Sancılı bir telaş sarılı çevrede
Issız ve olağanca gücüyle yalnız
Ürkek ancak bir o kadar da tutkulu
Vazgeçişler başladı mı?
Daha erken...
Sabahın
erken saatlerinde uyanmış olmasına rağmen kahvaltısını henüz yapmadan yürüyüşe hazırlanmıştı.
Üstelik burnuna gelen kızarmış ekmek kokusunu da yanına almış ve spor sonrası
kendisini ödüllendirmek üzere yola çıkmayı kafasına koymuştu. Yürüyüş
ayakkabılarını giyerken yağmurun verandanın önünde bıraktığı su birikintisine
çarptı gözü. ‘İkinci bir yağmur gelmeden verandanın haline önlem almak lazım,’
diye geçirdi içinden. Hafif tempolu yürüyüşüne, kulaklığında Vivaldi’den “FourSeasons”
melodileri ve Çakır’ın havlamaları eşlik ediyordu.
Tunç,
temposunu artırdığında, Çakır etrafı kolaçan edip sanki maratondaymışçasına
onun önüne geçmişti. Ve ardından, her zamanki ritüel başlamıştı: Çakır’la
konuşmak. Yavaş yavaş güne başlayanları, hızlıca işe koyulanları, hayattan habersizce
yaşayanları konuşmak. Tunç bir yandan içini döküp bir yandan da, “Ben hayatın
bir parçasıyım, buradayım,” diyordu Çakır’a. Sonrasında derin bir nefes sesi...
–
Başlıyoruz Çakır’ım. İki yıl sonra yeniden.
–
Hav hav...
–
Başlamak gerek oğlum... Hepimiz hazırız. Sen de, bende ve diğer herkes. Hepimiz
hazırız.
Çakır’ın
havlamasına, yoldaki çöp kamyonunun sesi karıştı. Yavaş yavaş kalabalıklaşan
sokakta, Simitçi Ahmet de yerini almıştı. Hatta tezgâhı yeni kurmasına rağmen simitlerin
yarısını satmıştı bile. Çakır hatırlatıcı gibi tekrar havlarken Ahmet Amca’nın
sesi de çevrede yankılandı: “Üç simit bir lira!” Çakır işemek için yer aradığı
esnada, Tunç ise konuşmasına ara vermeden anlatmaya devam ediyordu. Okula giden
çocuklar Çakır’dan korkup karşı kaldırıma geçtiler, Tunç yürüyüşün verdiği
yorgunluk ve günün heyecanıyla hâlâ anlatıyordu.
–
Evet, onu yine seninle, hatta diğerleriyle de konuşacağız; onun da istediği
gibi.
Birlikte
eve döndüler; Çakır her zamanki gibi Tunç’un ayakkabısının tekini kulübesine kaçırmıştı.
Çakır için konuşma bitmiş olsa da, Tunç ona daha çok şey anlatmak istiyordu. Düşünceli
bir şekilde eve giren Tunç, kulaklığını çıkartıp komodinin üzerine bıraktı, merdivenleri
çıkarken masada özenle hazırlanmış aile kahvaltısına çağrıldı. Aile kavramının
bir bütün olabildiği masalardan biriydi. Kızarmış ekmekler, sahanda yumurta ve
bahçe salatalığı...
–
Tunç, hadi oğlum! Git hemen duşunu al! Hadi sallanma!
Eniştesinin
sesi geliyordu içeriden. Ama sakin kalması gerektiğinin farkındaydı. Özenle seçtiği
mor süveteri giyerken bu rengin ona Aslı’yı hatırlatacağını biliyordu. Rafta gelişigüzel
konulmuş mor çizgileri olan saat, duvardaki çiçekli tablo, hâlâ kimsenin
dokunmasına izin vermediği kapının önünde duran pembe puantiyeli terlikler, Aslı’yla
olan anılarını hatırlatıyordu. Son kez baktı onlara ve kırmızı anı kutusunu
eline aldı. Çekmecede duran birkaç takıyı ve Aslı henüz ölmemişken ona hediye
ettiği kupayı kutuya özenle yerleştirdi. Elleri titriyordu. Sakinleşmek için
oturdu. Yanaklarının ıslandığını ancak oturduğunda anlayabilmişti.
Kendini
toparlaması gerektiğinin farkındaydı. Kutuyu alıp mutfağa inerken göz ucuyla eniştesinin
telaşını izliyordu. Eniştesinin şapkası yine sandalyenin üzerindeydi ve yine oraya
bakmayı unutmuştu. Can Enişte, hem şapkasını aranıyor, hem de eşine laf
yetiştiriyordu:
–
Hanım, neler oluyor size?
–
Bu defa söylemeyeceğim Can’ım. Hayır.
–
Ne bu şimdi, bilmece gibi, ne oluyor? Benim örgü şapkam nerede?
Birkaç
yere bakındıktan sonra gözleriyle mutfağı taradı ve nihayet aradığı şeyi buldu.
Aile
kahvaltıları tüm karmaşasına rağmen güne bir ‘huzur’ katıyordu muhakkak.
