20 Ağustos 2012 Pazartesi

Çakı Gibi


Sokakta Fatih diye bir çocuk var. Sokağın en popüler çocuğu. O kadar yaramaz ki, annesi devamlı olarak ona, “Baban gelince söyliyim de gör!” deyip duruyor, ama onun umrunda bile değil; komşuların ‘Fatih dövmesene çocuğu!’ ikazlarına rağmen her gün birini dövüyor ve sokakta sürekli onun adı yankılanıyor. Geçen camdan izledim, elinde küçük plastik bir gazoz şişesi vardı, şişenin dibini delmiş, gazozu altından içiyordu. Bugün ekmek almaya giderken kapının ağzında oturmuştu, göz göze geldik. Uzun uzun yüzüme baktı. “Fatih sen misin?” diye sordum. “Olmazsam nolur?” diye cevap verdi.
Bir şeyler söylemek geldi içimden ama bu ufak afacana ne söylesem tersleyecek gibiydi... Kaşlarımız çatılı şekilde biraz daha bakıştık, sonra sessiz sedasız geçip gittim yanından. O muhtemelen korktuğumu düşündü, ben de zaten öyle olsun istedim. Geri döndüğümde oturduğu yerde yoktu ama hiç elinden bırakmadığı çakısı oradaydı.
On-on iki yaşlarında bir çocuk ne diye çakı taşırdı ki yanında; sanırım zapzayıf, sopa gibi bir fiziği olmasaydı yanında çakı da taşımazdı... Annesinin sabahtan akşama kadar sokakta, sanki yapacak hiçbir işi kalmamış gibi, ‘Fatiiiiiih, Fatiiiih’ diye çığırtkanlık yapması da bunda etken olabilirdi. Sadece annesi yapsa yine iyi; komşuları da aynı şeyi yapıyor, gün boyu ‘Faatiiih, Faatiiih’ sesleriyle sokağı çınlatıyordu. Yani sokağın en popüler çocuğu olmasa, belki bu kadar psikopat da olmazdı; çünkü ne kadar popülersen, o denli kıskanılır ve nefret uyandırırsın... Ama annesinin, çocuğun adını tonlama biçimi diğer insanlardan çok farklıydı, herkes ‘a’ları ve ‘i’leri uzatarak ona seslenirken, annesi sadece ‘i’leri uzatıyor, bu da tahmin ediyorum ki onun canını çok sıkıyordu. Unuttuğu çakıyı alıp eve götürdüm, şimdi tamamen savunmasız kalmıştı.
Çakısını kaybetmesi onu uslandırır sanmıştım. Fakat nafile. Bu kez “Fatiihh, Allahından bul e mi!” seslerinden önce “Sen mi aldın lan çakımı?”, “Ver oğlum çakımı, hediye o bana!” sözleri duyulur oldu sokakta. Adım aynı olmasa bunları duymazdan gelebilirdim. Fakat adaşıma her seslenişinde ben de dikkat kesiliyordum. Çoğunlukla sabaha karşı altıda yatıyordum ve dokuz gibi ismim seslenerek uyanıyordum. Çağıran annemmiş gibi aniden kalkıyor ve her seferinde acı gerçekle karşılaşıyordum. Kahvaltı hazır değil! Kettle’da bir su ısıtıp üçü bir arada kahve hazırlıyor, sigarayla birlikte küfrede küfrede içiyordum. Bu birkaç gün tekrarlanıp canıma tak edince, içimden ‘çakısını aynı yere braksam mı’ diye düşünmeye başladım.

Sokak son günlerde pek sessizleşmişti, Fatih’in ortalıklarda gözükmemesi, herhangi bir olay çıkarmaması da beni oldukça meraklandırmıştı, kulaklarım ‘Fatih, Fatih’ seslerini arar olmuştu. Pencereden sık sık sokağı gözetliyor, “Ne oldu yahu bu çocuğa?” diyordum. Çakıyı aldığım yere koyacaktım fakat ortalarda yoktu ki. Sigara almak için dışarı çıktım. Her zaman gittiğim bakkal kapatıp gitmişti, ben de arka sokağa saptım sigara bulmak için. İşte oradaydı: On metre kadar önümden yürüyordu. Beni fark etmediğini varsayarak takip ettim, sokağın sonunda bulunan köşedeki evin önüne geldi, giriş katın penceresinin önündeki çıkıntıya elindeki kırmızı çiçekleri koydu, sonra soluksuz koşup gitti. Bizim bıçkına ne olmuştu böyle, yumuşayıp gitmişti. O evin sümüklü kızına âşık falan mı oldu acaba? Çakıyı da kızı sıkıştırmak için taşıyordur belki. Ah Fatihim, güngörmemişim, kızın abisinin seninkinden daha büyük bir çakısı vardır oğlum.

Sabah kapıdan çıkarken çakısını gördü yerde. Alıp cebine koydu. İçinden bir şeyler geçirmeyi de ihmal etmemiş olacak ki, tam o sırada annesi arkasından seslendi: “Fatiiiihhh!” ‘Hay bennnnnnn...’ diyeceği sırada bir anda susuverdi. Halbuki evde çakıdan daha önemli bir şey unutmuştu. O şey, insanların ondan çalamayacağı bir şeydi.
Evde unuttuğu şeyin bir önemi yoktu aslında, çünkü her şeyden önce bir çakısı vardı ve klasik öyküde eğer bir çakı varsa onun birilerine ya da bir yerlere saplanması farz olunurdu.
‘Bir öyküde çakı varsa mutlaka birilerine batar’ diye düşündü. Böyle alçakça bir numara yapmaktan vazgeçti ve dışarı çıktı. Sigarasını yaktı ve yürümeye başladı. Evet doğru söylüyor, yürümeye başladım. Fatih sokağın sonundaki arsada top oynuyordu. Cebindekinin bir çiçekle ilişkisini düşündü birden kansız. Dokuz çocuğun arasına daldı ve tek hamlede topu kesiverdi.
“Ne? Fatih öldü mü? Olamaaaz, olamaaaaz, kesin-lik-le olamaz Cihat Başkan... Çatara çutara, top sesleri, silah sesleri, mermi sesleri...” diye geçirdi aklından anlatıcı.
Sanki topu kesen kendisi değilmiş gibi, uslu bir çocuk edasıyla evinin yolunu tuttu. Arada böyle sessizlendiği de oluyordu, son günlerde daha da sıklaşmaya başlamıştı bu durum. Böyle zamanlarda korkak, çekingen bir hal alıyor, garip bir duyguyla sanki aslında birilerinden gizlediği bir şey varmış gibi geliyordu bana. O sessiz günlerin ardında daha hırçın ve yaramaz biri oluyor, iyiden iyiye insanları çileden çıkarıyordu!!! Son zamanlarda artık herkesin ‘Fatihhhh, Fatihhhh’ yakarışları bizim afacanı iyiden iyiye küfürbaz bir serseriye dönüştürmüştü. Birinin artık ona ‘dur’ demesi şarttı. Ama bunu kim yapacak? Ben olamazdım ya, yani çocukla çocuk olmazdım ki.
İnanamıyordu, “Fatih öldü,” dedi, kestiği topun üzerine bir vakitler tükenmezkalemle kalın harflerle “Fatih” diye yazmıştı çünkü... “Olamaz,” dedi, “kesinlikle olamaz!” Uzaklardan top sesleri, mermi sesleri gelmiyordu da, buna benzer bir uğultu geliyordu. Hatta o gün o çiçekle yürüdüğü sırada ben onu takip ederken birdenbire arkasını dönüp, bir elinde çiçek, bir elinde daha büyük bir çakıyla, tek kelime etmeden, üstü kapalı bir şekilde beni tehdit ederken de aynı uğultu olmalıydı kulaklarında... Yumuşamak bi yana dursun, o topu kestikten sonra daha da sertleşmiş gibiydi. Omuzlarını daha da dikleştiriyor, boynunu koca bir bıçağın altına yatmışçasına gergin tutup, “Siz benim nasıl yandığımı nerden bileceksiniz?” der gibi kıvılcım dolu bakışlarla bakıyordu etrafına.

Devam eden birkaç günde ne Fatih’ten, ne de annesinden bir ses işitmiştim. Hatta komşuları da artık sadece kendi çocuklarına, o da akşamları ‘ezan okundu, hadi artık eve’ kabilinden sesleniyordu. Zaten Türk futbolunun temel sorunu akşam ezanıdır ve bu yüzden yazları tüm çocuklar daha iyi futbol oynar.
Fatih’in bu ani sessizliği bende bir kuşku uyandırdı. Bana karşı sinsi bir plan yaptığını düşünüyor, sonra paranoyak olduğumu düşünüyor, sonra tekrar yaptığı planın ayrıntılarını düşünüyor, tekrar paranoyak olduğumu düşünüyordum. Artık yatarken camı kapatıyordum. Ses olmamasına rağmen -her sabah olmasa bile- genellikle dokuzda uyanıyordum. Bir sabah yine ekmek almaya çıktım. Dönüşte kapımın önünde malum çakıyı, ondan biraz daha büyük bıçağı ve bir kâğıt parçası gördüm. Çizgisiz bir kâğıttı, üzerinde eciş bücüş harflerle şu yazıyordu:
“B‎irini seç”... Hemen ikisini de alıp sokağa fırlayacaktım ki, bıçakların farkı boyutlarından ziyade çakının çok keskin, diğerinin ise kör olmasıydı. Sanırım bu küçük canavar beklediğimden büyük bir belaydı. Bir süre almak için eğildiğim kapımın önünde dizlerimin üzerine dirseklerimden abanıp ellerimin arasına aldığım kafam karmakarışıktı. O şekilde duralı bir-iki dakika oluyordu ve her geçen zaman aleyhime işliyordu. Tam o sırada bir tıkırtıyla irkildim, arkama baktığımda çok yakınıma kadar gelmiş olduğunu gördüm, nerdeyse çarpışacaktık!
“İşte yeniden karşındayım!” dedi kendinden emin bir tavırla. Bu yaştaki bir çocukla bunca uğraşmak canımı sıkmaya başlamıştı. “Kör bıçağı seçiyorum.” dedim gözümü gözünden ayırmayarak. Hafifçe gülümseyip yüzünü eğdi, bir şeyler düşünüyor olmalıydı. “Seni çözdüm,” dedi aniden, “benden büyük olduğun için kör olanı seçiyorsun, böylelikle beni bununla bile yenebileceğini düşündürmeye çalışıyorsun bana, ancak benim ne denli iyi bir çakı ustası olduğumu bilmiyorsun!” Yerden hızlıca keskin çakıyı çekip bana doğru yaklaşmaya başladı. “Gardını al!” diye bağırarak davrandı.
Bense elimde kör bıçak donakalmıştım. Yüksek sesle, “Fatiiiih!” diye bağırdım. O kadar yüksek sesle bağırmıştım ki Fatih istemdışı birkaç adım attı gerisin geriye. Karşı evlerden cam açma sesleri duyuldu. Birkaç saniye kazanmıştım.
“Sen de ne ödlek çıktın be!” diye bağırdı. Elimden kör çakıyı bir hamlede aldı. “Yoksa seni bıçaklayacağımı mı düşündün?” derken, karnını tutarak gülüyordu. Harbiden çok utanmıştım veledin karşısında. Başımı yere eğdim. Avuçiçiyle başıma bir şaplak atıp, “Tinerci miyim oğlum ben? Haylazım sadece.” dedi. “Öykünün başından beri elime verdiniz bir çakı, anlatıp durdunuz, yok efendim çakısı da varmış, birine batırmazsa olmazmış. Hak ettin lan sen aslında!” diyerek çakıyı yüzüme doğru sağa sola savurunca, ‘bu defa beni oyacak’ diye düşündüm. Yüzüme iyice yaklaştırdığı yüzündeki sırıtışı ömür billah unutamam. “Korktun di mi lan!” diyerek yanıma oturdu. Merdivende iki arkadaş gibi yan yana duruyorduk. Korkudan sırtımdan akan terler soğumuş, hafif bir üşümeye bırakmıştı yerini. O ise elindeki çakılarla oynuyordu. “Derdin ne oğlum senin, psikopat mısın?” dedim, “bütün mahallenin nedir senden çektiği.” Başını önüne eğdi. İlk defa hüzünlü bir halde görüyordum onu. Üzüldüm. “Bi kardeşin falan yok mu senin? Onunla oynasana güzel güzel evinde.” Daha da hüzünlenerek, kendine doğru büzüldü. “Bir gün kapının önünde uslu uslu oynuyorduk kardeşimle, sokaktan hızla bir araba geçti. Kırmızısı gözümü almıştı, anlamadım hiçbişeyi. Başımı çevirdiğimde kardeşimin ezilmiş, parçalanmış halini gördüm. Kanı yerlere akmıştı. Yemin ettim o günden sonra. ‘Daha da uslu çocuk olmam’ dedim. Aldım bir çakı. Gördüğüm her arabaya Allah ne verdiyse giriştim. Kimini boydan boya çizdim, kiminin lastiğinin havasını indirdim. İşte benim derdim bu!” dedi. Ağlamamak için zor tutuyordu kendini. Sırtını okşayarak, “Bundan sonra canın sıkıldı mı bana gel, beraber oynarız.” dedim. Hem bende playstation da var. Maç yaparız seninle.” dedim. “Olur, gelirim.” diyerek çıktı kapıdan.
Bir çocuğun dilinden anlayabilmenin tuhaf bir hazzı olduğunu yeni yeni keşfediyordum. Uzun zamandır yalnız yaşadığım evime, babacan edamı korumaya özen göstererek giriyordum ki birden kapıda bitiverdi. ‘Ne o, dışarısı sarmadı galiba?’ diye soracağım sırada aniden ciddileşip, “Sen yalnız başına sıkılırsın şimdi, beni içeri al da oyun oynayalım.” dedi. “Buyur gel, hangi oyunu oynayacağız?” diye sordum, içeri girerken, gözlerinden tuhaf yansımalar saça saça yanıt verdi: “Saklambaç!”

Uyanıverdim ansızın. “Ne saçma rüyaydı Allahım!” diye mırıldanarak, ocağa kahve suyu koymak için mutfağa doğru yürüdüm. Boynumdan, göğsümden süzülen terleri avuçiçlerimle sile sile koridordan geçerken, cırtlak bir ses, yine aynı tonlamayla arkamdan seslendi:
“Fatiiiiih! Napıyorsun oğlum? Kahvaltı etmeyecek misin?”


Leyla Sezgi, Nuray Mercan, Ayhan Şahin, Murat Yıldız, Deniz İnan, Ayşegül Ünal, Ozan Han Turakine, Cihat Duman ve Yusuf Sarıgöz’ün ortak kaleme aldığı bu absürt öykünün mimarı Fatih Mutlu’dur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder