1 Ocak 2019 Salı

Panoptikon ya da faşizmin gözü


"Suyun, gazın, elektriğin belli belirsiz bir el hareketiyle bizlere hizmet etmek üzere uzaklardan evimize gelmesi gibi, görüntü ve sesleri de küçük bir el hareketiyle, dahası belki de bir işaretle açıp kapatabileceğiz."
Walter Benjamin, Pasajlar (Paul Valery’den yaptığı bir alıntı)

İngiliz filozof, hukukçu, "yararcılık" düşüncesinin babası, büyük reformcu Jeremy Bentham (1748-1832) 18. yüzyılın sonlarına doğru, yürürlükteki kanunlar önünde herhangi bir suçtan mahkûm olmuş insanların bedenlerine yönelik uygulanan cezalandırma yöntemlerine bir son verilmesi gerektiğine inanır. Sonrasında cezalandırmanın Foucault’nun söylemiyle bir şenlik olmaktan çıkarılıp toplumsal düzenin uygulanacak sürekli bir gözetim ve denetimle sağlanabileceğine dair görüşünü, adına Panopticon dediği bir hapishane modeli tasarlayarak geliştirir.
Jeremy Bentham’ın modern zamanlara kadar sadece kâğıt üstünde kalan Panoptikon’u (Opticon=Gözlemlemek, Pan=Bütünü), 1785’te Versailles’in hayvanat bahçesinden esinlenerek tasarladığı sanılmaktadır.
Panoptikon, mahkûmların tüm hareketlerinin, davranış biçimlerinin ve hatta düşüncelerinin kontrol altında tutulduğu, iç içe geçmiş halkalarla kurulan bir yapı ve bu yapının tam merkezinde yer alan bir gözlem kulesinden oluşan devasa bir tahakküm mekanizmasıydı. Tasarımı her anlamda mükemmeldi; her hücrenin biri dışarıya, diğeri gözetleme kulesine bakan iki penceresi vardı. Gözetleme kulesinin geniş pencereleri ise tamamen iç cepheye bakıyordu. Mahkûmların tek odalı hücreleri, bu gözetleme kulesinden görülebilecek şekilde konumlandırılmıştı. Bu çok özel mimari sistemin sağladığı ışıklandırma sistemi sayesinde, mahkûm kendini gizlemeye çalışsa bile, gölgesinin ve dolayısıyla hücre içerisindeki tüm hareketlerinin kuledeki gardiyan tarafından gözetlenmesi sağlanmış oluyordu.
Gözetimin sürekliliği düşüncesi, zaman içerisinde mahkûmun gözünün gardiyanın gözüne dönüştüğü, kendiliğinden gelişen denetleyici bir durum yaratır; mahkûm kendi kendisinin gözetleyenidir artık. Bu yüzden çoğu zaman gözetleme kulesinde bir gözetleyici gardiyana bile ihtiyaç yoktur. Modern insanın bilinci üzerinde, kitle iletişim araçlarının sağladığı olanaklarla sınırları bütün dünya olan tek bir gözetleyici gözün yerini binlercesinin aldığı, işkencecilerin eğitimli uzmanlara dönüştüğü devasa bir Panoptikon inşa edilmiştir. Hedeflenen sürekli kontrol, disiplin ve itaattir. Modern tutsaklar artık otoriteyi içselleştirmiş, rolünü benimsemiştir. İktidar gözetlemeden görülebilen mahkûmun dışında değil, içindedir. Toplumu oluşturan bireyler sistem tarafından öyle işlenir, öyle kurulurlar ki onlara ne yapmaları, nasıl davranmaları, ne yiyip ne içmeleri, nasıl giyinip nasıl görünmeleri gerektiğini söylemek bile gereksizdir artık. Hafızaları kötüleşir, geçmiş anlamını yitirir; onu sorgulamak, ondan çıkarımlarda bulunmak imkânsızdır. Unuturlar ve unuttuklarını bilmezler. Kim olduklarını bile hatırlamazlar. Kocaman, anlamsız bir boşluğun ortasında, karşı koyacak akıldan ve güçten yoksun bu büyük kabullenişin mahkûmlara getirdiği tek gerçek, neyi ya da kimi beklediğini bilmeden, sürekli bir bekleyişin içinde zamanı unutarak ve gittikçe körleşerek yaşamaktır. Hücrenin camından içeri giren ışık mahkûm için sadece ölümcül bir yanılsamadır.
Paul Valery'nin öngörüsü, modern insanın yanılsamalarının gerçekliğidir. Her ev –ya da hücre– bütün iktidar biçimleriyle kapitalizmin, küçük bir el hareketiyle kontrol edilen görüntü ve seslerin sürekli bir şekilde akıtıldığı Panopticon'larıdır. Evlerimiz, tutsakları olduğumuz hapishanelere dönüştürülmüştür; televizyon ve bilgisayar aracılığıyla akıştırılan reklam imgelerinin sürekli şiddetiyle karşı karşıya bırakıldığımız hapishaneler. Atılan her adım, kurulan her düzenek, tasarlanan her yapı, üretilen her nesne, her anlam bu projenin bir parçasıdır.
Bu imgeler sürekli bir biçimde yaşamın tüm anlarında bizi hedef alır, bize seslenir. Bu süreç alışkanlığımız olup çıkar, reklam imgeleri bir anın içinde akar ve biz ne yapıyor olursak olalım onlar rakip şirketlerin rekabetinden oluşan bazı temel kodları bize taşımaya devam ederler; Onlar ancak, az ya da çok bedeli ne olursa olsun bu şirketler tarafından üretilen bir nesneye sahip olursak yaşamımızı değiştirebileceğimize inandırırlar bizi.

(A. Arslan / Edebiyat Postası)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder