Sabah, öğle, akşam karavanalarından artan yemeklerin döküldüğü toprak, kalın ve besili solucanların hazla kıvrıldığı zifirden bir bulamaç halindeydi. Yalınayak çocuklarla ihtiyar kocakarılar, paslı teneke kutuları ağız ağıza dolu, uzaklaşırlarken, erkek köpekler sıhhatten gerilmiş karınlarını güneşe devirip uyuklarlar, sarkık memeli dişiler de, peşlerinden tonton enikleriyle dolaşırlardı. Daha sonra meydan karga sürülerine kalırdı. Simsiyah kanatlarında mavi ışıltılarla kargalar “Gaak, Gaak!” diye sekerek karınlarını doyururlarken, yırtıcı kuşlar geniş kanatlariyle havada daireler çizmeğe başlayınca, karga sürülerinde ürkeklik artardı. Arada, yırtıcı kuşlardan birisi, tam tepede, asılı gibi durur durur, sonra birdenbire, şimşek hızıyla toprağa iner, gagasında kalın bir solucanla tekrar havalanırdı. Gün geldi, Alay, memleketin güvenliğini daha iyi sağlayabileceği, daha önemli bir mevkie kalktı, yerini bir “Oto bölüğü” aldı... Mutfakta karavana kaynıyordu. Lakin Alay zamanındaki b...
Bu hastalıktan kurtulmak istiyorsam eğer, önce hasta olduğumun farkına varmalıymışım. Sen onu görmezden geldin diye küsüp gitmiyormuş çünkü. Korkunç bir reçete, ama belki de kesip atmam bile gerekebilirmiş. Sana uzanan elimi, seni düşünen zihnimi, sana attığım her adımı kabullenip ruhuna karışan ruhumdan vazgeçmem gerekebilirmiş. "Olsun," diyorum, "Onsuz da olsun," diyorum. Ben, sonunu ezberlediğim bu savaştan çekiliyorum. Senden aşkı beklemek ne hoş, ne gereksiz bir çabaymış. Ama anladım ki ben, bu müebbetin yâreni değilim. Zaten sayılı günün de çok çabuk geçtiği yok. Sensizliği saydığım günlerin yirmi dört saat olmadığına yemin edebilirim. Sevdiğim; gözlerimin içine bakarken bile görmedin beni. Sana gelişim gibi ani gidiyorum bu satırlarda şimdi. Kendime olan saygımı yitirmemek için gidiyorum, sanki kendimi yitirmemiş gibi... Merve Dede
Havalar serin bu aralar, mevzular da derin haliyle. Yaralı bir kitle olarak Türkiye'de yaşamaya çalışırken, hastalıklar, salgınlar, hatta bunlardan daha ciddi mevzular olan kaprislerle baş etmek zorundayız. Türlü egolara müstesna bir nezaketle ehemmiyet ederken, düşük moralimizi de yerle bir eden zalim insanları duymazdan gelmeye çalışıyoruz. Acaba Avrupa'da bunu yenecek bir tedavi yöntemi geliştirildi mi? Malum, "ülkemize her şey geç gelir". Kırıkkale'ye ise daha geç geleceği konusunda eminim. Hal böyle olunca çeşitli aktivitelerle ruhumuzu doyurmak istediğimizden, Suat Derviş'in romanından aynı adla uyarlanan 'Fosforlu Cevriye' müzikaline gitmeyi planlıyorum arkadaşımla. Murat arıyor ve müzikal için WhatsApp'tan gönderdiği fotoğraftan boş koltuklardan ikisini seçmemi istiyor. 'Kadın kısmısı' olarak 'ne kadar da ince bir hareket' diye düşünmem gerekirken, balkondaki ön koltukları seçtiğimi söylüyorum, fakat sahnenin konumunu ve...
Tel örgüler ardındaki arazide gün devriliyor. Suskunluğa gömülmüş kıraç tepelerde karanlık, tülden bozma bir yalnızlık gibi usul usul iniyor. Ve Erbil’de akşam oluyor. Sınırdayız. Dağların ve gökyüzüne yükselen dumanların üzerinden geçiyor helikopterler. Skorsky’ler, F-16’lar, AVACS’lar. Tanklar, uçaklar, zırhlılar... ve tel örgüler ardındaki kamyonlar. Yığınaklar ve karakollar. Üniformalı adamlar ve poşulu saldırganlar. Silahlar, telsizler, gece görüş dürbünleri. Sınırdayız. Bölünmekle birleşmek arasında kaldık, öldürmekle yaşatmak arasında; sevmekle sevmemek, gitmekle kalmak, savaşla barış arasında. Sınırda. Gün, hüzünlü bir şarkının her yeri ve her şeyi kaplayışı gibi ağır ağır devriliyor Resulayn’da. Habur’da tedirgin bir bekleyiş içinde kamyonlar. Süleymaniye’de akşam oluyor. Ve Hakkari’ye hüzün çöküyor. Çocuklar kilometrelerce yol yürüyüp ‘oyun oynar’ gibi mayınlar arasından geçiyor ve okula gidiyor. Sınırdayız ve sınırları ihlal etmekten ç...
Güneşte çimenlere uzanmışsınız. Üstünüzde bir kayın ağacı. Hafif bir rüzgâr ince dalları sallıyor, yaprakları kıpırdatıyor. Uzaktan yaprakların bu sabit hareketi, ağacın yeşil fonunun önünde yeşil bir kar yağıyormuş hissini veriyor, tıpkı bir zamanlar gri sinema perdesi önünde gümüşi bir kar yağıyormuş hissine kapıldığımız gibi. Yarı kapalı gözlerle yukarı bakıyorsunuz. Yarı kapalı, çünkü dikkatle bakıyorsunuz. Bir dal diğerlerinden daha uzun. Üzerindeki yaprakları saymak olanaksız. Bu yaprakların hem arasında hem çevresinde gördüğünüz mavi gökyüzü, kelimelerin harflerinin arasından görünen kâğıdın beyazlığına benziyor. Gök fonunun önünde gördüğünüz yaprakların dağılımı hiç de gelişigüzele benzemiyor. Acaba bu yaprakların sıralanışı bir kitaptaki harflerin ve kelimelerin sıralanışı gibi açıklanabilir mi diye düşündüğünüzü fark ediyorsunuz. Sonra tıpkı iyi bir öğretmen gibi, karışık kafanızı yönlendiren bir imge keşfediyorsunuz. Her şey -diyorsunuz kendi kendinize- var olabilmek içi...
Öfke, hiçbir zaman bir kadını öldürmenin sebebi olamaz, olmamalı! Hiçbir kadın boşandığı eşi, sevgilisi, babası, evladı veya yakını tarafından, şiddeti ve öldürülmeyi hak etmez. "Erkektir yapar," gibi basmakalıp ifadeleri, cahil zihniyetleri reddetmeliyiz. Değiştirmemiz lazım bu kafa yapısını; "Göster oğlum amcalara pipiyi," cümlesiyle bir nesli büyütmemeliyiz mesela, "Erkektir o, karışma sen! Ne yaparsa yapsın," gibi söylemleri silmeliyiz beyinlerimizden. Hiçbir çocuk cinsiyet farklılığından dolayı ayrıcalıklı olmamalı. Karşı cinsi kendinden aşağıda göstererek büyütülmemeli çocuklar. Önce insan olmayı aşılamak gerek zihinlere. Belirli kalıpları yıkmalı, kadınları yok sayan ezbere düşünceleri uygulamaktan vazgeçilmeli artık. Kızlar oyuncak arabalarla oynayarak büyüyebilir, erkekler temizlik yapabilir, mutfağa girebilir. "Hangi kızı beğendin, söyle onu alayım sana," cümlesi ne iğrenç bir cümledir! "Sen otur, karın getirir çayları, ben sen...
Beren Saat, Mehmet Günsür ve Metin Akdülger'in başrollerini paylaştığı Netflix'in ikinci Türk orijinal dizisi Atiye'nin (The Gift) tanıtımının (Teaser) ardından fragmanı da yayınlandı.
Aynada kendinize bakmadan geçirdiğiniz bir gününüzü hatırlıyor musunuz? Aklınıza gelmedi değil mi? Rutinleşmiş davranışlarımız içerisinde, bu tür hareketleri yapmadığımız zamanları hatırlamıyoruz, hatırlamakta güçlü çekiyoruz. Bir şeylere alıştıktan sonra nasıl o eylemleri gerçekleştirmediğimizde yokluğunu hissediyor ve sürekli bunu hatırlıyorsak, bizim için rutin olan ve ondan bir gün ayrılmamız gerekmeyeceği düşüncesiyle yaptığımız bu eylemleri gerçekleştirmediğimizi de hatırlamıyoruz. Bir gün göremeyebiliriz düşüncesinin farkında olmadığımız için ya da bilincinde olmadığımız için olabilir. O halde, kendimizi izlediğimiz ya da bir randevu için hazırladığımız bu aynaları neden sadece ‘geçici davranışlarımız’ için kullanıyoruz. Evet, arada sırada aynaların karşısında kendini sorgulamaktan bahsediyorum. Kendimizi aynaların karşısında nasıl sorgularız? Mesela, “Bugün bitirdiğin o kitabı okuması için en az üç kişi bulmalısın,” diyor muyuz? Topluma faydalı bireyler olmaya çalışırken bizi...
Yorumlar
Yorum Gönder