2 Eylül 2015 Çarşamba

O an...

whitehavenın Bulutlar da Ağlar isimli çalışmasından bir bölüm...


O an, annemin tüm evlatlarına aynı sevgiyi hissettiğini kesinlikle anlamıştım. Bu konudaki kararım kesindi ve buna karşılık anneme duyduğum güvenin değişmesi de artık mümkün olamazdı. Bunu aklımdan hiç çıkarmayacaktım.
Ancak, köyümüzde yaramaz çocuklardan biri ve en tehlikelisi olarak nam salmam sebebiyle, annemin bana olan sevgisinde azalma ihtimali olduğunu da göz ardı etmemeliyim. Evet, onun kanından, canından bir varlıktım. Ama yaramaz ve huzur bozan bir çocuğa sahip olması sözkonusu olunca, beni diğer kardeşlerimle karşılaştırdığında, annemin en az sevdiği çocuğu olmama sebep olabilirdi bu durum. Bu sonuçla karşılaşma ihtimalini hiç ama hiç istemedim.
Köyümüzdeki bir grup çocuğun kavga ettiği ya da ele avuca sığmaz şekilde söz dinlemeden hareket ettikleri bilgisi köylülerimiz tarafından duyulduğunda, bu grubu yoldan çıkaranın büyük ihtimalle ben olacağıma dair söylentiler çalkalanırdı köyde. Bu haber bizim eve o kadar hızlı gelirdi ki, yapmış olduğumuz çocukça yaramazlıkların (ki bana göre yaramazlık sayılmazdı) daha ben eve gelmeden haberinin ulaştığına tanık olurdum.

Sadece bir defasında ben eve geldikten sonra, yaptığım yaramazlığa ilişkin haberler eve ulaşmamıştı. Bu haberin neden bu kadar  geciktiğini çözememiştim. Daha büyük bir olay sözkonusu olmalıydı ki benim yaptığım yaramazlıklar kimseyi ilgilendirmemişti. Ya da beni artık böyle kabullenmişlerdi. Kimbilir?
Masumca eve girdim. Hemen yatağıma kıvrılıp uyumaya çalıştım. Uyku tutmuyordu. Eninde sonunda bir haber geleceğini biliyordum. Uykuya dalmak üzereyken kapı büyük bir gürültüyle çaldı. Gelenin benimle ilgili olduğunu kapının çalınma şiddetinden anlamıştım. Nefesimi tutarak, ‘bugün yine neler yaptığımı’ bir başkasının sesinden dinledim.
“Hüseyin Amca, bi’ açsana kapıyı.”
“Kimsin?”
“Abbas’ın Cemal!”
Babam kapıyı açtı: “Hayırdır bu saatte Cemal! Kötü bi’şey mi oldu yoksa?”
“Olmaz mı? Hele böyle bir oğlun olduktan sonra...” dedi. Derince bir nefes aldıktan sonra (bunu ciğerlerinden çıkardığı hırıltıdan anlamıştım): “Oğlun, benim küçük oğlanın kafasını yarmış.”
“Hangi oğlum?”
“Kim olacak? Ali!”
“Ali mi! Başkası yapmaz ki zaten!” dedi hayıflanarak, “Ne yapacağız bu çocuğun elinden bilmiyorum Cemal. Aslında iyi çocuktur. Ama neden böyle yapıyor anlamıyorum?”
Kusura bakma amca ama iyi dediğin çocuk küçücük birinin kafasını koca taşla yarar mı?” Kafasının üstüne elini yanlamasına koyarak, bir gemi yelkeni yapacak şekilde, yaralanan kısmı gösterdi.
“Doğru söylüyorsun, ama yaramazın teki!” dedi.
“Ne yapacağız? Bu daha ne kadar sürecek böyle.”
Annem, “Akıllanır.” diyerek söze girdi, “Daha çocuk bunlar.”
“Ne çocuğu!” dedi Cemal, “Ben bile bu çocukla tek başıma karşılaşmaya korkuyorum, inanın bana! Bir gün benim de kafamı koca bir taşla yaracak diye. Bakmakla yükümlü oluğumuz çocuğumuz var. Bu oğlan beni de gebertecek bir gün.”
“Kime ne yaptı benim oğlum, o kadar da değil Cemal!” dedi annem, “Çocuk bunlar, kazayla olmuştur.”
“Ne kazası yenge! Tam alnının çatına fırlatmış taşı. Nişan alarak atmış besbelli. Kime attıysa isabet ettirdi.” dedi Cemal.
“O da doğru,” dedi babam ilave ederek, “Sen merak etme, cezasını veririm ben!”
“O akıllanmaz!” dedi Cemal, “Bari benim çocuğuma yapmasın. Yakın akrabayız ne de olsa!”
“Akıllanır akıllanır dayağı yiyince!” dedi babam.
Yorganın altında ter içinde kalmıştım.
“Kusura bakma,” dedi babam. “Onun cezasını bu sefer çok kötü vereceğim.”
“Bir daha ne olur yapmasın!” dedi Cemal. “Ben eve gideyim geç kaldım. Gelirken bile çocuğun kafası kanıyordu.”
“Tütün bas! O zaman iyi gelir, kanı durdurur.” dedi babam.
“Bir tabaka tütün bastım, yine durmadı!” dedi Cemal.
“Bu saatte rahatsız ettim Hüseyin Amca.”
“Kusura bakma Cemal.”
“Asıl siz kusura bakmayın.”
“İyi geceler.”
“Geçmiş olsun.” dedi babam.

Kapı büyük bir gürültüyle kapandı. Babamın yanıma gelip beni bir pençe atarak yataktan çıkaracağını sanmıştım. Ama sessiz kalmıştı. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Bir an önce gelmesini istedim. Ne olacaksa olsun artık dedim. Bu arada yaşadığım olayı ayrıntılarıyla hatırlamaya çalışıyordum.
Aslında bugünkü olay tamamen bir kazaydı. Mahallemizde benimle birlikte hareket etme cesareti bulabilen bir grup arkadaşla Mehmetlerin bahçeye armut yemeye (başkalarına göre çalmaya) gitmiştik.
Mehmetler bizden önce davranıp armutları dalından toplamışlar. Zaten bu tarzdaki küçük bahçeleri bizden çekindikleri ve korktukları için daha olgunlaşmadan toplarlardı. Gerçi bizim için meyvelerin olgunlaşmasına bile gerek yoktu. Bahçeye girdiğimizde topladığımız ham meyveleri bir kez dişler, tadını beğenmezsek tükürürdük. Yine de bazılarının tadı hoşumuza gider, afiyetle yerdik. Sonrası karın ağrısıyla sonuçlanırdı. Olduğumuz yere çöker, karnımızdaki ağrının geçmesini beklerdik. Evdekilere karın ağrımızla ilgili hiçbir şey söylemezdik. Onlar bir bahçeye dalıp ham meyve yediğimizi anlayabilirlerdi. Zaten kıt olan yiyeceklerin olgunlaşmasını beklemek gerekirdi onlara göre. Olgunlaşmış sebze ve meyveleri yemek israftı. Dahası günahtı da!
Planda olmamasına rağmen bugün de Mehmetlerin bahçesine girdiğimizde, ağaçlarda bir tane dahi armut kalmadığını görünce üzülmüştük. Ağacın altından yapraklarının arasına dahi en ince ayrıntısına kadar iyice gözetledik. Aşağıdan hiçbir şey gözükmüyordu. ‘Yakından bakalım bari!’ diyerek hepimiz ağaca tırmandık. Hepimiz artık ağacın bir dalındaydık. Dalların uçlarına kadar ulaştık. Uçlarına doğru yaklaştıkça dallar yavaşça aşağıya çöküyordu. Hangi noktada kırılacağını bildiğimiz için o noktadan ileri gitmiyorduk. Hiç kimse bir tane dahi armut bulamamıştı. Ben tırmandığım dalın ucunda bir armut olduğunu görmüştüm. ‘Buldum!’ dedim. Hızla ağaçtan inmeye başladım, armudu kim alırsa alsın artık benimdi. Çünkü ilk keşfeden bendim.
Hepimiz bir anda hızlıca aşağıya indik. Elimize geçirdiğimiz taşlarla armudu yere düşürmeye çalıştık. Ne yaptıysak olmadı. Artık çıldırmıştık. Elime geçirdiğim bir taşı olanca gücümle armuda doğru fırlattım. Dalın ucundaki armuda çarptı taş, sonra dallara çarpa çarpa yere doğru düşmeye başladı. Hemen ağacın altından kaçtık. Bu gibi anlarda taşın nereye düşeceği belli olmazdı. Cemal Abinin oğlu ağacın altında kalmıştı.
“Kaçın, taş düşüyor!” diyerek uyarmıştım aslında herkesi.
Taşın Cemal Abinin oğlunun kafasına düştüğünü son anda gördüm; sonrasında ise yere düşen armudu. Armudun her tarafı attığımız taşlarla parçalanmıştı. Sapı ve küçücük bir parçası kalmıştı. Kanlar içinde kalan çocuğu gördüğümde çok korkmuştum. Ben ise armudu alamadan, tadına dahi bakamadan kaçtım oradan.
Bu, tamamen o çocuğun hatasıydı. Hepimiz ağaçtaki meyveyi taşla indirmeye çalışırken nerde durmamız gerektiğini çok iyi bilirdik. Benim bu olayda asla suçum yoktu. Tüm suç çocuğundu. Birisinin sorgulanması gerekiyorsa bence o sorgulanmalıydı. Ama ceza alıp dayak yeme tehlikesi olan kişi ise bendim. Adım gibi biliyordum.


whitehaven


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder