1987 yılında yayımladığı Bir Gülüşün Kimliği isimli öykü kitabıyla girmişti yayın dünyasına Hasan Ali Toptaş. Bu gecikmeli girişi, 5 Eylül 1996 tarihli “Cumhuriyet Kitap”taki söyleşisinde, “70’lerden bu yana yazı yazmasına karşın, çok katmanlı öyküsüz metinlerini, yayıncıların anlamaması ya da beğenmemesine” bağlamıştı.1 O günden bugüne; dört roman, iki öykü ve bir şiir kitabı yayımlayan Toptaş, en ‘ayrıksı’ uğraklarından biri oldu yazınımızın.
‘Ayrıksı’ nitelemesini yapan eleştirmen Semih Gümüş’ün, “Genç Edebiyatın Birikimi”ni kaleme aldığı ve öykücülerimizi genel hatlarıyla değerlendirdiği yazısında “sözü Hasan Ali Toptaş’a getirmek için sabırsızlandığı” ve kendi öykücülük anlayışında “dönüm noktası” olarak gördüğü biri o... “Yazdıklarının genç edebiyatımızın birikimi içinde nereye konulabileceğini düşünerek, has bir yazar” dediği biri...
Yıldız Ecevit’in, “Sincan’daki dış dünyasında yaşıyormuş gibi yapıp da, gerçek yaşamını yazı’nın dünyasında sürdür(düğünü); kurgusal fantezilerde, bitimsiz düşlerle çoğaltılmış yaşamlar(da)” yaşadığını söylediği Toptaş; daha birkaç yıl öncesine kadar yazarlarımızın bir kısmının “yarınından umudunu kestiği” yazınımızın, hiç kimsenin es geçemeyeceği yapıtlarıyla “şaşırtıcı” ve “güçlü” bir uğrağı günümüzde...
Gerçek yaşam kesitleriyle -gerçekliğin yeniden üretimi yerine- üstkurmaca düzlemde var ettiği öykü-metinlerini, sınırsız bir düş gücüyle, kendine özgü kuralsız/yasasız bir oyun bahçesine çeviren Toptaş’ın, biçim ve biçem boyutundaki öykücülüğünün ontolojik katmanların çeşitliliği ve eşzamanlı birlikteliği zemininde yükselmesi; dün-bugün-yarın art ardalığının zamandizinsel parçalanışı ve mekânsal/uzamsal çizgilerin silikleşip giderek tümden ‘yok olması’; anlamını yitiren bir dünyanın ve karmaşık değerler silsilesinin günümüz bireyinde cisimleştiği büyük bir insanlık trajedisini çağrıştırması; artık, birçoğumuz için, üstünden atlanılamayacak denli önemsenen bir olgu halini aldı.
HASAN ALİ TOPTAŞ ÖYKÜCÜLÜĞÜNÜN İNSANİ-POLİTİK DURUŞU
Alışılagelenin dışında kurgulama tekniğiyle, simgeyi de aşan karmaşık/çözüşmez -ve yorumu okurun öznel üretimine bırakılan- imge dokusuyla ördüğü metaforik anlatımlı öykülerinde Toptaş; gerçekliği, dış dünyadan aldığı çarpıklıkların ya da birbiriyle ilintisiz gibi duran kimi sözdizimlerinin grotesk kullanımıyla iki kat çarpıtır; zaten “yabancılaşmış” bir dünyayı/yaşamı/toplumu/insanı, bireye/okura daha da “yabancılaştırır”.
Sürekli bir “akış/oluş” halindeki “varlığın/metnin” kendi sınırları içinde yarattığı yeni bir dünya, bambaşka bir gerçekliktir bu; metin de, birey de, ancak üst-gerçeklikte, üst-düzlemde var olabilir. Ekonomik, bürokratik, teknolojik kuşatılmışlık karşısında, “değersizleşen” bireyin, “yalnız ve yabancı dünyası”nda, parçalanan benliğini/kimliğini koruması, bütünlemesi ya da araması, “içe dönerek / içe kapanarak” bilincinin derinliklerinde yapacağı yolculuklarla mümkündür.
Toptaş’ın metinlerinde bireyler, çoğunlukla, yaşamın ağırlığına katlanamaz; bilmediği, tanımadığı ve tanımlayamadığı bir dünyanın garipliklerle, saçmalıklarla dolu yapısına tahammül edemez, ne olduğunu tam olarak kendisinin de bilmediği “başka” bir “şey”e gereksinimi vardır onun; “o şey”i de -hiç bulamayacak olsa bile- ancak estetik, kurmaca bir düzlemde var edip arayabilir; dış dünyanın yasayı, gücü, otoriteyi, teknolojiyi, değerleri, sıradanlığı ve anlamsızlığı imleyen nesi varsa, sözgelimi, nedeni bilinmeyen bir ayrılık öyküsünün içinde, ironik bir biçemle, topyekûn eleştirilip imgeleştirilerek anlam yitimine uğratılır; “kurtuluş törenlerine tutsak edilen” bir şehrin herhangi bir evinin balkonunda oturan ve ayrılık ânını yaşayan iki sevgilinin kulağına” caddeden, tank homurtularıyla, trompet sesleri, davul gümbürtüleri gelir”... “Bando takımının arkasından, kuyruklarına kırmızı kurdele bağlanan, yeleleri boncuklu atlar yürü(r); iri gözleri ufuksuz(dur) hepsinin, üşengeçti(r)ler ve tarih kitaplarından şahlanarak çocukluğumuzu alıp cepheden cepheye gezdiren o anlış şanlı atlara hiç benzemiyorlardı(r).”
Ayrılık ânını ve sonrasını -betimlemekten çok- sözcüklerle kurmayı yeğleyen anlatıcı, daha sonra, “yalnızca balkondan değil, motor gürültüleriyle sağır, para hırsıyla kör, teknolojisiyle dilsiz olan ve kurtuluş törenlerine tutsak edilen o şehirden de gi(der)”; ve “trompetçi bir askerin” -aslında kendi imgeleminde yarattığı- “düşlerine sığınır”, “uçsuz bucaksız bozkırlarda(dır)” artık.
Anlamsızlığı besleyen dış dünyaya özgü olgular, olaylar, nesneler ve süreçlerin biçimlendirdiği zamandan tek kaçış yolu, “zamanın dışına çıkmaktır”; “çünkü zaman tank paletlerine dolanmıştı(r) o sırada, gazilerin göz çukurlarında birikmiş, balkonlardan sarkan kızların meme uçlarında pembeleşmiş, kaldırımda alkış tutanların karın gurultusuna dönüşmüştü(r)”. (“Balkon”)
Aynı söyleşide, kendini, “güçlü görünmenin görüntüsünü bile üzerinde taşıyamayacak kadar zayıf, ürkek ve tedirgin bir insan” olarak tanımlayan Toptaş’ın2, “güç” ve “otorite”yi kavrayışı da imgesel boyuttadır; yer yer gerçeküstücü tonlamalarla “güç” ve “otorite”nin ağırlığı, anlatıcıdan okuyucuya kolayca geçer: “tören resmi çizen küçük oğlunun önündeki kâğıtta tören alanından geçen ve bir an için yavaşlayan bir otomobilin içindeki beş generalin yüzlerini çevirip arkasından bakıp bakmadıklarını düşünen ve bilmeyen” kadın-anlatıcının, bildiği tek şey, “oğlu, generallerin göğsüne ışıltılı madalyalar takarken, kendisinin de (gene) sokaklarda yürüyeceği” gerçeğidir. (“Gökyüzü Gri”)
Burada imgeleşen belki yalnızca generaller değildir, güç orantısının bozukluğunu göstermek açısından kadın-anlatıcı da imgeleşmiştir belki; sokak imgesi de, büyük olasılıkla, dış gerçekliğin çapraşık yapısından iç dünyanın estetik yapısına bir kaçışı, düşlerde eriyip yitme isteğini, iki boyutlu bir dünyanın durmaksızın çatışmasını ve kamplaşmasını anlatmaktadır. Sık sık sokaklarda gezinen anlatıcılar, karmaşık/anlamsız ve sayısız görüntüler ve şiddet sahnelerinin sesleriyle karşılaşınca, “içlerindeki sokağa saparlar hemen, sanat merkezlerinin, kitapçıların, tiyatro salonlarının ve çiçekçilerin önünden geçerler; hangi sokakta olduklarını şaşırırlar bir an, düşte mi gerçekte mi derken, önlerine fırlatılan yumruk iriliğindeki tükrük ve onu izleyen berbat bir gırtlak temizleme sesi, onları, içlerindeki sokaktan alıp yürüdükleri sokağa getirir (yine)” (“Ölü Zaman Gezginleri”); sürekli bir gelgit içersinde, iç’te estetize edilmeye çalışılan dış gerçeklik, yine dışarıdan gelen müdahalelerle tekrar tekrar sekteye uğratılır böylece.
Toptaş’ın “öyküsüz metinleri”, sayısız çağrışım ve anlam çokluğunu barındıran yapısıyla, başından sonuna, araöykücükler ve hatta satırarası vurgularında bile, ‘insanlığın öyküleri’nden izler taşır... Hangi çizgiden yürünürse yürünsün, neresinden bakılırsa bakılsın, yürünen çizgide de, bakılan yerde de, ‘insan’ ve onun ‘dramı’ çıkar karşımıza.
‘ÖLÜ ZAMAN YAZARI’NIN TİPİK İMGELERİ
Evet, zaman ölmüştür... Başlıktaki “ölü zaman” tamlaması, eski’ye ilişkin mutlak doğrusallığa yapılmış ironik, alegorik ve imgesel bir göndermedir; çünkü mutlak olan, muğlaklaşmıştır. Artık zaman, mekândır. Belki; sokak, cadde, kapı, ses, görüntü, benlik, varlık’tır. Ama en çok, “ağız” ve “el”dir. Metin ya da yaşam-içi kullanımdaki yerine göre hem her şey’dir, hem hiçbir şey’dir artık o. İletişimin başat öğesi olan dil ve sözcüklerin yer yer anlamını kaybettiği; yer yer anlamını bulduğu bir fenomendir: kimi hallerde, “karımızın dur durak bilmeden konuştuğu”, “inanılmaz bir çabayla neredeyse yüzünün tamamını bir ağza dönüştür(düğü)” bir “bayağılık” (“Şarap Lekesi”); kimi hallerde, “arkadaşımızla gittiğimiz gizemli bir handa, Poe’nun öykülerini konuşmaya başladığımız” bir “arayış” (“Nerdesin Gringo”); kimi hallerde, “yumrukları boşluğu döverken, ağzı bir mağara gibi açılıp kapan(an)” protestocu bir kadının içinden çıkmaya uğraştığı dipsiz bir “kuyu” (“Gökyüzü Gri”); kimi hallerdeyse, “herhangi bir kasabanın”, “sessizliğin içinde küçüle küçüle tıpkı bir insan ağzı kadar kal(dığı)” ve “Burhan ölmüş, diye iç çeken bu ağzın” sahibinin kişisel evreniyle bütünleştiği dramatik rüyası’dır (“Sümbüller Sen Kokar”).
Tıpkı parçalanan, sürekli devinen, renkten renge, biçimden biçime giren, “görüntülerin sesleri, seslerin görüntüleri örtüp her şeyi bulanık ve uzak bir aynaya dönüştürdüğü” (“Şarap Lekesi”), ‘belirsiz, tanımsız, anlaşılmaz’ -ve sürekli- bir oluşum halindeki benliğimiz/varlığımız gibi, kâh “giderek ritmini yitiren”, handiyse “duran” (“Korkuyla Yaralı Dört Keklik”); kâh ansızın hızlanıp, oturduğumuz yerden “birkaç dakika, birkaç saat, birkaç gün ya da birkaç yıl sonra ayağa kalktığımız” (“Balkon”), birdenbire yavaşlayıp, “yıllarca açılmayan bir oda kapısın(da) beklediğimiz” (“Gökyüzü Gri”) bir şeydir.
ZAMAN-MEKÂN İKİLEMİ
Varlık temelli bir zaman-mekân kavrayışı esas alındığında, belki de asıl söylenmesi ve anlatılması gereken: “... köy ya da kent değil, şu hikâye ya da öteki değil, olaylar ve düşünceler değil, insanın kim olduğu, nasıl o olduğu, neden o olduğu ve ne olacağıdır. İnsanın, sonsuz olabilirlikler içindeki sınırı ve sınırsızlığıdır...”3
Ve belki de Toptaş’ın öykücülüğü, asıl yazılması gerekenin dolaysız aranışı; belki de dolaylı yazılışıdır.
Adam Öykü, Sayı: 49, Kasım-Aralık 2003
--------------------------------------------------------------------------------------------------
1 Ecevit Yıldız: Hasan Ali Toptaş’la bir konuşma: 5 Eylül 1996 tarihli “Cumhuriyet-Kitap”
2 a.g.y.
3 a.g.y.
Ayhan Şahin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder