve Turizm Bakanlığı'na
bağlı tüm müze sayılarını yansıtırken, şu an güncel özel müze sayısı 251, Kültür
ve Turizm Bakanlığı'na bağlı müze sayısı ise 200 olarak kayıtlara geçti.
Geçen yıl müze ve ören
yerlerini ziyaret eden kişi sayısı da 40 milyon 647 bin 844 olarak görüldü.
Kadın yönetmenler bu festivalde buluşuyor
Çankaya Belediyesi tarafından düzenlenecek olan kadın yönetmenlerin
seslerini filmleriyle duyurabilecekleri bağımsız ve sürdürülebilir bir platform
yaratmayı amaçlayan Sinemazon Kadın Sinema Yönetmenleri Festivali, 18-22
Ocak 2020 tarihlerinde Ankaralı sanatseverlerle buluşmaya hazırlanıyor.
Farklı geçmişlerden, deneyimlerden ve kariyerlerden amatör ya da
profesyonel kadın yönetmenlere sanatlarını icra edebilmeleri için etkileşim
alanı sunmayı hedefleyen festivalin direktörlüğünü 'Mutluluk Festivali', 'Ahmet
Muhip Dranas Edebiyat Şenliği' gibi birçok çağdaş sanat organizasyonunu yapan
belgesel fotoğrafçı Volkan Atılgan üstleniyor. Program direktörü ise,
'Yağmurlarda Yıkansam', '12'ye 5 Kala' gibi filmlerin yönetmeni Gülten Taranç.
KADIN YÖNETMENLERİN SAYISINI ARTIRMA HEDEFİ
Geçen yıl festivallerde gösterilen 100 filmden 23'ü bir kadın tarafından
yönetildi. Hollywood'un ürettiği filmlerde ise bu oran 100 filmde 4 kadın
yönetmen. Türkiye’de ise 10 yönetmenden sadece 1'i kadın.
Sinemazon
Kadın Filmleri Festivali, bu sayıyı artırmanın yollarından biri olarak
festivalleri görüyor, festivallerde yaratılan sinerji ve buluşmaları
destekleyen bir programla sinemaseverlerin karşısına çıkmaya hazırlanıyor.
Festivalde
film gösterimlerinin yanı sıra, söyleşiler, atölyeler, seyircilerle
yönetmenleri bir araya getirecek etkinlikler de yer alacak. Hem bu çalışmalar,
hem de film gösterimlerinden sonra yönetmenlerle yapılacak soru-cevap
seansları, festivalin YouTube kanalından ve sosyal medya hesaplarından takip
edilebilecek.
SENARYO
YAZIMINI ÖZENDİRME YARIŞMASI
Festival
kapsamında ayrıca, 'Senaryo Yazım Özendirme' yarışması düzenleniyor.
Yarışmanın son başvuru tarihi 31 Aralık 2019.
Yarışmaya katılmak isteyenler sinemazon.org adresinden
detaylı bilgiye ulaşabilir.30 Ekim 2019 Çarşamba
Sihirli ve tüketilen bir eğlencenin kurbanı olmak | Jean Baudrillard
Sessiz
yığınların ortaya çıkış olayı, tarihselin toplumsala direniş devresine denk
gelmektedir. Çalışmaya direnme, tıbbi bakıma karşı direnme, okula direnme,
sosyal sigortalara, habere karşı direnme gibi. Resmi tarih toplumsaldaki
gelişmenin sürekliliğini kaydeder. Göz kamaştırıcı ve övgüye değer olan
gelişmenin dışında kalan her şeyi bir barbarlık kalıntısı gibi karanlığa doğru
iter. Oysa söylenenin tam tersine toplumsal kesin bir zafer kazanmıştır. Artık
bu hareket değiştirilemez (toplumsallık konusunda herkes aynı düşünceye sahip
gibidir), toplumsala karşı direniş bütün alanlarda toplumsaldan çok daha
hızlı bir şekilde gelişmiştir. Değişiklik, ilkellik ve şiddet, düzenin
aşılıp geçilmesiyle başlamıştır (ki bunlar daha sonra toplumsal tarafından
özümsenmiştir. Hiç korkmayın toplumsalın sağlığı oldukça yerindedir, teşekkür
ederiz. Çünkü aşılanma ve güvenceden yalnızca deliler kaçar). Bu cephesel karşı
koymalar toplumsallaşmanın cepheden, şiddetle saldırdığı bir döneme rastlarken,
direnişin kökeninde yine kendi kültürlerini ve orijinal yapılarını korumaya
çalışan geleneksel gruplar vardı. Direnişin kökeninde kitle diye bir şey yoktu,
tam tersine soyut ve türdeş bir toplumsal modele karşı gelen farklı yapılar
vardı.
Amerikan
sosyolojisinin çözümlediği "two steps flow of communication"
(iletişimin iki basamaklı akışı) da aynı türden bir direnmeyle
karşılaşmaktadır. İster politik, ister kültürel, isterse reklama özgü olsun
kitle, iletişim araçlarının mesajlarını karşılarken edilgin bir yapıya sahip
değildir. Tek anlamlı, tek tip ve zorunlu bir çözme işlemine başvurmadığı gibi
mesajları da kendi bildiği gibi çözmektedir. (Başka mesajlar aracılığıyla) bu
mesajları durdurmakta, yerlerini değiştirmekte (bu ikinci bir düzeydir), egemen
olan koda karşı özel alt-kodlar üretmekte ve aynen ilkel toplulukların yaşamına
sokulan Batı parasının (Yeni-Gineli Siyanlar) ya da Korsikalıların düşman
kabile stratejisinden yola çıkarak gözden geçirdikleri seçim stratejileri gibi
yeni simgesel anlamlara sahip olmaları sonucu, yeniden yorumlandıklarında ilk
anlamlarından apayrı ve değişik anlamlara sahip olabilmektedirler. Egemen
kültürün dağıttığı bu malzemenin alt-gruplar tarafından ayartılması, emilmesi
ve eritilmesi adlı kurnazlık gerçekte evrensel bir kurnazlıktır.
"Azgelişmiş" kitlelerde tıbbın sihirli bir biçimde kullanılmasını
sağlayan da aynı olgudur. Bütün bunlar bir araya getirilip arkaik ve irrasyonel
bir zihniyete bağlandıklarında rasyonel tıbbın açtığı yaralara (bilinçaltından)
"bilmeden" ancak (görünür olana karşı) bilinçli bir şekilde karşı
koyan, üstelik işi çığırından çıkartarak olaya yön değiştirten saldırgan bir
uygulama biçimini görmek mümkündür.
Irwin Weil anlatıyor: Dostoyevski romanını bir ayda nasıl yazdı?
Hapisten yeni çıkmış, borç batağındaki Dostoyevski meşhur romanlarından birini nasıl bir ayda yazdı?
Bu olay, hayatında nasıl bir dönüm noktası oldu?
29 Ekim 2019 Salı
Gecenin serinliğinde ellerim | Deneme
Saat
1’i kaç geçiyor bilmiyorum, yelkovansız bir saat ile zamanda kaybolmanın
eşiğindeyim.
Üşüyorum
biraz. Üzerimde ince ince kırılmışlıklarım, biraz da yüreğimi kavuran
yaşanmışlıklarım var. Ama ellerim yüreğimden bağımsız, gecenin serinliğine
ahenkle karışıyor. Şaşırıyorum böyle hassas oluşlarına, “Bir elin onları sarıp
ısıtamayışına alışkınlar, alışmalılar,” diyor, sonra nedensizce bir paniğe
kapılıyorum. Ceplerime sokup korumak istiyorum onları. Ama ihanetlerin
ağırlığıyla dolmuş ceplerim, ufacık ellerime dahi yer açamıyor.
Saat
2 oldu, kaç geçiyor bilmiyorum. Ama eminim ki, senin için zaman bensiz de
geçiyordur. “Bak, ben bıraktığın yerdeyim.”
‘Sana
arkanı dönme,’ diyemiyorum, çünkü bekledim. Sen zaten dönmüyorsun.
Şimdileri
saat 3'ü buluyor. Ben, dönüp dolaşıp kendimi sende buluyorum. Bozuk bir saat
günde iki kere doğruyu, kırık kalbim her seferinde seni gösteriyor.
Uzanıp
odanın köşesinde duran yelkovanı saate yerleştiriyorum. Artık zaman tamamıyla
ellerimin arasında duruyor. Soğuktan kızaran ellerim terleyip dudaklarım soluk
bir gülümsemeyle şerefleniyor.
“Ne
önemi var?” diyorum. Saat 3’ü kaç geçerse geçsin, ben senden geçemiyorum.
Hani,
“dünyam” demiştim sana. “Toprağını suladığım, oksijenini derin derin içime
çektiğim ve biraz da sokaklarında koşuşturduğum gezegenim,” demiştim.
Yanıldığımı dünya hâlâ dönerken, sen dönmediğinde
anladım.
Merve Dede
Daha çok erken | Öykü
Sancılı bir telaş sarılı çevrede
Issız ve olağanca gücüyle yalnız
Ürkek ancak bir o kadar da tutkulu
Vazgeçişler başladı mı?
Daha erken...
Sabahın
erken saatlerinde uyanmış olmasına rağmen kahvaltısını henüz yapmadan yürüyüşe hazırlanmıştı.
Üstelik burnuna gelen kızarmış ekmek kokusunu da yanına almış ve spor sonrası
kendisini ödüllendirmek üzere yola çıkmayı kafasına koymuştu. Yürüyüş
ayakkabılarını giyerken yağmurun verandanın önünde bıraktığı su birikintisine
çarptı gözü. ‘İkinci bir yağmur gelmeden verandanın haline önlem almak lazım,’
diye geçirdi içinden. Hafif tempolu yürüyüşüne, kulaklığında Vivaldi’den “FourSeasons”
melodileri ve Çakır’ın havlamaları eşlik ediyordu.
Tunç,
temposunu artırdığında, Çakır etrafı kolaçan edip sanki maratondaymışçasına
onun önüne geçmişti. Ve ardından, her zamanki ritüel başlamıştı: Çakır’la
konuşmak. Yavaş yavaş güne başlayanları, hızlıca işe koyulanları, hayattan habersizce
yaşayanları konuşmak. Tunç bir yandan içini döküp bir yandan da, “Ben hayatın
bir parçasıyım, buradayım,” diyordu Çakır’a. Sonrasında derin bir nefes sesi...
–
Başlıyoruz Çakır’ım. İki yıl sonra yeniden.
–
Hav hav...
–
Başlamak gerek oğlum... Hepimiz hazırız. Sen de, bende ve diğer herkes. Hepimiz
hazırız.
Çakır’ın
havlamasına, yoldaki çöp kamyonunun sesi karıştı. Yavaş yavaş kalabalıklaşan
sokakta, Simitçi Ahmet de yerini almıştı. Hatta tezgâhı yeni kurmasına rağmen simitlerin
yarısını satmıştı bile. Çakır hatırlatıcı gibi tekrar havlarken Ahmet Amca’nın
sesi de çevrede yankılandı: “Üç simit bir lira!” Çakır işemek için yer aradığı
esnada, Tunç ise konuşmasına ara vermeden anlatmaya devam ediyordu. Okula giden
çocuklar Çakır’dan korkup karşı kaldırıma geçtiler, Tunç yürüyüşün verdiği
yorgunluk ve günün heyecanıyla hâlâ anlatıyordu.
–
Evet, onu yine seninle, hatta diğerleriyle de konuşacağız; onun da istediği
gibi.
Birlikte
eve döndüler; Çakır her zamanki gibi Tunç’un ayakkabısının tekini kulübesine kaçırmıştı.
Çakır için konuşma bitmiş olsa da, Tunç ona daha çok şey anlatmak istiyordu. Düşünceli
bir şekilde eve giren Tunç, kulaklığını çıkartıp komodinin üzerine bıraktı, merdivenleri
çıkarken masada özenle hazırlanmış aile kahvaltısına çağrıldı. Aile kavramının
bir bütün olabildiği masalardan biriydi. Kızarmış ekmekler, sahanda yumurta ve
bahçe salatalığı...
–
Tunç, hadi oğlum! Git hemen duşunu al! Hadi sallanma!
Eniştesinin
sesi geliyordu içeriden. Ama sakin kalması gerektiğinin farkındaydı. Özenle seçtiği
mor süveteri giyerken bu rengin ona Aslı’yı hatırlatacağını biliyordu. Rafta gelişigüzel
konulmuş mor çizgileri olan saat, duvardaki çiçekli tablo, hâlâ kimsenin
dokunmasına izin vermediği kapının önünde duran pembe puantiyeli terlikler, Aslı’yla
olan anılarını hatırlatıyordu. Son kez baktı onlara ve kırmızı anı kutusunu
eline aldı. Çekmecede duran birkaç takıyı ve Aslı henüz ölmemişken ona hediye
ettiği kupayı kutuya özenle yerleştirdi. Elleri titriyordu. Sakinleşmek için
oturdu. Yanaklarının ıslandığını ancak oturduğunda anlayabilmişti.
Kendini
toparlaması gerektiğinin farkındaydı. Kutuyu alıp mutfağa inerken göz ucuyla eniştesinin
telaşını izliyordu. Eniştesinin şapkası yine sandalyenin üzerindeydi ve yine oraya
bakmayı unutmuştu. Can Enişte, hem şapkasını aranıyor, hem de eşine laf
yetiştiriyordu:
–
Hanım, neler oluyor size?
–
Bu defa söylemeyeceğim Can’ım. Hayır.
–
Ne bu şimdi, bilmece gibi, ne oluyor? Benim örgü şapkam nerede?
Birkaç
yere bakındıktan sonra gözleriyle mutfağı taradı ve nihayet aradığı şeyi buldu.
Aile
kahvaltıları tüm karmaşasına rağmen güne bir ‘huzur’ katıyordu muhakkak.
Ablasının o anda söylediği şarkıdan yayılan huzur gibi: “Ben bir tek kadın
sevdim, o da sendin, o da sendin.” O da sendin Aslı. Tunç, ablasına bugüne
değin hiç teşekkür edememişti; ne terapiden önce, yani Aslı ile birlikteyken,
ne de terapiden sonra. Bu yüzden ablasına seslenirken, belki de bu zamana kadar
etmediği tüm teşekkürleri sığdırmıştı sözcüklerine.
–
Ellerine sağlık abla.
–
Tunç, şaşırtıyorsun beni, afiyet olsun.
İki
yıldır gerçekleşen kulüp toplantısına bir kişi eksik gidiyordu Tunç. Tekrar
oradaydı işte. Aslı’nın onu bırakıp
gittiği yerde. Tunç iyileşmişti, arkadaşları da iyileşecekti. Aslı gibi vefasız
olmayacaklardı. Arkadaşlarının verdiği mücadele Tunç’un ruhunda güçlü bir etki
yaratmıştı. Aslı bu mücadelede kaybettiği, geride bırakmak zorunda kaldığı tek
kişiydi. Ancak bu güçlü duruşunun altında yatan da tek kişiydi. Sevmişti.
Mutluydu. Sevmiş olduğu için mutluydu. Belki de hayatının en unutulmaz anları
Aslı’yla olanlardı. Aslı’nın hastalığı ikinci kez nüksettiğinde alışılmış bir
telaş başlamıştı. Ama düşündüğümüz gibi olmazdı yaşadıklarımız. Tunç, Aslı’yla
terapi odasında tanışmıştı. Koca yürekli savaşçı kız, tam bir yıldır aralarında
değildi. Ama hep içlerindeydi. Gittikleri her yerdeydi. Her zaman öyle
olacaktı.
Tunç o gün toplantıya özellikle Aslı’nın
eşyalarını getirmişti. Tek tek anlatmıştı anılarını. Gülerek, ağlayarak. Bazen
susarak... Evet, susarak da çok güzel anlatmıştı. Bu Tunç’un geldiği son terapi
toplantısıydı. Anıların konuşulduğu ve mücadeleyi kazananların kutlandığı son
toplantı onun için. Aslı içinde oradaydı Tunç.
Çok garip geliyordu bu durum. Yaşadığı için
mutlu, Aslı’sız yaşadığı için buruktu. İstediğimiz gibi olmuyordu, zaman istediği
şeyi yaşatıyordu.
Eve
erken dönmüştü, yeğeni Elif Aslı’nın doğum günüydü bugün. Aslı’dan bir Elif. Kırmızı
kutuyu küçük kızın odasına bıraktı. Pencerenin yanındaki komodinin üzerinde ne
de güzel durdu Aslı’nın anıları. Video oynatıcıyı salona taşımak için yatağın
yanındaki dolaptan aldı. Salona geçmeden önce yeğenine, ardından da mavi boyalı
duvarda duran çerçeveli fotoğrafa baktı; ablası Elif Aslı’ya hamileyken, Aslı’yla
çektirdiği son fotoğraftı bu.
Herkes
salonda toplanmıştı. Çakır da koltuğun üzerinde uslu uslu oturuyordu. Videolar
izlenirken eniştesi bir ara mutfağa gitti. Aslı’ya verdiği sözü tutmak
istiyordu ama elinde olmadan ağlıyordu. Su içti, mutfak penceresinden dışarıya
baktı. Güzel anıları kalbine saklayıp tekrar salona geçen Can Enişte önce Tunç’a,
daha sonra ekrana daldı. Aslı hepsiyle tek tek konuşmuştu, ekrandaydı görüntüsü.
“Eğer,” demişti, “Olur da ben kaybedersem bu mücadeleyi. Sizin için devam
ediyor hayat. Sakın küsmeyin hayata. Biraz korkuyorum ama.”
Görüntü
devam ediyor, Tunç ekrana kilitlenmiş bir şekilde bakıyordu. El elelerdi Aslı’yla.
Aslı konuşurken tam yanında elinden tutuyor ve birlikte kameraya bakıyorlardı.
Bu Aslı’nın isteğiydi. Konuşurken Tunç’u yanında istemişti. “Ben her zaman
sizinleyim. O yüzden o günü ağlayarak değil, anılarımızı birbirinize anlatıp
gülerek geçirin. Sakın vazgeçmeyin,” demişti. “Yalnız hissetmeyin kendinizi...
Daha erken...”
Tunç
videonun sonundaki bu sözleri dinlerken, yürüyüş öncesi aklından geçirdiği
cümleleri tekrarladı: “Sancılı bir telaş sarılı çevrede/ Issız ve olağanca
gücüyle yalnız/ Ürkek ancak bir o kadar da tutkulu/ Vazgeçişler başladı mı?/ Daha
erken...”
Ve Vivaldi’nin “FourSeasons”
parçası, televizyonun ekranında dans eden Aslı ve Tunç için çalmaya başladı.
Daha çok erkendi. Oldukça hem de.
Aysun Özgül
27 Ekim 2019 Pazar
El-Veda | Deneme
Bu hastalıktan kurtulmak istiyorsam eğer, önce hasta olduğumun farkına varmalıymışım. Sen onu görmezden geldin diye küsüp gitmiyormuş çünkü.
Korkunç bir reçete, ama belki de kesip atmam bile gerekebilirmiş.
Sana uzanan elimi, seni düşünen zihnimi, sana attığım her adımı kabullenip ruhuna karışan ruhumdan vazgeçmem gerekebilirmiş.
"Olsun," diyorum, "Onsuz da olsun," diyorum. Ben, sonunu ezberlediğim bu savaştan çekiliyorum...
Senden aşkı beklemek ne hoş, ne gereksiz bir çabaymış. Ama anladım ki ben, bu müebbetin yâreni değilim.
Zaten sayılı günün de çok çabuk geçtiği yok.
Sensizliği saydığım günlerin yirmi dört saat olmadığına yemin edebilirim.
Sevdiğim; gözlerimin içine bakarken bile görmedin beni.
Sana gelişim gibi ani gidiyorum bu satırlarda şimdi.
Kendime olan saygımı yitirmemek için gidiyorum, sanki kendimi yitirmemiş gibi...
Merve Dede
20 Ekim 2019 Pazar
Ne eksik ne fazla | Şiir
dün gece dahil her geceden kalmayım
biraz
bugün babama karşıyım, onunla hem
küs hem en barışığım
bugün aynı yükü pay ettik omuzlarımıza
aynı evin kapısından ayrıldık
bugün babamdan kalmayım dünyaya
gözlerimizi kör eden o sise karşı
yürüyoruz yan yana
aldığımız her nefese bir bedel ödüyoruz
dünyaya
bir türkü fısıldıyoruz sağırlara
bin bir renk sunuyoruz nice ağmaya
bugün babamdan kalmayım dünyaya
ne eksik ne fazla
Şevval Okçu
18 Eylül 2019 Çarşamba
Otobüslerde omuzsuz! | Deneme
Otobüslerde,
tek başına yapılan uzun yolculukların çok sıkıcı olduğunu düşünüyorum. Tek
başınasın, kitap okuyamıyorsun, çünkü okusan miden sorun olmaya başlayacak!
Kulaklığını takıp Wagner dinleyerek uyumaya çalışıyorsun, fakat bu da
başarısız! Ya tam uykuya dalacakken boynun bükülüyor, uyanıyorsun, ya da başını
yasladığın otobüsün penceresi o kadar titriyor ki migrenin de seni titretiyor.
İlaç kullanarak yolculuk boyunca uyumak ise, yalnız yolculuklar için güvenilir
bir yol gibi görünmüyor bana. Evet, topluma karşı güven problemi yaşıyorum. Kadına
yönelik şiddetler, cinayetler ve hâlâ sokaklarda sapıkların dolaştığı haberlerini
her okuyuşumda yaşımdan büyük güvensizlik taşıyorum içimde! Bu sebepten olacak
ki uzun yolculuklarda yaslanabilecek bir omuz şart(!) diyenlerdenim. İster
uyursun, ister sohbet edersin.
Temeline
inerek bir çözüm arayalım: Uçak biletlerinin fiyatlarını düşürsünler. Bilet
fiyatı, neredeyse bir ev kirası kadar! Düşürün kardeşim şu bilet fiyatlarını,
otobüsünden uçağına kadar hepsi mi pahalı olur? Uzun yolculuklar benim gibi
öğrenciler için büyük problem; yolculuk boyunca kafamızdan neler geçiyor neler!
Başarısız ilişkilerimizi, gerçekleştiremediğimiz sorumluluklarımızı, önümüzdeki
ayın kirasını; yaklaşan kara ayın sonunda elektriğe gelen zammı harçlığımızdan
kesecek olmamızı düşünüp uykularımızla beraber tadımızı da kaçırıyoruz.
Öğrenciler bu yüzden depresif işte. Cebinde parası olmayınca huzuru da olmuyor.
Oysa çoğumuz istiyoruz ki her yıl başka bir ülkenin dilini öğrenelim. Ne yazık
ki dört yıllık fakülteleri, yabancı bir dili tam anlamıyla öğrenemeden
bitiriyoruz.
Okullardaki
dil eğitimi –çoğu üniversitede İngilizce öğretiliyor–, ya yetersiz oluyor, ya
da alanımızla ilgili olmuyor, derdimizi anlatacak kadar öğrenebiliyoruz! I’am
not rich! I haven’t money! Yabancı dil öğrenmekte ısrarcı olursak, dil
kurslarının fiyatına ikinci el bir araba bile alabilir, zamanımızı her gün
sanayide harcayabiliriz. Tabii bu ‘sanayisever’ arabayı da alamıyoruz, çünkü
cebimizde uçak bileti bile alacak paramız yok
henüz. –Çoğumuzun ehliyet kurslarına yazılıp araba kullanmayı öğrenecek parası
da yok. – Zavallı öğrencinin parası yok,
geri ödemesi iki yıl sonra olan bursu var, yaklaşık yirmi bin Türk Lirası olan burs
borcu var.
Romantik
yaşamaktan başka çaremiz kalmıyor. “Uzun yolculuklarda bir omuz şart,” diyerek
kendimizi kandırıyoruz biz de işte. Ne yapacaktık? “Hem okuyun, hem çalışın,”
derseniz, “Bizim de yaptığımız o zaten,” derim size. Hem işi, hem de okulu beraber sürdürüyoruz ama durum böyle olunca da
okulumuz uzuyor.
Okulun
uzamasının bir başka nedeni de bilinçsizce, kariyer planı yapmadan, ‘heves
ederek’ üniversite tercihimizi yapmış olmamızdır. Bu yüzden çoğumuz yanlış
bölümlerde yanlış derslere çalışıyoruz. Okuduğu bölümle hiç ilgisi olmayan birçok
arkadaşım var, oradan biliyorum. Siyaset okuyan bir arkadaşım var ki, harika
resimler çiziyor. Edebiyat okuyan diğer arkadaşım analitik zekâsı sayesinde,
inşaat mühendisliği okuyan başka bir arkadaşımızı vize sınavlarına çalıştırıyor.
Bütün gitar çeşitlerini çalabilen bir arkadaşımız da var ki, iktisat okuyor, kendisi
üniversite hayatına yedinci yılından devam edecek bu dönem. Birinci sınıftan
kalan birkaç dersi olduğundan yakınıyordu son konuşmamızda. Ve bu yetenekli
arkadaşların hiçbiri kendilerini geliştirdikleri alanda eğitimlerini
tamamlayamıyor.
Üniversitenin
ilk yılında fark etmediler; o sıralarda kirayı yetiştirmek için garsonluk
yaparak kafelerde ve restoranlarda koşturuyorlardı, yanlış bölümde okuduklarını
fark ettiklerinde ise bölümdeki hocalardan daha eski olmuşlardı. Başka bir
bölüme yerleşmeyi düşünmemelerinin temel sebebi, o
bölümde harcanan yılları heba etmek istememeleri elbette, ikincisi ise maddi
yetersizlik. Kendilerini geliştirdikleri bölüme girmek için maddi birikimleri
yok. Biraz hayalperest davranıp durumu yumuşatmak gerekirse, “Bu bölümü
bitirip(!) işe başladıktan sonra hemen inşaat mühendisliği okuyacağım,
hayallerimi gerçekleştireceğim,” gibi cümleler söylüyorlar. Üniversite
tercihlerimizi ya ailemizin baskısı doğrultusunda yapıyoruz, ya da kendimizi
tam tanımadan, yeteneklerimizi bilmeden, keşfetmeden... Şanslı ve ileri görüşlü
kesimler zaten bu konu üzerinde konuşmuyorlar, üniversitelerini tam döneminde
bitirip iş hayatına atılıyorlar. Örneğin ben üniversite tercihimi yaparken
rehberlik hocama şöyle bir soru sormuştum: “Hocam, siyaset bilimi ve kamu
yönetimi düşünüyorum. Kırıkkale’yi tutturuyorum. Bölüm ve şehir hakkında siz ne
düşünüyorsunuz?” Hocamın cevabı ise evlere şenlikti: “Kırıkkale iyi, Ankara’ya
da yakın, meclise filan gidersiniz.”
Şimdi
kulaklığımı takayım, Wagner’den “Prelude” dinleyerek uyumaya çalışayım. Belki
Kırmızı Köprü’ye varana kadar boynum bükülmeden uyurum. Yok ki başımı yaslayıp
uyuyabileceğim bir omuz!
Saadet
Gadiri
Etiketler:
deneme,
omuz,
otobüs,
öğrenci,
saadet gadiri
Kadınlar ve toplumsal kalıplar | Deneme
Belirli kalıpları yıkmalı, kadınları yok sayan
ezbere düşünceleri uygulamaktan vazgeçilmeli artık. Kızlar oyuncak arabalarla oynayarak
büyüyebilir, erkekler temizlik yapabilir, mutfağa girebilir. “Hangi kızı
beğendin, söyle onu alayım sana,” cümlesi ne iğrenç bir cümledir! “Sen otur,
karın getirir çayları, ben seni elin kızına hizmet edesin diye mi büyüttüm!”; ne kadar da itici değil mi? Silinmeli
bazı söylemler, imha edilmeli hatta. Bu cümlelerle büyütülen erkek
çocuklarının;
2017
yılında 348 kadın öldürdüğünü,
2018
yılında 440 kadın öldürdüğünü ve 317 kadına cinsel şiddet uyguladığını,
2019
yılında 221 kadın öldürdüğünü biliyor muydunuz?
Boşanmak
istediği için ölmemeli kadın, çocuğunun velayetini almak istediği için
ölmemeli. Hiçbir erkek, fizik üstünlüğü nedeniyle herhangi bir kadına zarar
vermeyi kendine hak göremez, görmemeli.
Her kadının bir hayat hikâyesi, her kadının –hiç
bilmediğimiz ve belki de asla öğrenemeyeceğimiz– tonlarca yarası var ve biz
onların trajedilerini ne okumayı, ne de vahşet görüntülerini izlemeyi kaldırabiliyoruz artık.
Bir
restoranda 10 yaşındaki kızının yanında eski eşi tarafından bıçakla öldürülen
Emine Bulut’un haberi hepimizi yaraladı. Annesini kaybetmeye hangi evlat dayanabilir
ki? Hiçbir yürek bu yükü taşıyamaz ve bu yükün ağırlığı altında sakatlanmış bir
ruh sağlığıyla yaşayamaz. Çünkü acıya alışılmaz. Adana’da yaşayan genç bir
kadının, “Ben ölmeden önce haber olmak istiyorum. Eski eşim tarafından ‘Emine
Bulut gibi öldüreceğim seni’ tehdidi alıyorum, yedi yaşındaki oğlum iki gündür
uyuyamıyor,” feryadını duymalı ve bir şeyler yapmalıyız. Hem tek tek kadınların
içinde bulundukları koşulları göz önünde tutmalı, hem de binlerce kadını
düşünmeli ve üzerinde ciddi çalışmalar yapmalıyız.
Okullarda
öfke kontrolü dersleri verilsin mesela, belediyenin kurumlarında öfke kontrolü
ve stres yönetimiyle ilgili bilgilendirmeler yapılsın, ders kitaplarında cinsiyet
ayrımcılığının aileleri nasıl olumsuz etkilediği anlatılsın, sevginin zarar
veren bir duygu olmadığı öğretilsin; anıt sayacındaki her kadının ne acılarla
gözlerini yumduğu, geride bıraktıklarının yüreklerinin nasıl yandığı ayrıntılı
bir şekilde gösterilsin. Hatta anıt sayacındaki
tüm isimlerin hayatları ders kitaplarında işlensin!
Gelecek
nesilleri kurtarmak, bilinçli bireyler yetiştirmek elimizde... Yeter ki
birazcık çaba gösterelim.
Aysun
Özgül
Etiketler:
acı,
aysun özgül,
deneme,
erkek,
kadın,
kalıp,
zamane şeyler
31 Ağustos 2019 Cumartesi
Aynalar ve biz | Deneme
Aynada
kendinize bakmadan geçirdiğiniz bir gününüzü hatırlıyor musunuz? Aklınıza
gelmedi değil mi? Rutinleşmiş davranışlarımız içerisinde, bu tür hareketleri
yapmadığımız zamanları hatırlamıyoruz, hatırlamakta güçlü çekiyoruz. Bir
şeylere alıştıktan sonra nasıl o eylemleri gerçekleştirmediğimizde yokluğunu
hissediyor ve sürekli bunu hatırlıyorsak, bizim için rutin olan ve ondan bir
gün ayrılmamız gerekmeyeceği düşüncesiyle yaptığımız bu eylemleri
gerçekleştirmediğimizi de hatırlamıyoruz. Bir gün göremeyebiliriz düşüncesinin
farkında olmadığımız için ya da bilincinde olmadığımız için olabilir. O halde,
kendimizi izlediğimiz ya da bir randevu için hazırladığımız bu aynaları neden
sadece ‘geçici davranışlarımız’ için kullanıyoruz. Evet, arada sırada aynaların
karşısında kendini sorgulamaktan bahsediyorum. Kendimizi aynaların karşısında
nasıl sorgularız? Mesela, “Bugün bitirdiğin o kitabı okuması için en az üç kişi
bulmalısın,” diyor muyuz? Topluma faydalı bireyler olmaya çalışırken bizim
dışımızdakilere bu faydayı nasıl sağlayabileceklerinden bahsediyor muyuz?
Bahsedeceğimiz kişiler anlasınlar veya anlamasınlar; onlara anlatmayı deniyor
muyuz? Yoksa, “Keşke toplumumuzun standartları daha yükseğe ve daha medeni bir
düzeye ulaşsa,” dedikten sonra izmariti yere atıp ayağımızla eziyor muyuz?
Ya
da aynanın karşısına geçip, “Sen var ya sen, bunları yaşadın. Buna mı
yıkılacaksın be,” gibi cümleler söyleyerek kendimizi gaza getirip sadece
kendimize fayda sağladığımızı mı zannediyoruz? Tabii ki herkes kendinden
başlamalı işe. Fakat bununla yetinmek toplumumuzun medeni değerlerini
yükseltmek için yeterli mi? Yakın gelecekte birileri ya sana iyi küfürler edecek
bugün yaptıkların için, ya da ismini duyduğunda saygıyla gülümseyecek.
Hareketlerimizde seçici olup bırakacağımız izlerin örnek alınası olmasını
istiyorsak, aynaların karşısında nasıl duracağımızı bilmemiz gerekiyor.
Düzgün aynalarda onlarca çarpık gülümseme ve
hepsi umutlu bir yarına hazırlanıyor. Bir düşüncesini gerçekleştirmek adına
geçiyor aynanın karşısına. Geçmişteki tecrübelerini konuşturmak için duruyor
aynaların karşısında. Çarpık gülüşler, hepsinin arkasında kaygılar var. Elbette
kapalı bulutlar ile örülü; nemli topraklara basamadık, diğer herkes gibi başımıza
bir iş gelir korkusuyla. Aynaların karşısında aldığımız kararları gerçekleştirmekten
çekindik.
Biz
gençlerin kaderidir, ayaklarının altında kırık kalemlerin bıraktığı yaralarımızın
olması. Planladığımız faydalı
hallerimizi, başkalarını bahane ederek suiistimal ettik. Doğaçlama
başarısızlıklara alıştırdık beynimizin düşünen taraflarını. Oysa bir aynanın
varlığını bilmek ve bu aynanın karşısında kaygılanılan şeyin bilincimiz
olduğunu bilmek, bütün çarpık gülüşlerimizi anlamlandırabilir.
Zihnimiz
biraz yorulacak fakat, aynada kendinize bakmadan geçirdiğiniz bir gününüzü
hatırlıyor musunuz?
Saadet Gadiri
Var olanların varoluşunun askıya alınması | Ulus Baker
Türkiye'nin önde gelen düşünce adamlarından Ulus Baker anlatıyor: "Bir insanı öldürmek" ne anlama geliyor, Heidegger'e göre varoluş ne demek, Spinoza meseleye nasıl bakıyor?
Bir şair gibi belki, ama bir ressam gibi değil | John Berger
Güneşte çimenlere uzanmışsınız.
Üstünüzde bir kayın ağacı. Hafif bir rüzgâr ince dalları sallıyor, yaprakları kıpırdatıyor.
Uzaktan yaprakların bu sabit hareketi, ağacın yeşil fonunun önünde yeşil bir
kar yağıyormuş hissini veriyor, tıpkı bir zamanlar gri sinema perdesi önünde
gümüşi bir kar yağıyormuş hissine kapıldığımız gibi.
Yarı kapalı gözlerle yukarı
bakıyorsunuz. Yarı kapalı çünkü dikkatle bakıyorsunuz. Bir dal diğerlerinden daha
uzun. Üzerindeki yaprakları saymak olanaksız. Bu yaprakların hem arasında hem
çevresinde gördüğünüz mavi gökyüzü, kelimelerin harflerinin arasından görünen
kâğıdın beyazlığına benziyor. Gök fonunun önünde gördüğünüz yaprakların
dağılımı hiç de gelişigüzele benzemiyor. Acaba bu yaprakların sıralanışı bir kitaptaki
harflerin ve kelimelerin sıralanışı gibi açıklanabilir mi diye düşündüğünüzü fark
ediyorsunuz. Sonra tıpkı iyi bir öğretmen gibi, karışık kafanızı yönlendiren
bir imge keşfediyorsunuz. Her şey -diyorsunuz kendi kendinize- var olabilmek için
bir hedefi tam ortasından vurmalı; on ikiyi ıskalayan hiçbir şey var olamıyor.
Ama öğretmen sınıftan çıktıktan sonra, sözleri genellikle hayal kırıklığı
yaratır. O yüzden orada öylece kalıp, başınızın üstündeki dalın nasıl olup da
tüm baharı temsil edebileceğini anlamaya çalışıyorsunuz... Böyle düşünerek
filozof olabilirsiniz, ama ressam olabileceğinizi sanmıyorum.
Uzanmışsınız, başınızın altında dikkatle
katlanmış bir ceket var. Ağacın boyunun en az yirmi metre olduğunu
hesaplıyorsunuz. Hiç tomurcuk var mı? Başınızı uzatıp bakınıyorsunuz. Hiç
kalmamış. Mevsim sizin oralara göre bir on beş gün daha ileri olmalı. Daha alçak
bir bölge, hem yüksek yaylalar tarafından da korunuyor. Dikkat çekmeyen çiçekleri
görebilir miyim diye bakıyorsunuz sonra. Dal çok yüksekte, ışık da çok parlak.
Kıtlıklar sırasında insanların kayın meyvesi yediğini hatırlıyorsunuz. Ne de olsa
kayın kestane ile aynı aileden; domuzlar da sonbaharları kayın ormanına girer.
Ama domuzlar ne olsa yer zaten. Gözleriniz dal boyunca ilerliyor. Dalın şekli
bir atın arka bacağının yandan görünüşüne benziyor. Uykunuz geliyor, ama
başınızı kaldırıp bu dalın üzerinden bir ip attığınızı hayal ediyorsunuz. Artık
düşünmüyorsunuz, dalıyorsunuz, gözleriniz neredeyse kapalı. Ama avuçlarınız ve
diz altlarınız, çocukken tırmandığınız böyle eğri büğrü dalların anısıyla geriliyor.
