İYİ ŞEYLER | Tomris Uyar'dan bir öykü: 'Temmuz'
Kendini ne zaman düşünse, bir merdivenden iner görüyordu. Eli, annesinin elinde; küçük tırnakları yenmiş, kirli; kirler kurşun kalemle çıkarılmış, kalem kaymış (Anne, öyle derinden kesme, sızlıyor sonra), tırnağı çevreleyen deri kapkara olmuş o yüzden, ağza acı geliyor, bir şey tutarken kıpırdıyor, belli belirsiz sancıyor. Neyse, annesinin avucunda gizli ya, kimseler göremez. Azalan günün tarazlı uçları (yıpranmış, tutamaksız) darmadağın yayılmış göğe. Yaz, bu demekti biraz da o günlerde: el, annenin eli içinde, denizli akşam kokusu, kum, ıslak lokantalar, iskeleye giden yol. Sabah kalkılınca hava güneşli. Parmaklarının ucuna basa basa perdeyi açarsın. Muşamba soğuktur. Ahşap evin kapısındaki demir indirilir: Artık gelen gelsin. Mutfak penceresinden sarmaşık görünür. Mutfak bahçesi beyazdır, geceden kalma bilgiçliğini sürdürür, ceviz ağaçlarını salar. Bu temmuzu gözden kaçırmamalı, her ayrıntıyı bir yana çivilemeli. Şaşkın. Önce babanın tıraş suyu ısıtılacak. "Kırmızı ibriği ocağa koyuver kızım, çabuk." Demek denize gidiyoruz. (Denizde karpuz kabukları... Kıyıya inen yol buğuyla örtülüdür, gül fidanlığından geçilir, bir adam kasketlerle mayolar satar; biz yokuştan inerken bir eziklik çöker üstümüze. Sıcaktan.) Suyun başında bekleyeyim de çabuk kaynasın. İçimden şarkı tuttururum, şarkının bir yerinde su nasılsa ısınır. Önce kenarları kabarcıklanır. "Haydi! Çabuk ol kızım." Sonra sofraya geçilir. "Çaydanlığı getiriver." Kahvaltı örtüleri damalı olur. "Ekmeği elle koparmak ayıptır."
İşte böyle bir günün (ya da o günün) sonunda, dediği merdivenden iniyordu. Saçı örülmüş, iki kurdeleyle bağlanmıştı. Kurdelelerinden özellikle hoşnuttu, çünkü uçlarındaki biçimsiz şerit kesilmişti; üstelik örgüler sıkıydı, başını iki yana sallayabilirdi korkmadan. Merdiven, geniş, eğik bir yola iniyordu. Ta uzakta vapur. Babası son çıkanlardandı. "Bizimkiler bekler nasıl olsa." Elini annesinin avucundan kurtardı, örgüsünü çekeledi. Daha istediği kadar uzamamıştı saçı. Aslında saçının uzunluğunu merak ettiğinden değil, günün bu saatinde saçını ellerse akşam iyi geçerdi onca, yoksa 'merak' kendine karşı bulduğu bir özürdü. Hem bu kural sağlam mı acaba? Arasıra yançizmek gelirdi içinden, ellememek, sonra yançizmenin de kurallaşacağını düşünürdü. (Demek sağlam.)
Bugün, yani yıllar sonra, aynı akşam saatinde, topuzuna bir firkete sokarken anlıyor bunu, kuralını buluyor. Tek başına bir pastanede oturmuş mektup yazıyor şimdi. Her mektup kuraldışıdır, çünkü eksiktir, söylenmemiş kalır, deneycidir. (Daha sağlam.) Durdu. Önündeki listede çay: 150 krş. Garsonun suda dinlenmiş çilli eli camın üstüne bir fincan çay bırakıyor. Kapıdan giren rüzgâr, renksiz suyun yüzeyini dalgalandırıyor. Pastane, yarı ıslak bir kesme şeker gibi tabağında dağılıyor, eriyor, masalara ayrılıyor. Çayın tadı ne gibi?
"Kızım yesene, lokmalar ağzında büyüyor bu çocuğun." Vişne reçeli çiğnendikçe eskir, akşamsa yoğurdun üstüne dökülür; damalı örtüdeki taze ekmek kırıntıları nedense midemi bulandırır. Oysa akşamları deniz kıyısındaki çaycıda annemle otururken rüzgâr örtüleri savurur. Temizlik kokar. Bacaklarıma bir kedinin utangaç burnu değer. Bakışırız. Dengeyi benden yana bozmamak için onu kucağıma almaya kalkmam. Bırakırım yalansın, okşarım...
– Kızım sürme elini şu hayvana. Pire içinde... Efendim? Evet çay, ama birazdan. Birini bekliyoruz da.
– Anne, kışın niçin babaanneye yolluyorsunuz beni?
– Sıkılıyor musun orada?
– Yoo, ama siz de gelseniz.
– Bakalım.
Babaannelerde bir oda var. Bu kış o odada yatacakmışız. Basamakları çıkıp sağa kıvrıldın mı hemen orada. Daha kolay ısıtılıyormuş. Kışın camlar buğulanır. Akşam radyoda fasıl heyeti vardır: Ne dökmek istesem yaş var. Sözlerini anlamam, ama üzülürüm. Masanın altında oynarım. Tek başıma.
– Anne, yalnız o evde merdivenler çok gıcırdıyor.
Bir gece babaanneyle uyurken bir patırtı duymuştum; birileri üst kata çıkıyordu. Hemen tavandaki ışığa bakmıştım, sallanmıyordu. Yatakta dikilip öksürdüm. Boğmacaydım; hep ayağa kalkardım öksürük tutunca. "Uyu kızım, uyu canım." "Annemler geldi sandım babaanne. Perdeleri çek, ay görünmesin."
Annesine belli etmeden örgüsünü bir daha elledi. Durdu bir süre. Ansızın karar verdi:
– Anne, utanıyorum söylemeye ama aydan korkuyorum ben. Hem merdivenler çok gıcırdıyor o evde.
– Koca kız oldun artık. Korkmak yakışmaz sana. Korkmuyorum de kendi kendine... Öcü filan da öğretmedik. Nerden çıktı bu korku bilmem. "Geçer." Bir kadın sesi. (İkindileri, annesinin kolunda kabul günlerine.)
– Gece uyanıyorum, siz geldiniz sanıyorum.
– Ondan mı korkuyorsun, biz geldik diye mi?
– Yoo.
– Bak canım. Bu gece babaannenle kalacaksın, sakın beni utandırma. Babanla gelecek. Bizde tabii. Bizim evde. Suzan hanımlara gidiyoruz da. Seni yalnız bırakmak istemedik. Yatıya yokuz. Babaanneyle güzel güzel oturursunuz. Korkmazsın değil mi?
Korkmazsın. Korkmazsın. Mazsın. Mazsın. Değil mi? Mi? Ha? Ha? Ha? Ha...
Kasanın çıngırağı fiyatları çalıyor. Başını kaldırıyor ansızın. Pastanenin sigara dumanı arasından yapışık yüzler uzanıyor: Korku. Korkuluklu köprüler, can simitleri, tahlisiye sandalları, kilitli kalmış dolmuş kapıları, dörtnala denize inen ahşap evler, yolların tuzakları, ölü kedi gibi kıvrılmış kese kâğıtları, üst kattan pencereye inen urgan, bilek kesilip çıkarılan altın bilezik, suda eriyen muska... Bitmiyor. Beyaz bir gecelik giy. Lavanta çiçeği koksun. Yüzünü ov. Yastığı kabart. Çarşafı ger. Sonra banyoyu doldurursun. Sıcak musluk: kırmızı. Karnına kırmızı bir ılıklık dolar. Göbeğin, göğüs uçların kesinleşir. Sıcaktan titrersin. Soğuk bir yere dayarsın başını. Önünde diş macunu, fırça, briyantin duran aynada yüzünün sırları dökülür. Dilini çıkarırsın, burnunu kırıştırırsın. Ayaklarından su sızar yere. Tıp. Tıp. Ufacık bir göl. Bir yerlerde bir zil sesi.
– Bak baban geliyor. Hiç belli etme korktuğunu, kızar sonra. Babaanne ocakta ızgara köfte pişirecek sana, oracıkta yedirecek. Yemekten sonra şiir okuyacak. Söz verdi. Hem yarın çabucak olur. Uyandın mı biz ordayız.
– Peki anne.
– Çabuk ol, karşıla onları, babaannenin elini öp.
Mektubu bitirdi. Tamamlayamadan. Yine yarım, eksik kaldı. Yine sağlam. Banyoda uğultulu, döne döne büyüyen, yayılan, kızaran bir damla han. Bacaklarını ellerinle bastır, uğuldamasınlar, yerleşsinler. Eriyen, yüzen bir şey. Soğuk su: mavi musluk. Ohh!
– Suzanlar beş buçukta bekliyorlar. Çocuğa söyledin mi? Hazır mısın? Buradan doğrudan gidelim. Onlar eve dönerler. Sabah erkenden arabayla bırakacaklarmış bizi.
Zarfın ağzı yapışmıyor. Uzuyor. Uzun merdivenden bir daha iniyorum. Ben iniyorum. Aşağıda bastonuna dayanmış babaanne duruyor. Sırtını rüzgâra vermiş. Saçları havada. Yüreğimde kesik bir güvercin kanat çırpıyor. Acısa.
Aynı günün gecesi, babaanne:
– Kızım, babanla konuştum, seni bize yollamayacaklar bu kış. Onların yanında kalacaksın. Yaramazlık etme sakın ............... Bu çocukluğun var ya, hiç yitirme onu, bazıları yitirmezler. Sen öyle bir çocuğa benziyorsun. Korun.
– Olur, söz.
1966
(Tomris Uyar, Bütün Öyküleri: İpek ve Bakır, YKY, 2014)
Yorumlar
Yorum Gönder