Ablasının o anda söylediği şarkıdan yayılan huzur gibi: “Ben bir tek kadın
sevdim, o da sendin, o da sendin.” O da sendin Aslı. Tunç, ablasına bugüne
değin hiç teşekkür edememişti; ne terapiden önce, yani Aslı ile birlikteyken,
ne de terapiden sonra. Bu yüzden ablasına seslenirken, belki de bu zamana kadar
etmediği tüm teşekkürleri sığdırmıştı sözcüklerine.
–
Ellerine sağlık abla.
–
Tunç, şaşırtıyorsun beni, afiyet olsun.
İki
yıldır gerçekleşen kulüp toplantısına bir kişi eksik gidiyordu Tunç. Tekrar
oradaydı işte. Aslı’nın onu bırakıp
gittiği yerde. Tunç iyileşmişti, arkadaşları da iyileşecekti. Aslı gibi vefasız
olmayacaklardı. Arkadaşlarının verdiği mücadele Tunç’un ruhunda güçlü bir etki
yaratmıştı. Aslı bu mücadelede kaybettiği, geride bırakmak zorunda kaldığı tek
kişiydi. Ancak bu güçlü duruşunun altında yatan da tek kişiydi. Sevmişti.
Mutluydu. Sevmiş olduğu için mutluydu. Belki de hayatının en unutulmaz anları
Aslı’yla olanlardı. Aslı’nın hastalığı ikinci kez nüksettiğinde alışılmış bir
telaş başlamıştı. Ama düşündüğümüz gibi olmazdı yaşadıklarımız. Tunç, Aslı’yla
terapi odasında tanışmıştı. Koca yürekli savaşçı kız, tam bir yıldır aralarında
değildi. Ama hep içlerindeydi. Gittikleri her yerdeydi. Her zaman öyle
olacaktı.
Tunç o gün toplantıya özellikle Aslı’nın
eşyalarını getirmişti. Tek tek anlatmıştı anılarını. Gülerek, ağlayarak. Bazen
susarak... Evet, susarak da çok güzel anlatmıştı. Bu Tunç’un geldiği son terapi
toplantısıydı. Anıların konuşulduğu ve mücadeleyi kazananların kutlandığı son
toplantı onun için. Aslı içinde oradaydı Tunç.
Çok garip geliyordu bu durum. Yaşadığı için
mutlu, Aslı’sız yaşadığı için buruktu. İstediğimiz gibi olmuyordu, zaman istediği
şeyi yaşatıyordu.
Eve
erken dönmüştü, yeğeni Elif Aslı’nın doğum günüydü bugün. Aslı’dan bir Elif. Kırmızı
kutuyu küçük kızın odasına bıraktı. Pencerenin yanındaki komodinin üzerinde ne
de güzel durdu Aslı’nın anıları. Video oynatıcıyı salona taşımak için yatağın
yanındaki dolaptan aldı. Salona geçmeden önce yeğenine, ardından da mavi boyalı
duvarda duran çerçeveli fotoğrafa baktı; ablası Elif Aslı’ya hamileyken, Aslı’yla
çektirdiği son fotoğraftı bu.
Herkes
salonda toplanmıştı. Çakır da koltuğun üzerinde uslu uslu oturuyordu. Videolar
izlenirken eniştesi bir ara mutfağa gitti. Aslı’ya verdiği sözü tutmak
istiyordu ama elinde olmadan ağlıyordu. Su içti, mutfak penceresinden dışarıya
baktı. Güzel anıları kalbine saklayıp tekrar salona geçen Can Enişte önce Tunç’a,
daha sonra ekrana daldı. Aslı hepsiyle tek tek konuşmuştu, ekrandaydı görüntüsü.
“Eğer,” demişti, “Olur da ben kaybedersem bu mücadeleyi. Sizin için devam
ediyor hayat. Sakın küsmeyin hayata. Biraz korkuyorum ama.”
Görüntü
devam ediyor, Tunç ekrana kilitlenmiş bir şekilde bakıyordu. El elelerdi Aslı’yla.
Aslı konuşurken tam yanında elinden tutuyor ve birlikte kameraya bakıyorlardı.
Bu Aslı’nın isteğiydi. Konuşurken Tunç’u yanında istemişti. “Ben her zaman
sizinleyim. O yüzden o günü ağlayarak değil, anılarımızı birbirinize anlatıp
gülerek geçirin. Sakın vazgeçmeyin,” demişti. “Yalnız hissetmeyin kendinizi...
Daha erken...”
Tunç
videonun sonundaki bu sözleri dinlerken, yürüyüş öncesi aklından geçirdiği
cümleleri tekrarladı: “Sancılı bir telaş sarılı çevrede/ Issız ve olağanca
gücüyle yalnız/ Ürkek ancak bir o kadar da tutkulu/ Vazgeçişler başladı mı?/ Daha
erken...”
Ve Vivaldi’nin “FourSeasons”
parçası, televizyonun ekranında dans eden Aslı ve Tunç için çalmaya başladı.
Daha çok erkendi. Oldukça hem de.
Aysun Özgül
İlginç bi öykü olmuş... Tebrikler!
YanıtlaSilHarika bir öykü gerçekten. Merakla okudum. Devamını bekliyorum. Tebrik ederim.
YanıtlaSilŞaşırtıcı ve etkileyici
YanıtlaSil