Ağacın parçalarına şu ya da bu yolla hükmedebilirsiniz... Ama resim yaparak
değil.
Tembel tembel, arada bir gözlerinizi
kapatıyorsunuz. Yaprakların oluşturduğu şekil, sönüp gitmeden önce, bir an için
retinanıza nakşedilmiş halde kalıyor, ama kıpkırmızı, koyu rododendron
renginde. Gözlerinizi tekrar açtığınızda ise ışık o kadar parlak ki, dalga
dalga üzerinize geldiği hissine kapılıyorsunuz; çimenlerin üzerinde ne kadar küçük
bir ada olduğunuzu hatırlıyorsunuz. Etrafınızda oynayan çocukların farkındasınız,
ve izleyemeyeceğiniz kadar hızlı -ama sonradan hatırlayacağınız- bir çağrışımla,
bir ağaçta ne kadar çok kuşun saklanabileceğini düşünüyorsunuz. Alacakaranlıkta
bir insan yaklaştığında bir tek ağaçtan kırk elli sığırcık havalanıp gökyüzünde
bir tur daha atarlar; ansızın açılıp sonra tekrar kapanan bir yelpazenin üzerindeki
kuş resimleri gibi. Ağaç hayal edilmiş ve hatırlanan olaylarla doludur. Ama
sizin için ağaç, her şeyin ötesinde, zaman içinde var olur; büyüklüğü,
yeşilliği, onu eken adamın ve aynı derecede onun kesilmesini emreden adamın akıl
yürütmeleri, hepsi size bu gerçeği hatırlatıyor. Ansızın gökyüzünün maviliğinin
tekdüze olmadığını fark ediyorsunuz. Orada, ağacın üstünde daha uçuk mavi bir
şerit var, üst kısmında farklı yönlere çatallanıyor. Aslında o da bir ağaç gibi
diyorsunuz kendi kendinize. Sonra onun bir aslan kafasına dönüşmesini izliyorsunuz.
Gözlerinizi kullanıyorsunuz; bir şair gibi belki, ama bir ressam gibi değil.
Orada yatıyorsunuz. Çimenin kokusunu
alıyorsunuz. Güneşin sıcaklığının her zamankinden çok farkındasınız. Dünyanın yüzeyine
yayılmış olduğunuz ve dünyanın eğimini vücudunuzda hissedebildiğiniz duygusuna
kapılıyorsunuz. Ağaca ait hiçbir şey sizi şaşırtmıyor. Bir oyuncunun seyircilere
bakması gibi bakıyorsunuz ona. Ya oyun? Kolunuz bir başkasının beline sarılı;
bir el saçlarınızı okşuyor. Herhangi biri olabilirsiniz, ama o an ağacı bir
sevgilinin göreceği gibi görüyorsunuz. Ağaç ikiniz için de bir yeri gösteren bir
X işareti.
Bakmıyorsunuz. İlle de gözlerinizi
kullanacaksanız, yatıyor olmanın anlamı ne? Yarım kulakla rüzgârı dinliyorsunuz.
Yaprakların sesi karıştırılan kum sesine benziyor. Uyandığınızda yorgun
gözlerle yukarı bakıyorsunuz. Beyaz ve toprakla karışmış yeşil, mavi, yeşil
görüyorsunuz. Yeşil, mavideki tüm sarı izlerini silmiş. Bu kesin. Başka her şey
karışık. Fazla yoğunlaşmadan, sanki ellerinizi kullanıyormuş gibi,
gördüklerinizi ayıklıyorsunuz. Hangi sapı hangisinin yanına koyacağını
kesinlikle bilen bir çiçekçi gibi, yeşillik kümelerini birbirinden ayırmayı,
her birini kendi dalına, uzay içindeki kendi yerine yerleştirmeyi öğreniyorsunuz.
Dalların acılarını sınıyorsunuz, bir matematikçi gibi değil, bir terzi gibi. O ağacı
küçültmek, elle tutulur bir boya ve basitliğe indirgemek için elinizden geleni
yapıyorsunuz. Tekrar gözlerinizi kapatıyorsunuz. Ama bu kez yoğunlaşıyorsunuz. Kendi
resminizi düşünüyorsunuz. Böyle bir ağacı içerebilmek için kendini nasıl
değiştirip adapte edebilir? Böyle bir ağacı nasıl yerli yerine oturtabilir?
Giderek ağacın resminizde nasıl belireceğini hayal edebiliyorsunuz. Ancak resim
henüz, parmaklarınızla yaptığınız, kilisenin çan kulesiyle rahibi simgeleyen
bir işaretten fazla bir şey değil. Ama siz ormancı değilsiniz ki? Ağaçları
taşıyıp deviremezsiniz. Tohumlarını alıp toprağınıza da ekemezsiniz.
Gözlerinizi açıp gerçek ağaca baktığınızda, onu hayal ettiğiniz resmedilmiş
ağaca benzetmek için elinizden geleni yapıyorsunuz. Ama başaramıyorsunuz. Ağaç
orada öylece göğe yükseliyor. Onu tekrar küçültüyorsunuz. Gözlerinizi tekrar
kapatın. Resminize ait olan ağacı uyarlayın. Gözlerinizi açıp kontrol edin.
Daha yakın, ama kayın hâlâ tepenizde dikilmiş titreşiyor. Tekrar ve tekrar. Böylece
hava kararana kadar yatabilir... ve ressam olabilirsiniz.
1960
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)