29 Ekim 2019 Salı

Daha çok erken | Öykü


Sancılı bir telaş sarılı çevrede
Issız ve olağanca gücüyle yalnız
Ürkek ancak bir o kadar da tutkulu
Vazgeçişler başladı mı?
Daha erken...

Sabahın erken saatlerinde uyanmış olmasına rağmen kahvaltısını henüz yapmadan yürüyüşe hazırlanmıştı. Üstelik burnuna gelen kızarmış ekmek kokusunu da yanına almış ve spor sonrası kendisini ödüllendirmek üzere yola çıkmayı kafasına koymuştu. Yürüyüş ayakkabılarını giyerken yağmurun verandanın önünde bıraktığı su birikintisine çarptı gözü. ‘İkinci bir yağmur gelmeden verandanın haline önlem almak lazım,’ diye geçirdi içinden. Hafif tempolu yürüyüşüne, kulaklığında Vivaldi’den “FourSeasons” melodileri ve Çakır’ın havlamaları eşlik ediyordu.
Tunç, temposunu artırdığında, Çakır etrafı kolaçan edip sanki maratondaymışçasına onun önüne geçmişti. Ve ardından, her zamanki ritüel başlamıştı: Çakır’la konuşmak. Yavaş yavaş güne başlayanları, hızlıca işe koyulanları, hayattan habersizce yaşayanları konuşmak. Tunç bir yandan içini döküp bir yandan da, “Ben hayatın bir parçasıyım, buradayım,” diyordu Çakır’a. Sonrasında derin bir nefes sesi...
– Başlıyoruz Çakır’ım. İki yıl sonra yeniden.
– Hav hav...
– Başlamak gerek oğlum... Hepimiz hazırız. Sen de, bende ve diğer herkes. Hepimiz hazırız.
Çakır’ın havlamasına, yoldaki çöp kamyonunun sesi karıştı. Yavaş yavaş kalabalıklaşan sokakta, Simitçi Ahmet de yerini almıştı. Hatta tezgâhı yeni kurmasına rağmen simitlerin yarısını satmıştı bile. Çakır hatırlatıcı gibi tekrar havlarken Ahmet Amca’nın sesi de çevrede yankılandı: “Üç simit bir lira!” Çakır işemek için yer aradığı esnada, Tunç ise konuşmasına ara vermeden anlatmaya devam ediyordu. Okula giden çocuklar Çakır’dan korkup karşı kaldırıma geçtiler, Tunç yürüyüşün verdiği yorgunluk ve günün heyecanıyla hâlâ anlatıyordu.
– Evet, onu yine seninle, hatta diğerleriyle de konuşacağız; onun da istediği gibi.
Birlikte eve döndüler; Çakır her zamanki gibi Tunç’un ayakkabısının tekini kulübesine kaçırmıştı. Çakır için konuşma bitmiş olsa da, Tunç ona daha çok şey anlatmak istiyordu. Düşünceli bir şekilde eve giren Tunç, kulaklığını çıkartıp komodinin üzerine bıraktı, merdivenleri çıkarken masada özenle hazırlanmış aile kahvaltısına çağrıldı. Aile kavramının bir bütün olabildiği masalardan biriydi. Kızarmış ekmekler, sahanda yumurta ve bahçe salatalığı...
– Tunç, hadi oğlum! Git hemen duşunu al! Hadi sallanma!
Eniştesinin sesi geliyordu içeriden. Ama sakin kalması gerektiğinin farkındaydı. Özenle seçtiği mor süveteri giyerken bu rengin ona Aslı’yı hatırlatacağını biliyordu. Rafta gelişigüzel konulmuş mor çizgileri olan saat, duvardaki çiçekli tablo, hâlâ kimsenin dokunmasına izin vermediği kapının önünde duran pembe puantiyeli terlikler, Aslı’yla olan anılarını hatırlatıyordu. Son kez baktı onlara ve kırmızı anı kutusunu eline aldı. Çekmecede duran birkaç takıyı ve Aslı henüz ölmemişken ona hediye ettiği kupayı kutuya özenle yerleştirdi. Elleri titriyordu. Sakinleşmek için oturdu. Yanaklarının ıslandığını ancak oturduğunda anlayabilmişti.
Kendini toparlaması gerektiğinin farkındaydı. Kutuyu alıp mutfağa inerken göz ucuyla eniştesinin telaşını izliyordu. Eniştesinin şapkası yine sandalyenin üzerindeydi ve yine oraya bakmayı unutmuştu. Can Enişte, hem şapkasını aranıyor, hem de eşine laf yetiştiriyordu:
– Hanım, neler oluyor size?
– Bu defa söylemeyeceğim Can’ım. Hayır.
– Ne bu şimdi, bilmece gibi, ne oluyor? Benim örgü şapkam nerede?
Birkaç yere bakındıktan sonra gözleriyle mutfağı taradı ve nihayet aradığı şeyi buldu.
Aile kahvaltıları tüm karmaşasına rağmen güne bir ‘huzur’ katıyordu muhakkak. Ablasının o anda söylediği şarkıdan yayılan huzur gibi: “Ben bir tek kadın sevdim, o da sendin, o da sendin.” O da sendin Aslı. Tunç, ablasına bugüne değin hiç teşekkür edememişti; ne terapiden önce, yani Aslı ile birlikteyken, ne de terapiden sonra. Bu yüzden ablasına seslenirken, belki de bu zamana kadar etmediği tüm teşekkürleri sığdırmıştı sözcüklerine.
– Ellerine sağlık abla.
– Tunç, şaşırtıyorsun beni, afiyet olsun.
İki yıldır gerçekleşen kulüp toplantısına bir kişi eksik gidiyordu Tunç. Tekrar oradaydı  işte. Aslı’nın onu bırakıp gittiği yerde. Tunç iyileşmişti, arkadaşları da iyileşecekti. Aslı gibi vefasız olmayacaklardı. Arkadaşlarının verdiği mücadele Tunç’un ruhunda güçlü bir etki yaratmıştı. Aslı bu mücadelede kaybettiği, geride bırakmak zorunda kaldığı tek kişiydi. Ancak bu güçlü duruşunun altında yatan da tek kişiydi. Sevmişti. Mutluydu. Sevmiş olduğu için mutluydu. Belki de hayatının en unutulmaz anları Aslı’yla olanlardı. Aslı’nın hastalığı ikinci kez nüksettiğinde alışılmış bir telaş başlamıştı. Ama düşündüğümüz gibi olmazdı yaşadıklarımız. Tunç, Aslı’yla terapi odasında tanışmıştı. Koca yürekli savaşçı kız, tam bir yıldır aralarında değildi. Ama hep içlerindeydi. Gittikleri her yerdeydi. Her zaman öyle olacaktı.
 Tunç o gün toplantıya özellikle Aslı’nın eşyalarını getirmişti. Tek tek anlatmıştı anılarını. Gülerek, ağlayarak. Bazen susarak... Evet, susarak da çok güzel anlatmıştı. Bu Tunç’un geldiği son terapi toplantısıydı. Anıların konuşulduğu ve mücadeleyi kazananların kutlandığı son toplantı onun için. Aslı içinde oradaydı Tunç.
 Çok garip geliyordu bu durum. Yaşadığı için mutlu, Aslı’sız yaşadığı için buruktu. İstediğimiz gibi olmuyordu, zaman istediği şeyi yaşatıyordu.
Eve erken dönmüştü, yeğeni Elif Aslı’nın doğum günüydü bugün. Aslı’dan bir Elif. Kırmızı kutuyu küçük kızın odasına bıraktı. Pencerenin yanındaki komodinin üzerinde ne de güzel durdu Aslı’nın anıları. Video oynatıcıyı salona taşımak için yatağın yanındaki dolaptan aldı. Salona geçmeden önce yeğenine, ardından da mavi boyalı duvarda duran çerçeveli fotoğrafa baktı; ablası Elif Aslı’ya hamileyken, Aslı’yla çektirdiği son fotoğraftı bu.
Herkes salonda toplanmıştı. Çakır da koltuğun üzerinde uslu uslu oturuyordu. Videolar izlenirken eniştesi bir ara mutfağa gitti. Aslı’ya verdiği sözü tutmak istiyordu ama elinde olmadan ağlıyordu. Su içti, mutfak penceresinden dışarıya baktı. Güzel anıları kalbine saklayıp tekrar salona geçen Can Enişte önce Tunç’a, daha sonra ekrana daldı. Aslı hepsiyle tek tek konuşmuştu, ekrandaydı görüntüsü. “Eğer,” demişti, “Olur da ben kaybedersem bu mücadeleyi. Sizin için devam ediyor hayat. Sakın küsmeyin hayata. Biraz korkuyorum ama.”
Görüntü devam ediyor, Tunç ekrana kilitlenmiş bir şekilde bakıyordu. El elelerdi Aslı’yla. Aslı konuşurken tam yanında elinden tutuyor ve birlikte kameraya bakıyorlardı. Bu Aslı’nın isteğiydi. Konuşurken Tunç’u yanında istemişti. “Ben her zaman sizinleyim. O yüzden o günü ağlayarak değil, anılarımızı birbirinize anlatıp gülerek geçirin. Sakın vazgeçmeyin,” demişti. “Yalnız hissetmeyin kendinizi... Daha erken...”
Tunç videonun sonundaki bu sözleri dinlerken, yürüyüş öncesi aklından geçirdiği cümleleri tekrarladı: “Sancılı bir telaş sarılı çevrede/ Issız ve olağanca gücüyle yalnız/ Ürkek ancak bir o kadar da tutkulu/ Vazgeçişler başladı mı?/ Daha erken...”
Ve Vivaldi’nin “FourSeasons” parçası, televizyonun ekranında dans eden Aslı ve Tunç için çalmaya başladı. Daha çok erkendi. Oldukça hem de.

Aysun Özgül

3 yorum:

  1. İlginç bi öykü olmuş... Tebrikler!

    YanıtlaSil
  2. Harika bir öykü gerçekten. Merakla okudum. Devamını bekliyorum. Tebrik ederim.

    YanıtlaSil
  3. Şaşırtıcı ve etkileyici

    YanıtlaSil