“Benim
evlatlarım gece karanlığında bile ellerine fener versem, şu karşıda gördüğün
ağaçlığın ilerisindeki açıklığa korkmadan giderler!”
“Yahu
Hasan Abi, yapma! Şuncacık çocukların cesaret edebileceği şey mi bu? Ben bile
cesaret edemem şimdi!”
İçki
masasındaki konuşmalar ben ve ablamı endişe içinde bırakmış, içten içe dualar
etmeye başlamıştık. Ama mevzu uzadıkça uzuyor, iş gitgide bir iddiaya dönüşüyordu.
“Ulan
şayet giderlerse, yarın bir yetmişlik rakıyı koyarsın masaya tamam mı?”
“Etme
Hasan Abi! Bırak, vazgeçtim. He he, giderler. Gönderme sabileri gece vakti
ayıların-domuzların arasına allasen!”
Çakırkeyif
bir vaziyette, mantıklı düşünemeyecek halde olan babam, konuyu kapatmamakta
ısrar ediyor ve bu da bizi iyiden iyiye telaşlandırıyordu.
“Avrat!
Ulan dinine yandığımın avradı! Nerdesin ulan!”
“Burdayım
herif! Geldim! N’ooldu ki?”
Annem
büyük bir telaş içerisinde mutfaktan çardağa seğirtmiş, babamın ağzından
çıkacak kelimelerin hayra alamet olmayacağını tahmin ederek Abdullah Amcam’a yanaşıp
ne olup bittiğini sormaya çalışıyordu. Ama tam bu esnada babam, âdeta kükreyip,
“Benim geçen hafta çarşıdan aldığım feneri getir!” diye emredince, bu işten
kurtuluşumuzun olmadığını anlayarak ablamla birbirimize korku dolu gözlerle
bakmaya başladık.
Bizi
korkutan, bahsedilen yere gitmekten ziyade, bir önceki gece gölge oyunu
oynarken kullandığımız el fenerinin pillerinin bitmek üzere olduğuydu. Bunu
babama izah etmek için büyük bir cesaret gerekiyordu, fakat bizim var olduğu
düşünülen cesaretimiz her dokuz-on yaşındaki çocukta olan kadardı işte.
Söyleyemedik...
Babam
bize oraya vardıktan sonra fenerle işaret vermemizi ve ıslığını duymadan
gelmememizi tembihledikten sonra üç kulhuvallah, bir elham okuyup evden
ayrıldık.
Yola
çıktığımızda, evin önündeki patikadan aşağıdaki toprak yola kadar feneri
yaktıktan sonra, evden görünmeyecek kadar ileride, “Abla, araba yolu düz nasıl
olsa; şimdi söndürelim, dönüşte engebeli yolda önümüzü göremeyiz yoksa!” dedim.
“Doğru
söylüyorsun,” dedi ablam, “hem işaret verirken de ışığın canlı olması lazım!”
Yol
boyunca birbirimizin koluna sımsıkı sarılarak, yabani seslerin beynimizde
yankılanmasıyla korkudan titreye titreye, düşe kalka yürüyerek hedefimize
ulaştığımızda, ağzımızı bıçak açmayacak bir hale gelmiştik. Feneri yakıp bir an önce
görülmesi için dua ederek sallamaya başladık. Aradan kısa bir süre geçtikten
sonra duyduğumuz ıslık sesiyle birbirimize sarıldık. Ablamı bilmem ama (karanlıktı
çünkü), benim gözlerimden yaşlar boşalıyordu o anda.
Mehmet Ferah
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder