25 Eylül 2015 Cuma

Korku


“Benim evlatlarım gece karanlığında bile ellerine fener versem, şu karşıda gördüğün ağaçlığın ilerisindeki açıklığa korkmadan giderler!”
“Yahu Hasan Abi, yapma! Şuncacık çocukların cesaret edebileceği şey mi bu? Ben bile cesaret edemem şimdi!”
İçki masasındaki konuşmalar ben ve ablamı endişe içinde bırakmış, içten içe dualar etmeye başlamıştık. Ama mevzu uzadıkça uzuyor, iş gitgide bir iddiaya dönüşüyordu.
“Ulan şayet giderlerse, yarın bir yetmişlik rakıyı koyarsın masaya tamam mı?”
“Etme Hasan Abi! Bırak, vazgeçtim. He he, giderler. Gönderme sabileri gece vakti ayıların-domuzların arasına allasen!”
Çakırkeyif bir vaziyette, mantıklı düşünemeyecek halde olan babam, konuyu kapatmamakta ısrar ediyor ve bu da bizi iyiden iyiye telaşlandırıyordu.
“Avrat! Ulan dinine yandığımın avradı! Nerdesin ulan!”
“Burdayım herif! Geldim! N’ooldu ki?”
Annem büyük bir telaş içerisinde mutfaktan çardağa seğirtmiş, babamın ağzından çıkacak kelimelerin hayra alamet olmayacağını tahmin ederek Abdullah Amcam’a yanaşıp ne olup bittiğini sormaya çalışıyordu. Ama tam bu esnada babam, âdeta kükreyip, “Benim geçen hafta çarşıdan aldığım feneri getir!” diye emredince, bu işten kurtuluşumuzun olmadığını anlayarak ablamla birbirimize korku dolu gözlerle bakmaya başladık.
Bizi korkutan, bahsedilen yere gitmekten ziyade, bir önceki gece gölge oyunu oynarken kullandığımız el fenerinin pillerinin bitmek üzere olduğuydu. Bunu babama izah etmek için büyük bir cesaret gerekiyordu, fakat bizim var olduğu düşünülen cesaretimiz her dokuz-on yaşındaki çocukta olan kadardı işte.
Söyleyemedik...
Babam bize oraya vardıktan sonra fenerle işaret vermemizi ve ıslığını duymadan gelmememizi tembihledikten sonra üç kulhuvallah, bir elham okuyup evden ayrıldık.
Yola çıktığımızda, evin önündeki patikadan aşağıdaki toprak yola kadar feneri yaktıktan sonra, evden görünmeyecek kadar ileride, “Abla, araba yolu düz nasıl olsa; şimdi söndürelim, dönüşte engebeli yolda önümüzü göremeyiz yoksa!” dedim.
“Doğru söylüyorsun,” dedi ablam, “hem işaret verirken de ışığın canlı olması lazım!”
Yol boyunca birbirimizin koluna sımsıkı sarılarak, yabani seslerin beynimizde yankılanmasıyla korkudan titreye titreye, düşe kalka yürüyerek hedefimize ulaştığımızda, ağzımızı bıçak açmayacak bir hale gelmiştik. Feneri yakıp bir an önce görülmesi için dua ederek sallamaya başladık. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra duyduğumuz ıslık sesiyle birbirimize sarıldık. Ablamı bilmem ama (karanlıktı çünkü), benim gözlerimden yaşlar boşalıyordu o anda.

Mehmet Ferah


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder