whitehaven’ın “Bulutlar da Ağlar” isimli çalışmasından bir bölüm...
O
an, annemin tüm evlatlarına aynı sevgiyi hissettiğini kesinlikle anlamıştım. Bu
konudaki kararım kesindi ve buna karşılık anneme duyduğum güvenin değişmesi de
artık mümkün olamazdı. Bunu aklımdan hiç çıkarmayacaktım.
Ancak,
köyümüzde yaramaz çocuklardan biri ve en tehlikelisi olarak nam salmam
sebebiyle, annemin bana olan sevgisinde azalma ihtimali olduğunu da göz ardı
etmemeliyim. Evet, onun kanından, canından bir varlıktım. Ama yaramaz ve huzur
bozan bir çocuğa sahip olması sözkonusu olunca, beni diğer kardeşlerimle
karşılaştırdığında, annemin en az sevdiği çocuğu olmama sebep olabilirdi bu durum. Bu
sonuçla karşılaşma ihtimalini hiç ama hiç istemedim.
Köyümüzdeki
bir grup çocuğun kavga ettiği ya da ele avuca sığmaz şekilde söz dinlemeden
hareket ettikleri bilgisi köylülerimiz tarafından duyulduğunda, bu grubu yoldan
çıkaranın büyük ihtimalle ben olacağıma dair söylentiler çalkalanırdı
köyde. Bu haber bizim eve o kadar hızlı gelirdi ki, yapmış olduğumuz çocukça
yaramazlıkların (ki bana göre yaramazlık sayılmazdı) daha ben eve gelmeden haberinin ulaştığına tanık olurdum.
Sadece
bir defasında ben eve geldikten sonra, yaptığım yaramazlığa ilişkin haberler
eve ulaşmamıştı. Bu haberin neden bu kadar geciktiğini çözememiştim. Daha
büyük bir olay sözkonusu olmalıydı ki benim yaptığım yaramazlıklar kimseyi ilgilendirmemişti.
Ya da beni artık böyle kabullenmişlerdi. Kimbilir?
Masumca
eve girdim. Hemen yatağıma kıvrılıp uyumaya çalıştım. Uyku tutmuyordu. Eninde
sonunda bir haber geleceğini biliyordum. Uykuya dalmak üzereyken kapı büyük bir
gürültüyle çaldı. Gelenin benimle ilgili olduğunu kapının çalınma şiddetinden anlamıştım.
Nefesimi tutarak, ‘bugün yine neler yaptığımı’ bir başkasının sesinden
dinledim.
“Hüseyin
Amca, bi’ açsana kapıyı.”
“Kimsin?”
“Abbas’ın
Cemal!”
Babam
kapıyı açtı: “Hayırdır bu saatte Cemal! Kötü bi’şey mi oldu yoksa?”
“Olmaz
mı? Hele böyle bir oğlun olduktan sonra...” dedi. Derince bir nefes aldıktan
sonra (bunu ciğerlerinden çıkardığı hırıltıdan anlamıştım): “Oğlun, benim küçük
oğlanın kafasını yarmış.”
“Hangi
oğlum?”
“Kim
olacak? Ali!”
“Ali
mi! Başkası yapmaz ki zaten!” dedi hayıflanarak, “Ne yapacağız bu çocuğun elinden
bilmiyorum Cemal. Aslında iyi çocuktur. Ama neden böyle yapıyor anlamıyorum?”
“Kusura
bakma amca ama iyi dediğin çocuk küçücük birinin kafasını koca taşla yarar
mı?” Kafasının üstüne elini yanlamasına koyarak, bir gemi yelkeni yapacak
şekilde, yaralanan kısmı gösterdi.
“Doğru
söylüyorsun, ama yaramazın teki!” dedi.
“Ne
yapacağız? Bu daha ne kadar sürecek böyle.”
Annem,
“Akıllanır.” diyerek söze girdi, “Daha çocuk bunlar.”
“Ne
çocuğu!” dedi Cemal, “Ben bile bu çocukla tek başıma karşılaşmaya korkuyorum,
inanın bana! Bir gün benim de kafamı koca bir taşla yaracak diye. Bakmakla
yükümlü oluğumuz çocuğumuz var. Bu oğlan beni de gebertecek bir gün.”
“Kime
ne yaptı benim oğlum, o kadar da değil Cemal!” dedi annem, “Çocuk bunlar,
kazayla olmuştur.”
“Ne
kazası yenge! Tam alnının çatına fırlatmış taşı. Nişan alarak atmış besbelli. Kime
attıysa isabet ettirdi.” dedi Cemal.
“O
da doğru,” dedi babam ilave ederek, “Sen merak etme, cezasını veririm ben!”
“O
akıllanmaz!” dedi Cemal, “Bari benim çocuğuma yapmasın. Yakın akrabayız ne de
olsa!”
“Akıllanır
akıllanır dayağı yiyince!” dedi babam.
Yorganın
altında ter içinde kalmıştım.
“Kusura
bakma,” dedi babam. “Onun cezasını bu sefer çok kötü vereceğim.”
“Bir
daha ne olur yapmasın!” dedi Cemal. “Ben eve gideyim geç kaldım. Gelirken bile
çocuğun kafası kanıyordu.”
“Tütün
bas! O zaman iyi gelir, kanı durdurur.” dedi babam.
“Bir
tabaka tütün bastım, yine durmadı!” dedi Cemal.
“Bu
saatte rahatsız ettim Hüseyin Amca.”
“Kusura
bakma Cemal.”
“Asıl
siz kusura bakmayın.”
“İyi
geceler.”
“Geçmiş
olsun.” dedi babam.
Kapı
büyük bir gürültüyle kapandı. Babamın yanıma gelip beni bir pençe atarak
yataktan çıkaracağını sanmıştım. Ama sessiz kalmıştı. Kalbim yerinden çıkacak
gibiydi. Bir an önce gelmesini istedim. Ne olacaksa olsun artık dedim. Bu arada
yaşadığım olayı ayrıntılarıyla hatırlamaya çalışıyordum.
Aslında
bugünkü olay tamamen bir kazaydı. Mahallemizde benimle birlikte hareket etme
cesareti bulabilen bir grup arkadaşla Mehmetlerin bahçeye armut yemeye (başkalarına
göre çalmaya) gitmiştik.
Mehmetler
bizden önce davranıp armutları dalından toplamışlar. Zaten bu tarzdaki küçük
bahçeleri bizden çekindikleri ve korktukları için daha olgunlaşmadan
toplarlardı. Gerçi bizim için meyvelerin olgunlaşmasına bile gerek yoktu.
Bahçeye girdiğimizde topladığımız ham meyveleri bir kez dişler, tadını
beğenmezsek tükürürdük. Yine de bazılarının tadı hoşumuza gider, afiyetle
yerdik. Sonrası karın ağrısıyla sonuçlanırdı. Olduğumuz yere çöker,
karnımızdaki ağrının geçmesini beklerdik. Evdekilere karın ağrımızla ilgili
hiçbir şey söylemezdik. Onlar bir bahçeye dalıp ham meyve yediğimizi anlayabilirlerdi.
Zaten kıt olan yiyeceklerin olgunlaşmasını beklemek gerekirdi onlara göre.
Olgunlaşmış sebze ve meyveleri yemek israftı. Dahası günahtı da!
Planda
olmamasına rağmen bugün de Mehmetlerin bahçesine girdiğimizde, ağaçlarda bir
tane dahi armut kalmadığını görünce üzülmüştük. Ağacın altından yapraklarının
arasına dahi en ince ayrıntısına kadar iyice gözetledik. Aşağıdan hiçbir şey gözükmüyordu.
‘Yakından bakalım bari!’ diyerek hepimiz ağaca tırmandık. Hepimiz artık ağacın
bir dalındaydık. Dalların uçlarına kadar ulaştık. Uçlarına doğru yaklaştıkça
dallar yavaşça aşağıya çöküyordu. Hangi noktada kırılacağını bildiğimiz için o noktadan
ileri gitmiyorduk. Hiç kimse bir tane dahi armut bulamamıştı. Ben tırmandığım
dalın ucunda bir armut olduğunu görmüştüm. ‘Buldum!’ dedim. Hızla ağaçtan
inmeye başladım, armudu kim alırsa alsın artık benimdi. Çünkü ilk keşfeden
bendim.
Hepimiz
bir anda hızlıca aşağıya indik. Elimize geçirdiğimiz taşlarla armudu yere
düşürmeye çalıştık. Ne yaptıysak olmadı. Artık çıldırmıştık. Elime geçirdiğim
bir taşı olanca gücümle armuda doğru fırlattım. Dalın ucundaki armuda çarptı taş,
sonra dallara çarpa çarpa yere doğru düşmeye başladı. Hemen ağacın altından kaçtık.
Bu gibi anlarda taşın nereye düşeceği belli olmazdı. Cemal Abinin oğlu ağacın
altında kalmıştı.
“Kaçın,
taş düşüyor!” diyerek uyarmıştım aslında herkesi.
Taşın
Cemal Abinin oğlunun kafasına düştüğünü son anda gördüm; sonrasında ise yere
düşen armudu. Armudun her tarafı attığımız taşlarla parçalanmıştı. Sapı ve
küçücük bir parçası kalmıştı. Kanlar içinde kalan çocuğu gördüğümde çok korkmuştum.
Ben ise armudu alamadan, tadına dahi bakamadan kaçtım oradan.
Bu, tamamen o çocuğun hatasıydı. Hepimiz ağaçtaki meyveyi taşla indirmeye çalışırken nerde durmamız gerektiğini çok iyi bilirdik. Benim bu olayda asla suçum yoktu. Tüm suç çocuğundu. Birisinin sorgulanması gerekiyorsa bence o sorgulanmalıydı. Ama ceza alıp dayak yeme tehlikesi olan kişi ise bendim. Adım gibi biliyordum.
Bu, tamamen o çocuğun hatasıydı. Hepimiz ağaçtaki meyveyi taşla indirmeye çalışırken nerde durmamız gerektiğini çok iyi bilirdik. Benim bu olayda asla suçum yoktu. Tüm suç çocuğundu. Birisinin sorgulanması gerekiyorsa bence o sorgulanmalıydı. Ama ceza alıp dayak yeme tehlikesi olan kişi ise bendim. Adım gibi biliyordum.
whitehaven
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder