3 Ağustos 2012 Cuma

"Belki de bana göre değildir çok ve okumak!"

Neden biraz daha çok biliyorum? Genellikle, neden böyle akıllıyım? Sözde sorunlar üstüne hiç düşünmedim, -harcamadım kendimi. (...)


Beslenme konusunda seçmek, yer ve iklim seçmek, -her ne olursa olsun yanılmamak gereken üçüncüsü de dinlenme yolunu seçmektir. Burada da, bir kafa kendine özgü olduğu ölçüde, yapabileceklerinin, yani kendine yararlı olanın sınırı o denli dardır. Her türlü okuma benim için dinlenmeden sayılır; dolayısıyla beni kendimden çekip alan, başka bilimlerde, başka ruhlarda gezmeye çıkaran, artık önemsemediğim şeylerden sayılır. Önemsediğim şeylerin yorgunluğunu alır zaten okumak. Sıkı çalışma dönemlerinde tek kitap göremezsiniz çevremde: bir kimseyi yakınımda konuşturmaktan, giderek düşündürmekten bile sakınırım. Bu da okumak olurdu... (...)


Çalışma ve doğurganlık çağı ardından dinlenme çağı mı geldi: gelsin şimdi hoşa giden, ince buluşlarla dolu, öğretici kitaplar! Almanca kitaplar mı olacak dersiniz?.. Kendimi elimde bir kitapla yakalayabilmem için, altı ay geriye dönmeliyim. (...)


Belki de bana göre değildir çok ve okumak: bir okuma odasına girmek beni hasta eder. Çok ve çeşitli şeyleri sevmek de bana göre değildir. (...)


Aslında dönüp dönüp okuduklarım bir avuç eski fransızdır: ben fransız ekinine inanırım tek. Avrupa'da "ekin" adına başka ne varsa, hepsini bir yanlış anlaşılma sayarım; Alman ekinine gelince, sözü edilmeğe değmez... (...)


Pascal'ı okumayışım, ama Hıristiyanlığın en öğretici kurbanı olarak -canavarlığın o en tüyler ürpertici türündeki mantık gereğince önce bedeni, sonra tini ağır ağır öldürülmüş kurbanı olarak- sevişim; düşüncemde, kimbilir belki de bedenimde de Montaigne'in kabına sığmazlığından bir şeyler bulunuşu; sanatçı beğenimin de Moliére, Corneille, Rracine adlarını, öfkelenerek de olsa, Shakespeare gibi bir yaban dehaya karşı savunuşu... Gene de en yeni Fransızları tadına doyum olmaz bir topluluk saymama engel değil bütün bunlar. 


Hangi geçmiş yüzyılda şimdi Paris'de olduğu gibi, böyle hem meraklı, hem ince psikologlar bir araya toplanmıştır, doğrusu bilmiyorum. Saymayı şöyle bir deneyelim, çünkü sayıları hiç de az değil: Paul Borguet, Pierre Loti, Gyp, Meilhac, Jules Lemaître ve -özellikle sevdiğim gerçek bir Latin'i, güçlü soydan birini anmış olmak için- Guy de Maupassant. (...)


Stendhal yaşamımın en güzel rastlantılarından biridir, -yaşamımda çağ açan ne varsa, hepsi de rastlantıyla önüme çıktı, başkasının salık vermesiyle değil- paha biçilmez erdemleri vardır onun: saklı olanı gören o psikolog gözü, en büyük gerçekçinin yakında olduğunu anımsatan -ex ungue napoleonem (pençesinden belli olur napolyon)- olguları kavrama yetisi ve sonunda -ki az erdem değil bu da- dürüst bir tanrısız oluşu: Fransa'da kırk yılda bir rastlanan, nerdeyse hiç bulunmayan bir tür, -Prosper Mérimée'yi saygıyla analım... Belki de Stendhal'i kıskanıyorumdur? Tam benim yapacağım en güzel tanrısız nüktesini aldı elimden: "Tanrının tek özürü var[sa] olmayışıdır"... (...)


Lirik ozan üstüne en yüksek kavramı Heinrich Heine verdi bana. Öylesine tatlı, öylesine tutkulu bir musikiyi bin yıllar arasında boşuna arıyorum. O tanrısal hayınlık vardı onda; yetkinliği bunsuz düşünemem ben, insanlara, ırklara değer biçmek için, tanrıyla satir'i zorunlu olarak bir arada düşünüyorlar mı, ona bakarım -ya Heine'nin Almancayı kullanışı! Bir gün Heine'yle benim Alman dilinin rakipsiz ilk sanatçıları olduğumuzu, öbür Almancıkların yaptıklarını fersah fersah aştığımızı söyleyecekler. Byron'un Manfred'iyle derin derin bir yakınlığım olmalı: o uçurumların hepsini buldum içimde; on üç yaşımda olgundum bu yapıt için. Manfred'in yanında Faust adını anmaya cesaret edenlere söylenecek sözüm yok, şöyle bir bakarım, o kadar. (...)


Shakespeare'i anlatacak en yüksek düşüncemi aradığımda, hep caesar tipini tasarlamış olması gelir aklıma. İnsan böyle bir şeyi düşünmekle çıkaramaz; ya öyledir, ya da değildir. Büyük ozan, yalnız öz gerçeğinden beslenir, öyle ki sonunda yapıtına dayanamaz olur üstelik... (...) -hiç kimseyi okurken shakespeare'de olduğu gibi paralanmaz yüreğim: soytarılığı böyle gerekli bulmak için nasıl acı çekmiş olmalıdır insan!- Hamlet'i anlıyor musunuz? ‘Şüphe değil, kesinliktir insanı deli eden’... Ama bunu duymak için derin olmalı, uçurum, feylosof olmalı... Doğrudan korkarız hepimiz... Hem açıkça söyleyeyim, sezgimle yüzde yüz inanıyorum ki, bu en tüyler ürpertici yazın türünün yaratıcısı, burada kendi kendine eziyet eden Lord Bacon'dır; ne düşündüklerini bilmeyen, kuş beyinli Amerikalıların acınacak gevezeliklerinden bana ne? Görüm'leri (vision) en yaman gerçeklikle verme yetisi, en yaman eylem gücüyle, en canavarca eylem ve cürüm gücüyle yan yana bulunmakla kalmaz yalnız, üstelik onları gerektirir de... Sözcüğün en yüksek anlamında ilk gerçekçi olan Lord Bacon'ın neler yaptığını, ne istediğini, kendi kendisiyle ne yaşadığını bilebilmek için, onu yeterince tanımaktan çok uzağız daha... (...)


Ecco Homo - Kişi Nasıl Kendisi Olur, Çeviren: Can Alkor, Say Yayınları, 1990, S. 31-43



Friedrich Nietzsche

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder