4 Ağustos 2012 Cumartesi

Devlet Tiyatroları benden ne istiyor?


Perde açılalı yarım saat bile olmamıştı. Salonu uçtan uca kaplayan ilk sessizlik çözülüp yerini koltuk gıcırtıları, öksürük sesleri ve fısıltılı konuşmalar alınca ben de sahneden ayırdım gözlerimi. Kafamı az daha geriye kaydırıp göz ucuyla yan yana oturduğum arkadaşlarımı seyre koyuldum: Yunus, eli çenesinin altında, imreneceğim türden bir merakla sahnede olan biteni anlamaya çalışıyor... Tubanın gözleri kapanmak üzere, sadece oyunculardan biri sesini yükselttiğinde bir an için açılıyorlar, sonra yine... İki koltuk yanımdaki Murat telefonuyla meşgul, Zeynep’se ısrarla salonun değişik yerlerini kesiyor. Okul yıllarımdan kalma bir yanılsamayla, gözümün önünde beliren tahtada Yunus hariç hepsinin isimlerinin yanına birer çarpı koyduktan sonra bakışlarımı tekrar sahneye yönelttim... İçimden: Terbiyesizler! Sizi tiyatroya getirende kabahat!
Ben işte böyle, bir yandan eseri takip etmeye çalışıp, bir yandan da arkadaşlarımın oyun izleme kültürlerinin yoksunluğundan kendimce dem vururken, geçen her dakikanın bütün asabiyetimi utanca, bütün hevesimi acı bir pişmanlığa dönüştüreceğini bilmiyordum. Oyunun baygınlık veren temposu, sadelikten ziyade beceriksizliği akla getiren dekoru, oyuncuların kulaklarımızı titretmekten öteye geçmeyen irkiltici, tekdüze tonlamaları, William Shakespearein bu enfes dramını tam manasıyla bir deliler matinesine çevirmişti. Yönetmenin en ufak bir zekâ pırıltısı taşımayan yorumu; ucuz, kolay, üzerine zerre düşünülmediği apaçık mizansenler; salt izleyiciyi güldürebilmeye yönelik yapay, bayağı, zorlama mimikler; özümsenememiş karakterler ve sonuçta, herhangi bir lise edebiyat öğretmeninin birkaç haftada hazırlayabileceği türden gülünesi bir dram... Shakespearein, aşkla işlenmiş kelimeleriyle insan ruhunun en karanlık köşelerine ışık tuttuğu, adaletin mumla arandığı bütün çağlarda olduğu gibi günümüzde de gücünden ve öneminden hiçbir şey eksilmeyen Kısasa Kısas, poz vermekten başka bir şey bilmeyen yarı okumuşların elinde utanılası bir komediye dönüşmüştü.
Perde arasında bir bahane uydurup oyunu terk eden arkadaşlarıma söyleyecek bir şey bulamadım.
Kapıya doğru endişeli bakışlarımı görünce Yunus, kulağıma eğilip:
"Oğlum bak, ben gözlerimi kapayıp... bööle dinliyorum oyunu... sen de dene."
Velhasıl sabredip oyunu sonuna kadar izledik. Fakat oyuncular selama çıktığında ne yapacağımızı bilemedik. Beğendiğimiz bir gösteriyi ayakta alkışlıyoruz da, oyun süresince dayanılması güç sancılar çektiğimizi gösterecek; zamanımızı boşa harcadığımız hissine sebebiyet veren kişilere bir küçük söz, işaret uçuracak dili nasıl geliştirebiliriz? 
Sessizce toparlanıp koridorun yolunu tuttuk.

Tiyatronun kapısında arkadaşlarıma bakacak yüzüm yok, kendime mal ettiğim derin bir mahcubiyetle, bilmem kaçıncı defa elimdeki broşürü okuyorum. Onları bu oyuna ben davet etmiştim. Üstelik bulduklarım, son biletlerdi. Yıllardır, birkaçı dışında hüsranla ayrıldığım devlet tiyatrosunun beni boğan, ruhumu sıkıştıran oyunlarına bir yenisi daha eklenmişti. Son bir kez dönüp vazgeçemediğim bir aşkla, dünyanın en güzel yeri tiyatronun, ışıklı, büyülü sütunlarına bir daha baktım.
Çocukça bir öfkeyle sordum içeridekilere:
"Allah aşkına, benden ne istiyorsunuz?"
Yunus, üzüntümü fark etmiş... Omzumu dürtüp, sırıta sırıta:
"Canını sıkma oğlum, gözlerini kapatınca bir şey olmuyor!"

***
Opera binasının önünden geçtik. Hiç konuşmadan Ulusa doğru ağır ağır yürüyoruz. Vedalaşıp minibüse binince, başımı soğuk cama dayadım. Yolda evlerin, binaların, sokak lambalarının ve yol çizgilerinin cama vuran görüntüleri arasına oyuncuların sahte suratları girmeye başlayınca, ürpertiyle koltuğa gömdüm kendimi.
Haftaya gideceğim oyunun ışıklı hayaliyle, Haldun Tanerin insanı dinlendiren yüzünü getirip aklıma, çaresiz kapadım ben de gözlerimi.


Ahmet Cenk Ünlü

1 yorum:

  1. Devlet Tiyatroları Shakespeare oynayamaz, çünkü sadece romantikli tiradları geliyor Shakespeare deyince akıllarına. Bir Venedik Taciri'ni, Bir Kral Lear'i anlayabiliyorlar mı ki oynasınlar?

    YanıtlaSil