Güzel bir akşamdı. Oturduğumuz plaj
kahvesinde, genç dostum bana yeni yazdığı hikâyeyi okudu. Bu oldukça iyi tanzim
edilmiş bir aşk hikâyesiydi. İçinde itinalı tahliller, gündelik hayat
dikkatleri, seçme peyzajlar vardı. Güzel ve seyyal bir üslûp, iyi biçilmiş bir
elbise gibi mevzuun bütün hususiyetlerini çok yakından kavrıyor, icap ettirdiği
değişiklikleri alıyor ve sona kadar hiç aksamadan gidiyordu. Üstelik Nietzsche’den
Freud’a kadar birkaç felsefe sistemini, romantizmden sürrealizme kadar bir
yığın sanat nazariyesini bu sahifelerde bulmak mümkündü. Hülâsa zengin ve
muvaffakiyetli bir nesci vardı. Ve muharriri, her cins sanatkâr gibi, bütün bu
muvaffakiyetlerin farkında idi. Bununla beraber küçük bir kusuru vardı. Bütün
bu vak’a, bu insanlar, bu üslûp zenginliği, bu dikkatler, adetâ havası
boşaltılmış bir âlemde geçiyordu. Toprağa ve bir cins hayata, bir insan
topluluğunun mukadderatına bağlı olan eserlerdeki o sıcaklıktan,
kavrayıcılıktan mahrumdu. Kendisine bunu anlatmak istedim:
— Hikâyeniz çok güzel dedim, hakikaten
güzel. Fakat samimî olmaklığımı isterseniz, bir noksanı olduğunu söyleyeyim.
Çok mahalli hususiyetler taşımasına rağmen bizim değil. Vak’a Anadolu’da
geçiyor. Bahsettiğiniz peyzajlar tesadüfen yakından bildiğim peyzajlardır, sizi
dinlerken onları teker teker tanıdığım oldu. Bununla beraber onlarla
karşılaştığım zamanki sıcaklığı duymadım. Bu aşinalık âdeta zihnî kaldı.
İnsanlar da öyle.
Ve fikrimi iyice anlatamamaktan mahcup bir
halde sustum.
İlk önce kızar gibi oldu. Bir an sırf
tenkit etmek, heyecanını soğutmak için bunları söylediğimi sanacak diye
korktum. Halbuki böyle olmadı, ilk şaşkınlığı geçer geçmez elindeki kâğıtları
masaya bırakarak:
— Doğru, dedi, hakkınız var. Eksikliği ben
de biliyorum. Onu her eserimde görüyorum ve bu beni kendimden nefret edecek
kadar meyus ediyor. Fakat ondan bir türlü kurtulamıyorum. Bu memleketin malı olan
bir sanatkâr olmak için hiçbir tecrübem eksik değil. Çocukluğumu Anadolu’da
geçirdim. Orta sınıflı bir memur çocuğuydum. Ana tarafımda çiftçi olarak kalmış
birçok akrabam vardı, toprakla hiç alâkam kesilmedi. Memleketi karış karış
gezdim. Yerli hayatı, en manâsız taraflarını bile sevecek kadar tanır ve
bilirim. Zaman olur ki, bütün bir hayat, bakir ve coşkun gelir, içimde tıkanır.
Issız yollar, tozlu yaylılar, kireç sıvalı kasaba otelleri, çember sakallı
eşraf, yamalı donlu rençperler, velhasıl maddî ve manevî sefalet ve
mahrumiyetine hiçbir şefkatin eğilmediği kadın, erkek, çocuk, bir yığın halk
gündelik hayatları, hülyaları, ıztırapları, küçük ve geçici saadetleri ile
fikir ve yazı hayatına doğmak için beni boğacak kadar sıkıştırırlar. Fakat
kalemi elime aldığım zaman bütün bunları kaybederim. Bir ömrün topladığı bütün
bu kalabalık birdenbire silinir, yerine nereden geldiğini bilmediğim kuklalar
geçer. Ocak başında sıcağı sıcağına dinlenen vak’alar mahiyetini değiştirir,
hususî renk ve havaları dağılır. Bu gördüğünüz yazıda olduğu gibi acayip ve
tatsız bir kılığa girer ve ben sarf ettiğim mesaiden mahcup, yazı masamdan
kalkarım.
Ben bunun sebeplerini çok düşündüm; ve
neslimizin büyük bir ıztırabını zannederim ki buldum: Kim olursak olalım, nasıl
yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun,
bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz frenk kitapları konuşmaktadır! Tıpkı bizden
evvelkiler gibi...
(Oluş,
27 Ağustos 1939, nr. 35)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder