Sessiz
yığınların ortaya çıkış olayı, tarihselin toplumsala direniş devresine denk
gelmektedir. Çalışmaya direnme, tıbbi bakıma karşı direnme, okula direnme,
sosyal sigortalara, habere karşı direnme gibi. Resmi tarih toplumsaldaki
gelişmenin sürekliliğini kaydeder. Göz kamaştırıcı ve övgüye değer olan
gelişmenin dışında kalan her şeyi bir barbarlık kalıntısı gibi karanlığa doğru
iter. Oysa söylenenin tam tersine toplumsal kesin bir zafer kazanmıştır. Artık
bu hareket değiştirilemez (toplumsallık konusunda herkes aynı düşünceye sahip
gibidir), toplumsala karşı direniş bütün alanlarda toplumsaldan çok daha
hızlı bir şekilde gelişmiştir. Değişiklik, ilkellik ve şiddet, düzenin
aşılıp geçilmesiyle başlamıştır (ki bunlar daha sonra toplumsal tarafından
özümsenmiştir. Hiç korkmayın toplumsalın sağlığı oldukça yerindedir, teşekkür
ederiz. Çünkü aşılanma ve güvenceden yalnızca deliler kaçar). Bu cephesel karşı
koymalar toplumsallaşmanın cepheden, şiddetle saldırdığı bir döneme rastlarken,
direnişin kökeninde yine kendi kültürlerini ve orijinal yapılarını korumaya
çalışan geleneksel gruplar vardı. Direnişin kökeninde kitle diye bir şey yoktu,
tam tersine soyut ve türdeş bir toplumsal modele karşı gelen farklı yapılar
vardı.
Amerikan
sosyolojisinin çözümlediği "two steps flow of communication"
(iletişimin iki basamaklı akışı) da aynı türden bir direnmeyle
karşılaşmaktadır. İster politik, ister kültürel, isterse reklama özgü olsun
kitle, iletişim araçlarının mesajlarını karşılarken edilgin bir yapıya sahip
değildir. Tek anlamlı, tek tip ve zorunlu bir çözme işlemine başvurmadığı gibi
mesajları da kendi bildiği gibi çözmektedir. (Başka mesajlar aracılığıyla) bu
mesajları durdurmakta, yerlerini değiştirmekte (bu ikinci bir düzeydir), egemen
olan koda karşı özel alt-kodlar üretmekte ve aynen ilkel toplulukların yaşamına
sokulan Batı parasının (Yeni-Gineli Siyanlar) ya da Korsikalıların düşman
kabile stratejisinden yola çıkarak gözden geçirdikleri seçim stratejileri gibi
yeni simgesel anlamlara sahip olmaları sonucu, yeniden yorumlandıklarında ilk
anlamlarından apayrı ve değişik anlamlara sahip olabilmektedirler. Egemen
kültürün dağıttığı bu malzemenin alt-gruplar tarafından ayartılması, emilmesi
ve eritilmesi adlı kurnazlık gerçekte evrensel bir kurnazlıktır.
"Azgelişmiş" kitlelerde tıbbın sihirli bir biçimde kullanılmasını
sağlayan da aynı olgudur. Bütün bunlar bir araya getirilip arkaik ve irrasyonel
bir zihniyete bağlandıklarında rasyonel tıbbın açtığı yaralara (bilinçaltından)
"bilmeden" ancak (görünür olana karşı) bilinçli bir şekilde karşı
koyan, üstelik işi çığırından çıkartarak olaya yön değiştirten saldırgan bir
uygulama biçimini görmek mümkündür.
Oysa bu bile
oturmuş bir yapıya ve geleneksel anlamlara sahip bir grubun işidir. Kitleden
kaynaklanan toplumsallaşmayı başarısızlığa uğratan güç onun yapısızlığı ve
tepkisizliğidir demek başka bir şey söylemektir. Keza, kitle iletişim araçları
konusundaki geleneksel direniş, mesajların gruba özgü kod ve kendi amaçları
doğrultusunda yeniden yorumlanmasından ibarettir. Kitleler kendilerine
gönderilen her şeye, blok halinde ve onları birer gösteriye dönüştürerek yön
değiştirtmektedirler.
Bunun için
bir başka koda gerek yoktur. Anlam gibi bir sorunları da yoktur. Direnmezler
de. Her şeyi anlamsızlık adlı biçimsiz bir topağın içine sokmak yerine bütün
yönlere doğru yayılan bir büyülenme/güdümleme çemberinin içine kaydırmayı
yeğlerler.
Kitle
iletişim araçlarının her zaman kitleleri sarıp sarmaladıkları söylenmiştir –bu
zaten kitle iletişim araçlarının ideolojisidir–. Güdümlemenin sırları gece
gündüz aralıksız sürdürülen bir kitle iletişim araçları semiyolojisinde
aranmıştır. Ancak iletişimin bu saftoron mantığı içinde kitlelerin bütün
kitle iletişim araçlarından çok daha güçlü bir iletişim aracı oldukları unutulmuştur –ya da en azından hiçbirinin bir önceliğe sahip olmadığı unutulmuştur. Gerek
kitle gerekse kitle iletişim araçları aynı sürecin içindedirler. Mass(age) is
message.
Aynı şey
sinema için de geçerlidir. Çünkü bu aracı yaratanlar da başlangıçta rasyonel,
belgesel, haber yönü güçlü, toplumsal bir iletişim aracı olabileceğini
düşünürken, sinema kısa bir süre sonra düşselin alanı içine girmiştir.
Teknik, bilim ve bilgi için de benzer şeyler söylenebilir. Bu
onların kaderidir. Sihirli ve tüketilen bir (eğlence) gösteri olmak.
"Gereksinim kuramı" konusundaki ciddiyetlerine ve yararlılık söylevi
konusunda ortak bir görüşe sahip olmalarına karşın, ekonomistler, tüketimi
hiçbir zaman için rasyonelleştirememiş ve apışıp kalmışlardır. Oysa çok kısa bir
süre içinde kitlelerin gereksinimlerle hiçbir ilişkileri (belki de hiç
olmamıştır) kalmamıştır. Bu süre içinde tüketimi bir konum ve prestij aracına
dönüştürüp, yararsız yarışmalar ve yarışır gibi yapmalar ya da zaten kullanım
değerini aşan ölümüne bir gösteriş değeri gibi bir boyut içine oturtmuşlardır.
Kitleye karşı bütün cephelerden saldırılmakta (resmi propaganda, çevreciler ve
sosyologlar), sağlıklı ve hesaplı tüketim duyguları işlenmeye çalışılmakta
ancak hiçbir yanıt alınamamaktadır. Sistem açısından durum umutsuzdur. Çünkü
bir gösterge/değere atfedilen aşırı değer ve gösterge değer aracılığıyla
(ekonomistler bile onu bir değişken olarak ele aldıklarında ekonomik aklın ipin
ucunu kaçırdığını görmektedirler) kitleler ekonomiyi
başarısızlığa uğrattıkları gibi gereksinimlerin amacına ve
davranışlarla, amaçlar arasındaki dengeye karşı da direnmektedirler. Kullanım
değerine karşı gösterge/değer. Ekonomi politiği atlatmak için bu kadarı bile
yeterlidir. Sonuçta bütün bunların değişim değerine, yani sistemin işine yaradığı
gibi laflar edilmeye de kalkılmasın. Çünkü sistemin bu işten çıkar sağlaması ve
onu desteklemesi ("yabancılaşmış kitleler") önemli değildir. Çünkü
uzun vadede –daha şimdiden– kitlelerin oynadıkları oyun sonucu, ekonomi
gereğinden çok kullanılarak, her türlü rasyonel kullanım tanımlamasıyla
ilişkisini kesmiş, bir gösteriye hatta bir komediye dönüşmüştür. Bütün eğitim
sistemleriyle, sosyalist eğitim biçimlerine karşı direnen toplumdışı bir
kullanım –kitlelerin (siz, biz, herkes) artık ekonomi politiğin öte yakasına
geçmelerini sağlayan bir kullanım. Üstelik kitleler bunu yapabilmek için
"diyalektik" ve "özgürlük" kuramlarını ve gelecekte olacağı
varsayılan devrimleri beklememişlerdir. Kendilerini hiçbir şeyin
kurtaramayacağını ve bir sistemin ancak bir hiper-mantığa sahip olabileceği bir
düzeye getirildiğinde rahatsızlığının son hadde ulaşarak, onun, bir gün aniden
sona erebileceğini bilmektedirler. "Tüketmemizi isteyen siz değil misiniz? –Alın işte, her şeyi yararsız ve saçma sapan bir şekilde ve giderek daha çok
tüketeceğiz."
Tıp konusunda da benzer şeyler söylenebilir. Cepheden gelen
direniş (zaten bütünüyle yok olmuş değildir) daha kurnaz bir yıkım biçimine
dönüşmüştür. Çünkü artık denetlenemeyen bir ilaç tüketimi aynı düşünceyi sağlık
olayına da şırıngalamıştır. Sonuç büyük bir paniktir. Tıbbın toplumsal amaç ve
ereklerinin ayağını kaydıran korkunç bir bakım ve ilaç tüketimi tırmanışı
başlamıştır. İçinde bulunduğu durumda tıbbı yok edebilecek daha iyi bir yol
biliyor musunuz? Bundan böyle hekimler ne yaptıklarının ve ne olduklarının
farkında olmadıkları gibi, güdümlediklerini sandıkları bir sırada
güdümlendiklerinin farkında bile değildirler. "Bakılmak istiyoruz, ilaç
istiyoruz, sağlık güvencesi istiyoruz, sağlıklı olmak istiyoruz, daha çoğunu istiyoruz,
her geçen gün de daha çoğunu isteyeceğiz, hem de sonsuza dek!" Yoksa
kitlelerde tıbba karşı bir yabancılaşmadan mı söz etmek gerekir? Hayır,
kesinlikle hayır. Tam tersine kendilerine ait olan sosyal sigortalar adlı
kurumu alaşağı etmek üzereler. Bir mala benzetilen toplumsallıktan her geçen
gün biraz daha çok isteyerek (Sisteme: "Şu toplumsaldan biraz daha
versene, biraz daha, biraz daha" dercesine ta onu yok edinceye kadar) onun
varlığını tehlikeye sokmaktadırlar.
Arz-talep konusunda olduğu gibi şu toplumsaldan
isteme olayının bireysel bir tüketim maddesine
indirgenmesi kadar büyük bir delilik olabilir mi? Bu komik ve saçma bir şeydir.
Çünkü bu tepkisiz kitleler kendileri için çizilmiş toplumsal adlı yolda
yürüyerek onun mantığını ve sınırlarını aşmakta ve toplumsal adlı bütün binayı
çökertmektedirler. Yıkıcı bir hipersimülasyon (başka bir yerde çözümlemiş
olduğumuz Beaubourg örneği gibi [L’Effet
Beaubourg, Paris 1977, Edit. Galilee]), yıkıcı bir hiperuyumluluk,
zafer kazanmış bir meydan okuyuşun bütün görünümlerine sahiptir –bu meydan
okuyuşun ne boyutlarını ne de sistemden hakkını geri alışını hiç kimse
ölçemeyecektir. Olayın can damarı işte bu kaçınılmaz olan kör dövüşünde
yatmaktadır. Sessiz çoğunluklar kendilerine zorla onattırılmak istenen
toplumsallaşmayı ya da kendilerini edilgin bir hayalete dönüştürmek isteyenleri
hayalete dönüştürerek kendi mantıkları doğrultusunda ortadan kaldırmaktadırlar –yoksa
bu işi ne bir sınıf kavgası ne de kendileriyle ilişkisini yana yakıla kesmek
isteyen aydın sınıfı aracılığıyla değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder