Kadın, uyuşukça kendi toparlanışını izliyor. Beyaz gömleğini kaldırıyor
gözleri ile aynı hizaya, katlıyor. Ütü sorunu olmayan bir hayatın düzenli
dağınıklığına gülümseyerek katılıyor. Alışıyor, alıştıkça mutluluğu büyüyor.
Annesi görse, sorumsuz bir hayat bu, derdi, oysa kendini dinlemek istiyor
sadece. Uzun süreli bir dinlenme olmalıydı bu. Tek başına yapmak istediği ama
yapamadığı her şeyi yapabilmenin tam zamanıydı.
Eskiciden aldığı tahta bavulunun içine koyuyor gömleğini. Süslerin ve
pahalı olan her şeyin yerini muhakkak bir gün sade ve antika olanlar alacaktı.
Tahta bavulun en üstüne de kurşunkalemini koyuyor ve kapağını kapatıyor. Bir iç
çekiş ile. Kapatmak... Bir kitabı, defteri, dizüstü bilgisayarı, toplumun
getirdiklerini... Annesinin ısrarla "yap" dediklerini ama yapmak
istemediği her şeyi. Üzen, bıktıran ve yıpratan her şeyi kapatmak... Kadın
annesini seviyordu, kendi hatalarını da seviyordu. Ama bazı zoraki olan şeyleri
içinden sevmek gelmiyordu. Kadın'ın huyu yaşından küçüktü belki. Hayalleri değildi.
Artık değildi. Her an kopabilir gibi duran, bavulun sapını tutuyor. Topuklu
ayakkabılarından "rap pa, rap pa" seslerini çıkartarak odasından
çıkıyor. Hiç kimse olarak geldiği bu otelden, hiç kimse olarak ve hiç
kimsesizce çıkıp gidiyor. Ve ona tanıdık gelen tek ses, kadını hiç terk etmeyen
topuklu ayakkabılarının sesi oluyor. Kadın'ın hayatına giren erkeklerin
yanındayken öğrenip şarkı yaptıkları bu topukların sesi...
Merdivenlerden sarsılarak iniyor. Merdivenler bitmiyor, hep başa sarar gibi
basıyor basamaklara. 'Penrose merdivenleri' diye düşünüyor ve daha önce Penrose
merdivenlerini neye benzettiğini hatırlamaya çalışıyor. 'İlerledikçe aynı
yerlerden geçiyoruz' diye düşünüyor. İlerlemiyoruz, diyor kısık sesle. Sadece
harcanan çaba ilerlediğini düşündürüyordu. 'Sonsuza kadar mı' sorusu ile
tanıştığında ise kendini bu otelde bulmuştu. Bu basamaklara benzer hislerle
basanlar olsa da hislerin sahibi tanışmadıkça, kaygılar benzese de ortak bir
umut taşınmazmış. Toplumun gerektirdikleri buna karşı çıksa da kişinin
bireyselleşmesi için tüm gücü ile yalnızlaştırsa da, bu böyleymiş işte.
Son basamak.
Çıkış kapısı ve kadın sokakta. Hiç böyle hislerle ve bu denli kimsesiz
çıkmamıştı bir otelden, hiç kimsesizce. Rap pa, rap pa. Bir yerlere yetişmeye
çalışırken yüzlerinin arkasına duygularını gizlemiş insan kalabalığı ile
çarpışıyor. Bir iz bırakmak istiyor onlara. Onlar da görsünler diye. Onlar da
onun gibi anlasınlar diye. Sonra yine adımları ile eziyor asfaltı. Sokağın sağ
tarafında çam ağaçları, sıra sıra dizili. Ağaçların altında bir sürü kedi.
Mutlu ve mırlayan kediler. Sokağın sol tarafında ise, marketler ile tekeller
yan yana. Giyim dükkânları, kapalı müze, eski bir terzi, kahvehane ve kafeler,
soğuk renkli evler ve değişimi hatırlatayım derken sapı kopan bavul, etrafa
saçılan iç çamaşırları, beyaz gömleği, etekleri, kurşunkalemi ve sokağın
sağından gelen keman sesi. Hepsi sokağın ortasında, herkesin gözlerinin önünde.
Kemanın sesi... Rap pa, rap pa, rap. Küt siyah saçlı, zayıf ve uzun bir adam.
İndirilmiş gözkapakları. İçinde hayallere daldığı belli, hayallerinde yalnız
olmadığı gibi. Adamın önünde keman çantası, çantanın içinde büyük yazılı beyaz
kâğıt. Mr. & Miss Nuwanda. Adamın omzunda keman, kemanın ve adamın gözleri
dans eden Nuwanda’yı izliyor. Beline kadar uzun ve bedenini saran dalgalı
kahverengi saçları, saçları ile aynı ritmi tutan dolgun ve kuru dudakları...
Esmer teninde beyaz bir gömlek, kahverengi bir etek, kemanın sesi ile kirlenen
esmer ayakları, ayaklarına batan yeryüzü ve ince uzun hareketsiz parmaklarının
arasında savaş boyu sönmeyen meşale gibi yanan bir sigara. Kemancı Nuwanda için
dans ediyor, kediler ise dağılmış bavulunu unutan Kadın'la beraber manzarayı
izliyor. Büyüleniyorlar. Dansçı Nuwanda, Kadın'ın etrafında dönmeye, omuzlarına
dokunmaya ve gülümsemeye başlıyor. Toplumun getirdiklerinden uzaklaşırken
duyduğu kaygıyı hissediyor yine Kadın. Yeniden uzaklaşması gerekiyor sanki.
Uzaklaştıkça başa dönecek gibi ama tanımasa da sadece hissettiği o güçlü kimse
onun bu sefer gitmesine izin vermiyor. Kemanın sesi yükseliyor. Destination on
course. İmkânsıza dokunur gibi duyuyor kulakları. Dansçı ve kemancı aynı
bilgiçlikle selamlaşıyorlar. Daha önceden birbirlerini tanıyan iki yabancılar
sanki. Birbirlerini yeni fark etmiş gibi. O selamdaki gizem ile Kadın'ın
ayakkabıları ayağından çıkıveriyor. Yeryüzünü ezen biri daha doğuyor böylece.
Kirleniyor tüm sadeliğiyle, Dansçı ile bir uyuma yürür gibi yakınlaşıyorlar.
Kolları bedeninden bağımsız hale geliyor. Savruluyorlar. Kemancı daha istekli
çalıyor. Sokak ise, yeryüzünün saygı duyduğu bir sokak olarak ısınmaya
başlamıştı. Kediler sevinçlerini şaşkınlıkla paylaşıyorlar. Sokaktaki insanlar
çoğalıyor. Yerdeki çamaşırları izliyor birçoğu. Yerdekilere çok da net
bakmıyorlar aslında.
Kadın'ın
gözleri Kemancı gibi kapalı, vücudunun ritmi ise dansçı ile aynı. Dökülen
eşyaları, sapı kırık bavulu aklından çıkıyor. Sadece keman sesi. Eski kaygılar,
eski hüzünler olarak kalıyor geçmiş. Yarının olmayabileceğini değil, teninde
hissettiği sıcaklıkla kavuştuğu huzurun tadını çıkarıyor. Penrose merdiveninin
gizemi, Kadın'ın çıplak ayaklarının ezdiği yeryüzü ile çözülüyor. Kadın'ın
duyulan tek kelimesi 'hayat' dediği oluyor ve gülümsüyor.
(Saadet Gadiri / Edebiyat Postası)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder