Sokakta Fatih diye bir çocuk var.
Sokağın en popüler çocuğu. O kadar yaramaz ki, annesi devamlı olarak ona,
“Baban gelince söyliyim de gör!” deyip duruyor, ama onun umrunda bile değil;
komşuların ‘Fatih dövmesene çocuğu!’ ikazlarına rağmen her gün birini dövüyor
ve sokakta sürekli onun adı yankılanıyor. Geçen camdan izledim, elinde küçük
plastik bir gazoz şişesi vardı, şişenin dibini delmiş, gazozu altından
içiyordu. Bugün ekmek almaya giderken kapının ağzında oturmuştu, göz göze
geldik. Uzun uzun yüzüme baktı. “Fatih sen misin?” diye sordum. “Olmazsam
nolur?” diye cevap verdi.
Bir şeyler söylemek geldi içimden ama bu
ufak afacana ne söylesem tersleyecek gibiydi... Kaşlarımız çatılı şekilde biraz daha
bakıştık, sonra sessiz sedasız geçip gittim yanından. O muhtemelen korktuğumu
düşündü, ben de zaten öyle olsun istedim. Geri döndüğümde oturduğu yerde yoktu
ama hiç elinden bırakmadığı çakısı oradaydı.
On-on iki yaşlarında bir çocuk ne diye
çakı taşırdı ki yanında; sanırım zapzayıf, sopa gibi bir fiziği olmasaydı yanında
çakı da taşımazdı... Annesinin sabahtan akşama kadar sokakta, sanki yapacak
hiçbir işi kalmamış gibi, ‘Fatiiiiiih, Fatiiiih’ diye çığırtkanlık yapması da bunda
etken olabilirdi. Sadece annesi yapsa yine iyi; komşuları da aynı şeyi yapıyor,
gün boyu ‘Faatiiih, Faatiiih’ sesleriyle sokağı çınlatıyordu. Yani sokağın en
popüler çocuğu olmasa, belki bu kadar psikopat da olmazdı; çünkü ne kadar
popülersen, o denli kıskanılır ve nefret uyandırırsın... Ama annesinin, çocuğun
adını tonlama biçimi diğer insanlardan çok farklıydı, herkes ‘a’ları ve ‘i’leri
uzatarak ona seslenirken, annesi sadece ‘i’leri uzatıyor, bu da tahmin ediyorum
ki onun canını çok sıkıyordu. Unuttuğu çakıyı alıp eve götürdüm, şimdi tamamen
savunmasız kalmıştı.
Çakısını kaybetmesi onu uslandırır
sanmıştım. Fakat nafile. Bu kez “Fatiihh, Allahından bul e mi!” seslerinden
önce “Sen mi aldın lan çakımı?”, “Ver oğlum çakımı, hediye o bana!” sözleri
duyulur oldu sokakta. Adım aynı olmasa bunları duymazdan gelebilirdim. Fakat
adaşıma her seslenişinde ben de dikkat kesiliyordum. Çoğunlukla sabaha karşı
altıda yatıyordum ve dokuz gibi ismim seslenerek uyanıyordum. Çağıran annemmiş
gibi aniden kalkıyor ve her seferinde acı gerçekle karşılaşıyordum. Kahvaltı
hazır değil! Kettle’da bir su ısıtıp üçü bir arada kahve hazırlıyor, sigarayla
birlikte küfrede küfrede içiyordum. Bu birkaç gün tekrarlanıp canıma tak
edince, içimden ‘çakısını aynı yere braksam mı’ diye düşünmeye başladım.
Sokak son günlerde pek sessizleşmişti,
Fatih’in ortalıklarda gözükmemesi, herhangi bir olay çıkarmaması da beni
oldukça meraklandırmıştı, kulaklarım ‘Fatih, Fatih’ seslerini arar olmuştu.
Pencereden sık sık sokağı gözetliyor, “Ne oldu yahu bu çocuğa?” diyordum.
Çakıyı aldığım yere koyacaktım fakat ortalarda yoktu ki. Sigara almak için
dışarı çıktım. Her zaman gittiğim bakkal kapatıp gitmişti, ben de arka sokağa
saptım sigara bulmak için. İşte oradaydı: On metre kadar önümden yürüyordu.
Beni fark etmediğini varsayarak takip ettim, sokağın sonunda bulunan köşedeki
evin önüne geldi, giriş katın penceresinin önündeki çıkıntıya elindeki kırmızı
çiçekleri koydu, sonra soluksuz koşup gitti. Bizim bıçkına ne olmuştu böyle,
yumuşayıp gitmişti. O evin sümüklü kızına âşık falan mı oldu acaba? Çakıyı da
kızı sıkıştırmak için taşıyordur belki. Ah Fatihim, güngörmemişim, kızın
abisinin seninkinden daha büyük bir çakısı vardır oğlum.
Sabah kapıdan çıkarken çakısını gördü
yerde. Alıp cebine koydu. İçinden bir şeyler geçirmeyi de ihmal etmemiş olacak
ki, tam o sırada annesi arkasından seslendi: “Fatiiiihhh!” ‘Hay bennnnnnn...’
diyeceği sırada bir anda susuverdi. Halbuki evde çakıdan daha önemli bir şey
unutmuştu. O şey, insanların ondan çalamayacağı bir şeydi.
Evde unuttuğu şeyin bir önemi yoktu
aslında, çünkü her şeyden önce bir çakısı vardı ve klasik öyküde eğer bir çakı
varsa onun birilerine ya da bir yerlere saplanması farz olunurdu.
‘Bir öyküde çakı varsa mutlaka
birilerine batar’ diye düşündü. Böyle alçakça bir numara yapmaktan vazgeçti ve
dışarı çıktı. Sigarasını yaktı ve yürümeye başladı. Evet doğru söylüyor,
yürümeye başladım. Fatih sokağın sonundaki arsada top oynuyordu. Cebindekinin
bir çiçekle ilişkisini düşündü birden kansız. Dokuz çocuğun arasına daldı ve tek
hamlede topu kesiverdi.
“Ne? Fatih öldü mü? Olamaaaz, olamaaaaz,
kesin-lik-le olamaz Cihat
Başkan... Çatara çutara, top sesleri, silah sesleri, mermi sesleri...” diye
geçirdi aklından anlatıcı.
Sanki topu kesen kendisi değilmiş gibi,
uslu bir çocuk edasıyla evinin yolunu tuttu. Arada böyle sessizlendiği de
oluyordu, son günlerde daha da sıklaşmaya başlamıştı bu durum. Böyle zamanlarda
korkak, çekingen bir hal alıyor, garip bir duyguyla sanki aslında birilerinden
gizlediği bir şey varmış gibi geliyordu bana. O sessiz günlerin ardında daha
hırçın ve yaramaz biri oluyor, iyiden iyiye insanları çileden çıkarıyordu!!!
Son zamanlarda artık herkesin ‘Fatihhhh, Fatihhhh’ yakarışları bizim afacanı
iyiden iyiye küfürbaz bir serseriye dönüştürmüştü. Birinin artık ona ‘dur’
demesi şarttı. Ama bunu kim yapacak? Ben olamazdım ya, yani çocukla çocuk
olmazdım ki.
İnanamıyordu, “Fatih öldü,” dedi,
kestiği topun üzerine bir vakitler tükenmezkalemle kalın harflerle “Fatih” diye
yazmıştı çünkü... “Olamaz,” dedi, “kesinlikle olamaz!” Uzaklardan top sesleri,
mermi sesleri gelmiyordu da, buna benzer bir uğultu geliyordu. Hatta o gün o
çiçekle yürüdüğü sırada ben onu takip ederken birdenbire arkasını dönüp, bir
elinde çiçek, bir elinde daha büyük bir çakıyla, tek kelime etmeden, üstü
kapalı bir şekilde beni tehdit ederken de aynı uğultu olmalıydı kulaklarında...
Yumuşamak bi yana dursun, o topu kestikten sonra daha da sertleşmiş gibiydi. Omuzlarını
daha da dikleştiriyor, boynunu koca bir bıçağın altına yatmışçasına gergin
tutup, “Siz benim nasıl yandığımı nerden bileceksiniz?”
der gibi kıvılcım dolu bakışlarla bakıyordu etrafına.
Devam eden birkaç günde ne Fatih’ten, ne
de annesinden bir ses işitmiştim. Hatta komşuları da artık sadece kendi
çocuklarına, o da akşamları ‘ezan okundu, hadi artık eve’ kabilinden
sesleniyordu. Zaten Türk futbolunun temel sorunu akşam ezanıdır ve bu yüzden
yazları tüm çocuklar daha iyi futbol oynar.
Fatih’in bu ani sessizliği bende bir
kuşku uyandırdı. Bana karşı sinsi bir plan yaptığını düşünüyor, sonra paranoyak
olduğumu düşünüyor, sonra tekrar yaptığı planın ayrıntılarını düşünüyor, tekrar
paranoyak olduğumu düşünüyordum. Artık yatarken camı kapatıyordum. Ses
olmamasına rağmen -her sabah olmasa bile- genellikle dokuzda uyanıyordum. Bir
sabah yine ekmek almaya çıktım. Dönüşte kapımın önünde malum çakıyı, ondan
biraz daha büyük bıçağı ve bir kâğıt parçası gördüm. Çizgisiz bir kâğıttı,
üzerinde eciş bücüş harflerle şu yazıyordu:
“Birini seç”... Hemen ikisini de alıp
sokağa fırlayacaktım ki, bıçakların farkı boyutlarından ziyade çakının çok
keskin, diğerinin ise kör olmasıydı. Sanırım bu küçük canavar beklediğimden
büyük bir belaydı. Bir süre almak için eğildiğim kapımın önünde dizlerimin
üzerine dirseklerimden abanıp ellerimin arasına aldığım kafam karmakarışıktı. O
şekilde duralı bir-iki dakika oluyordu ve her geçen zaman aleyhime işliyordu.
Tam o sırada bir tıkırtıyla irkildim, arkama baktığımda çok yakınıma kadar
gelmiş olduğunu gördüm, nerdeyse çarpışacaktık!
“İşte yeniden karşındayım!” dedi
kendinden emin bir tavırla. Bu yaştaki bir çocukla bunca uğraşmak canımı
sıkmaya başlamıştı. “Kör bıçağı seçiyorum.” dedim gözümü gözünden ayırmayarak.
Hafifçe gülümseyip yüzünü eğdi, bir şeyler düşünüyor olmalıydı. “Seni çözdüm,”
dedi aniden, “benden büyük olduğun için kör olanı seçiyorsun, böylelikle beni
bununla bile yenebileceğini düşündürmeye çalışıyorsun bana, ancak benim ne
denli iyi bir çakı ustası olduğumu bilmiyorsun!” Yerden hızlıca keskin çakıyı
çekip bana doğru yaklaşmaya başladı. “Gardını al!” diye bağırarak davrandı.
Bense elimde kör bıçak donakalmıştım.
Yüksek sesle, “Fatiiiih!” diye bağırdım. O kadar yüksek sesle bağırmıştım ki Fatih
istemdışı birkaç adım attı gerisin geriye. Karşı evlerden cam açma sesleri
duyuldu. Birkaç saniye kazanmıştım.
“Sen de ne ödlek çıktın be!” diye
bağırdı. Elimden kör çakıyı bir hamlede aldı. “Yoksa seni bıçaklayacağımı mı
düşündün?” derken, karnını tutarak gülüyordu. Harbiden çok utanmıştım veledin
karşısında. Başımı yere eğdim. Avuçiçiyle başıma bir
şaplak atıp, “Tinerci miyim oğlum ben? Haylazım sadece.” dedi. “Öykünün
başından beri elime verdiniz bir çakı, anlatıp durdunuz, yok efendim çakısı da
varmış, birine batırmazsa olmazmış. Hak ettin lan sen aslında!” diyerek çakıyı
yüzüme doğru sağa sola savurunca, ‘bu defa beni oyacak’ diye düşündüm. Yüzüme
iyice yaklaştırdığı yüzündeki sırıtışı ömür billah unutamam. “Korktun di mi
lan!” diyerek yanıma oturdu. Merdivende iki arkadaş gibi yan yana duruyorduk.
Korkudan sırtımdan akan terler soğumuş, hafif bir üşümeye bırakmıştı yerini. O
ise elindeki çakılarla oynuyordu. “Derdin ne oğlum senin, psikopat mısın?”
dedim, “bütün mahallenin nedir senden çektiği.” Başını önüne eğdi. İlk defa
hüzünlü bir halde görüyordum onu. Üzüldüm. “Bi kardeşin falan yok mu senin?
Onunla oynasana güzel güzel evinde.” Daha da hüzünlenerek, kendine doğru
büzüldü. “Bir gün kapının önünde uslu uslu oynuyorduk kardeşimle, sokaktan
hızla bir araba geçti. Kırmızısı gözümü almıştı, anlamadım hiçbişeyi. Başımı
çevirdiğimde kardeşimin ezilmiş, parçalanmış halini gördüm. Kanı yerlere
akmıştı. Yemin ettim o günden sonra. ‘Daha da uslu çocuk olmam’ dedim. Aldım
bir çakı. Gördüğüm her arabaya Allah ne verdiyse giriştim. Kimini boydan boya
çizdim, kiminin lastiğinin havasını indirdim. İşte benim derdim bu!” dedi.
Ağlamamak için zor tutuyordu kendini. Sırtını okşayarak, “Bundan sonra canın
sıkıldı mı bana gel, beraber oynarız.” dedim. Hem bende playstation da var. Maç
yaparız seninle.” dedim. “Olur, gelirim.” diyerek çıktı kapıdan.
Bir çocuğun dilinden anlayabilmenin
tuhaf bir hazzı olduğunu yeni yeni keşfediyordum. Uzun zamandır yalnız
yaşadığım evime, babacan edamı korumaya özen göstererek giriyordum ki birden
kapıda bitiverdi. ‘Ne o, dışarısı sarmadı galiba?’ diye soracağım sırada aniden
ciddileşip, “Sen yalnız başına sıkılırsın şimdi, beni içeri al da oyun
oynayalım.” dedi. “Buyur gel, hangi oyunu oynayacağız?” diye sordum, içeri
girerken, gözlerinden tuhaf yansımalar saça saça yanıt verdi: “Saklambaç!”
Uyanıverdim ansızın. “Ne saçma rüyaydı
Allahım!” diye mırıldanarak, ocağa kahve suyu koymak için mutfağa doğru
yürüdüm. Boynumdan, göğsümden süzülen terleri avuçiçlerimle sile sile
koridordan geçerken, cırtlak bir ses, yine aynı tonlamayla arkamdan seslendi:
“Fatiiiiih! Napıyorsun oğlum? Kahvaltı
etmeyecek misin?”
Leyla Sezgi, Nuray Mercan, Ayhan Şahin, Murat Yıldız, Deniz İnan, Ayşegül Ünal, Ozan Han Turakine, Cihat Duman ve Yusuf Sarıgöz’ün ortak kaleme aldığı bu absürt öykünün mimarı Fatih Mutlu’dur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder