"Suyun, gazın, elektriğin belli belirsiz bir el
hareketiyle bizlere hizmet etmek üzere uzaklardan evimize gelmesi gibi, görüntü
ve sesleri de küçük bir el hareketiyle, dahası belki de bir işaretle açıp
kapatabileceğiz."
Walter Benjamin, Pasajlar (Paul Valery’den yaptığı bir alıntı)
İngiliz filozof, hukukçu, "yararcılık"
düşüncesinin babası, büyük reformcu Jeremy Bentham (1748-1832) 18. yüzyılın
sonlarına doğru, yürürlükteki kanunlar önünde herhangi bir suçtan mahkûm olmuş
insanların bedenlerine yönelik uygulanan cezalandırma yöntemlerine bir son
verilmesi gerektiğine inanır. Sonrasında cezalandırmanın Foucault’nun
söylemiyle bir şenlik olmaktan çıkarılıp toplumsal düzenin uygulanacak sürekli
bir gözetim ve denetimle sağlanabileceğine dair görüşünü, adına Panopticon
dediği bir hapishane modeli tasarlayarak geliştirir.
Jeremy Bentham’ın modern zamanlara kadar sadece kâğıt
üstünde kalan Panoptikon’u (Opticon=Gözlemlemek, Pan=Bütünü), 1785’te
Versailles’in hayvanat bahçesinden esinlenerek tasarladığı sanılmaktadır.
Panoptikon, mahkûmların tüm hareketlerinin, davranış
biçimlerinin ve hatta düşüncelerinin kontrol altında tutulduğu, iç içe geçmiş
halkalarla kurulan bir yapı ve bu yapının tam merkezinde yer alan bir gözlem
kulesinden oluşan devasa bir tahakküm mekanizmasıydı. Tasarımı her anlamda
mükemmeldi; her hücrenin biri dışarıya, diğeri gözetleme kulesine bakan iki
penceresi vardı. Gözetleme kulesinin geniş pencereleri ise tamamen iç cepheye
bakıyordu. Mahkûmların tek odalı hücreleri, bu gözetleme kulesinden
görülebilecek şekilde konumlandırılmıştı. Bu çok özel mimari sistemin sağladığı
ışıklandırma sistemi sayesinde, mahkûm kendini gizlemeye çalışsa bile,
gölgesinin ve dolayısıyla hücre içerisindeki tüm hareketlerinin kuledeki
gardiyan tarafından gözetlenmesi sağlanmış oluyordu.
Gözetimin sürekliliği düşüncesi, zaman içerisinde
mahkûmun gözünün gardiyanın gözüne dönüştüğü, kendiliğinden gelişen denetleyici
bir durum yaratır; mahkûm kendi kendisinin gözetleyenidir artık. Bu yüzden çoğu
zaman gözetleme kulesinde bir gözetleyici gardiyana bile ihtiyaç yoktur. Modern
insanın bilinci üzerinde, kitle iletişim araçlarının sağladığı olanaklarla
sınırları bütün dünya olan tek bir gözetleyici gözün yerini binlercesinin
aldığı, işkencecilerin eğitimli uzmanlara dönüştüğü devasa bir Panoptikon inşa
edilmiştir. Hedeflenen sürekli kontrol, disiplin ve itaattir. Modern tutsaklar
artık otoriteyi içselleştirmiş, rolünü benimsemiştir. İktidar gözetlemeden
görülebilen mahkûmun dışında değil, içindedir. Toplumu oluşturan bireyler
sistem tarafından öyle işlenir, öyle kurulurlar ki onlara ne yapmaları, nasıl
davranmaları, ne yiyip ne içmeleri, nasıl giyinip nasıl görünmeleri gerektiğini
söylemek bile gereksizdir artık. Hafızaları kötüleşir, geçmiş anlamını yitirir;
onu sorgulamak, ondan çıkarımlarda bulunmak imkânsızdır. Unuturlar ve
unuttuklarını bilmezler. Kim olduklarını bile hatırlamazlar. Kocaman, anlamsız
bir boşluğun ortasında, karşı koyacak akıldan ve güçten yoksun bu büyük
kabullenişin mahkûmlara getirdiği tek gerçek, neyi ya da kimi beklediğini
bilmeden, sürekli bir bekleyişin içinde zamanı unutarak ve gittikçe körleşerek
yaşamaktır. Hücrenin camından içeri giren ışık mahkûm için sadece ölümcül bir
yanılsamadır.
Paul Valery'nin öngörüsü, modern insanın
yanılsamalarının gerçekliğidir. Her ev –ya da hücre– bütün iktidar biçimleriyle
kapitalizmin, küçük bir el hareketiyle kontrol edilen görüntü ve seslerin
sürekli bir şekilde akıtıldığı Panopticon'larıdır. Evlerimiz, tutsakları
olduğumuz hapishanelere dönüştürülmüştür; televizyon ve bilgisayar aracılığıyla
akıştırılan reklam imgelerinin sürekli şiddetiyle karşı karşıya bırakıldığımız
hapishaneler. Atılan her adım, kurulan her düzenek, tasarlanan her yapı,
üretilen her nesne, her anlam bu projenin bir parçasıdır.
Bu imgeler sürekli bir biçimde yaşamın tüm anlarında
bizi hedef alır, bize seslenir. Bu süreç alışkanlığımız olup çıkar, reklam
imgeleri bir anın içinde akar ve biz ne yapıyor olursak olalım onlar rakip
şirketlerin rekabetinden oluşan bazı temel kodları bize taşımaya devam ederler;
Onlar ancak, az ya da çok bedeli ne olursa olsun bu şirketler tarafından
üretilen bir nesneye sahip olursak yaşamımızı değiştirebileceğimize
inandırırlar bizi.
(A. Arslan / Edebiyat Postası)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder