31 Ağustos 2019 Cumartesi

Aynalar ve biz | Deneme


Aynada kendinize bakmadan geçirdiğiniz bir gününüzü hatırlıyor musunuz? Aklınıza gelmedi değil mi? Rutinleşmiş davranışlarımız içerisinde, bu tür hareketleri yapmadığımız zamanları hatırlamıyoruz, hatırlamakta güçlü çekiyoruz. Bir şeylere alıştıktan sonra nasıl o eylemleri gerçekleştirmediğimizde yokluğunu hissediyor ve sürekli bunu hatırlıyorsak, bizim için rutin olan ve ondan bir gün ayrılmamız gerekmeyeceği düşüncesiyle yaptığımız bu eylemleri gerçekleştirmediğimizi de hatırlamıyoruz. Bir gün göremeyebiliriz düşüncesinin farkında olmadığımız için ya da bilincinde olmadığımız için olabilir. O halde, kendimizi izlediğimiz ya da bir randevu için hazırladığımız bu aynaları neden sadece ‘geçici davranışlarımız’ için kullanıyoruz. Evet, arada sırada aynaların karşısında kendini sorgulamaktan bahsediyorum. Kendimizi aynaların karşısında nasıl sorgularız? Mesela, “Bugün bitirdiğin o kitabı okuması için en az üç kişi bulmalısın,” diyor muyuz? Topluma faydalı bireyler olmaya çalışırken bizim dışımızdakilere bu faydayı nasıl sağlayabileceklerinden bahsediyor muyuz? Bahsedeceğimiz kişiler anlasınlar veya anlamasınlar; onlara anlatmayı deniyor muyuz? Yoksa, “Keşke toplumumuzun standartları daha yükseğe ve daha medeni bir düzeye ulaşsa,” dedikten sonra izmariti yere atıp ayağımızla eziyor muyuz?
Ya da aynanın karşısına geçip, “Sen var ya sen, bunları yaşadın. Buna mı yıkılacaksın be,” gibi cümleler söyleyerek kendimizi gaza getirip sadece kendimize fayda sağladığımızı mı zannediyoruz? Tabii ki herkes kendinden başlamalı işe. Fakat bununla yetinmek toplumumuzun medeni değerlerini yükseltmek için yeterli mi? Yakın gelecekte birileri ya sana iyi küfürler edecek bugün yaptıkların için, ya da ismini duyduğunda saygıyla gülümseyecek. Hareketlerimizde seçici olup bırakacağımız izlerin örnek alınası olmasını istiyorsak, aynaların karşısında nasıl duracağımızı bilmemiz gerekiyor.
 Düzgün aynalarda onlarca çarpık gülümseme ve hepsi umutlu bir yarına hazırlanıyor. Bir düşüncesini gerçekleştirmek adına geçiyor aynanın karşısına. Geçmişteki tecrübelerini konuşturmak için duruyor aynaların karşısında. Çarpık gülüşler, hepsinin arkasında kaygılar var. Elbette kapalı bulutlar ile örülü; nemli topraklara basamadık, diğer herkes gibi başımıza bir iş gelir korkusuyla. Aynaların karşısında aldığımız kararları gerçekleştirmekten çekindik.
Biz gençlerin kaderidir, ayaklarının altında kırık kalemlerin bıraktığı yaralarımızın olması.  Planladığımız faydalı hallerimizi, başkalarını bahane ederek suiistimal ettik. Doğaçlama başarısızlıklara alıştırdık beynimizin düşünen taraflarını. Oysa bir aynanın varlığını bilmek ve bu aynanın karşısında kaygılanılan şeyin bilincimiz olduğunu bilmek, bütün çarpık gülüşlerimizi anlamlandırabilir.
Zihnimiz biraz yorulacak fakat, aynada kendinize bakmadan geçirdiğiniz bir gününüzü hatırlıyor musunuz?
Saadet Gadiri

Var olanların varoluşunun askıya alınması | Ulus Baker

Türkiye'nin önde gelen düşünce adamlarından Ulus Baker anlatıyor: "Bir insanı öldürmek" ne anlama geliyor, Heidegger'e göre varoluş ne demek, Spinoza meseleye nasıl bakıyor?


Bir şair gibi belki, ama bir ressam gibi değil | John Berger


Güneşte çimenlere uzanmışsınız. Üstünüzde bir kayın ağacı. Hafif bir rüzgâr ince dalları sallıyor, yaprakları kıpırdatıyor. Uzaktan yaprakların bu sabit hareketi, ağacın yeşil fonunun önünde yeşil bir kar yağıyormuş hissini veriyor, tıpkı bir zamanlar gri sinema perdesi önünde gümüşi bir kar yağıyormuş hissine kapıldığımız gibi.
Yarı kapalı gözlerle yukarı bakıyorsunuz. Yarı kapalı çünkü dikkatle bakıyorsunuz. Bir dal diğerlerinden daha uzun. Üzerindeki yaprakları saymak olanaksız. Bu yaprakların hem arasında hem çevresinde gördüğünüz mavi gökyüzü, kelimelerin harflerinin arasından görünen kâğıdın beyazlığına benziyor. Gök fonunun önünde gördüğünüz yaprakların dağılımı hiç de gelişigüzele benzemiyor. Acaba bu yaprakların sıralanışı bir kitaptaki harflerin ve kelimelerin sıralanışı gibi açıklanabilir mi diye düşündüğünüzü fark ediyorsunuz. Sonra tıpkı iyi bir öğretmen gibi, karışık kafanızı yönlendiren bir imge keşfediyorsunuz. Her şey -diyorsunuz kendi kendinize- var olabilmek için bir hedefi tam ortasından vurmalı; on ikiyi ıskalayan hiçbir şey var olamıyor. Ama öğretmen sınıftan çıktıktan sonra, sözleri genellikle hayal kırıklığı yaratır. O yüzden orada öylece kalıp, başınızın üstündeki dalın nasıl olup da tüm baharı temsil edebileceğini anlamaya çalışıyorsunuz... Böyle düşünerek filozof olabilirsiniz, ama ressam olabileceğinizi sanmıyorum.
Uzanmışsınız, başınızın altında dikkatle katlanmış bir ceket var. Ağacın boyunun en az yirmi metre olduğunu hesaplıyorsunuz. Hiç tomurcuk var mı? Başınızı uzatıp bakınıyorsunuz. Hiç kalmamış. Mevsim sizin oralara göre bir on beş gün daha ileri olmalı. Daha alçak bir bölge, hem yüksek yaylalar tarafından da korunuyor. Dikkat çekmeyen çiçekleri görebilir miyim diye bakıyorsunuz sonra. Dal çok yüksekte, ışık da çok parlak. Kıtlıklar sırasında insanların kayın meyvesi yediğini hatırlıyorsunuz. Ne de olsa kayın kestane ile aynı aileden; domuzlar da sonbaharları kayın ormanına girer. Ama domuzlar ne olsa yer zaten. Gözleriniz dal boyunca ilerliyor. Dalın şekli bir atın arka bacağının yandan görünüşüne benziyor. Uykunuz geliyor, ama başınızı kaldırıp bu dalın üzerinden bir ip attığınızı hayal ediyorsunuz. Artık düşünmüyorsunuz, dalıyorsunuz, gözleriniz neredeyse kapalı. Ama avuçlarınız ve diz altlarınız, çocukken tırmandığınız böyle eğri büğrü dalların anısıyla geriliyor. Ağacın parçalarına şu ya da bu yolla hükmedebilirsiniz... Ama resim yaparak değil.
Tembel tembel, arada bir gözlerinizi kapatıyorsunuz. Yaprakların oluşturduğu şekil, sönüp gitmeden önce, bir an için retinanıza nakşedilmiş halde kalıyor, ama kıpkırmızı, koyu rododendron renginde. Gözlerinizi tekrar açtığınızda ise ışık o kadar parlak ki, dalga dalga üzerinize geldiği hissine kapılıyorsunuz; çimenlerin üzerinde ne kadar küçük bir ada olduğunuzu hatırlıyorsunuz. Etrafınızda oynayan çocukların farkındasınız, ve izleyemeyeceğiniz kadar hızlı -ama sonradan hatırlayacağınız- bir çağrışımla, bir ağaçta ne kadar çok kuşun saklanabileceğini düşünüyorsunuz. Alacakaranlıkta bir insan yaklaştığında bir tek ağaçtan kırk elli sığırcık havalanıp gökyüzünde bir tur daha atarlar; ansızın açılıp sonra tekrar kapanan bir yelpazenin üzerindeki kuş resimleri gibi. Ağaç hayal edilmiş ve hatırlanan olaylarla doludur. Ama sizin için ağaç, her şeyin ötesinde, zaman içinde var olur; büyüklüğü, yeşilliği, onu eken adamın ve aynı derecede onun kesilmesini emreden adamın akıl yürütmeleri, hepsi size bu gerçeği hatırlatıyor. Ansızın gökyüzünün maviliğinin tekdüze olmadığını fark ediyorsunuz. Orada, ağacın üstünde daha uçuk mavi bir şerit var, üst kısmında farklı yönlere çatallanıyor. Aslında o da bir ağaç gibi diyorsunuz kendi kendinize. Sonra onun bir aslan kafasına dönüşmesini izliyorsunuz. Gözlerinizi kullanıyorsunuz; bir şair gibi belki, ama bir ressam gibi değil.
Orada yatıyorsunuz. Çimenin kokusunu alıyorsunuz. Güneşin sıcaklığının her zamankinden çok farkındasınız. Dünyanın yüzeyine yayılmış olduğunuz ve dünyanın eğimini vücudunuzda hissedebildiğiniz duygusuna kapılıyorsunuz. Ağaca ait hiçbir şey sizi şaşırtmıyor. Bir oyuncunun seyircilere bakması gibi bakıyorsunuz ona. Ya oyun? Kolunuz bir başkasının beline sarılı; bir el saçlarınızı okşuyor. Herhangi biri olabilirsiniz, ama o an ağacı bir sevgilinin göreceği gibi görüyorsunuz. Ağaç ikiniz için de bir yeri gösteren bir X işareti.
Bakmıyorsunuz. İlle de gözlerinizi kullanacaksanız, yatıyor olmanın anlamı ne? Yarım kulakla rüzgârı dinliyorsunuz. Yaprakların sesi karıştırılan kum sesine benziyor. Uyandığınızda yorgun gözlerle yukarı bakıyorsunuz. Beyaz ve toprakla karışmış yeşil, mavi, yeşil görüyorsunuz. Yeşil, mavideki tüm sarı izlerini silmiş. Bu kesin. Başka her şey karışık. Fazla yoğunlaşmadan, sanki ellerinizi kullanıyormuş gibi, gördüklerinizi ayıklıyorsunuz. Hangi sapı hangisinin yanına koyacağını kesinlikle bilen bir çiçekçi gibi, yeşillik kümelerini birbirinden ayırmayı, her birini kendi dalına, uzay içindeki kendi yerine yerleştirmeyi öğreniyorsunuz. Dalların acılarını sınıyorsunuz, bir matematikçi gibi değil, bir terzi gibi. O ağacı küçültmek, elle tutulur bir boya ve basitliğe indirgemek için elinizden geleni yapıyorsunuz. Tekrar gözlerinizi kapatıyorsunuz. Ama bu kez yoğunlaşıyorsunuz. Kendi resminizi düşünüyorsunuz. Böyle bir ağacı içerebilmek için kendini nasıl değiştirip adapte edebilir? Böyle bir ağacı nasıl yerli yerine oturtabilir? Giderek ağacın resminizde nasıl belireceğini hayal edebiliyorsunuz. Ancak resim henüz, parmaklarınızla yaptığınız, kilisenin çan kulesiyle rahibi simgeleyen bir işaretten fazla bir şey değil. Ama siz ormancı değilsiniz ki? Ağaçları taşıyıp deviremezsiniz. Tohumlarını alıp toprağınıza da ekemezsiniz. Gözlerinizi açıp gerçek ağaca baktığınızda, onu hayal ettiğiniz resmedilmiş ağaca benzetmek için elinizden geleni yapıyorsunuz. Ama başaramıyorsunuz. Ağaç orada öylece göğe yükseliyor. Onu tekrar küçültüyorsunuz. Gözlerinizi tekrar kapatın. Resminize ait olan ağacı uyarlayın. Gözlerinizi açıp kontrol edin. Daha yakın, ama kayın hâlâ tepenizde dikilmiş titreşiyor. Tekrar ve tekrar. Böylece hava kararana kadar yatabilir... ve ressam olabilirsiniz.
1960

(Bu metin, John Berger'in 1999 yılında Bülent Somay'ın çevirisiyle Metis Yayınları'ndan çıkan Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar kitabının "Ressam Olmak" adlı bölümünden alınmıştır.)


Sınırda | Deneme


Tel örgüler ardındaki arazide gün devriliyor.
Suskunluğa gömülmüş kıraç tepelerde karanlık, tülden bozma bir yalnızlık gibi usul usul iniyor.
Ve Erbil’de akşam oluyor.
Sınırdayız.
Dağların ve gökyüzüne yükselen dumanların üzerinden geçiyor helikopterler.
Skorsky’ler, F-16’lar, AVACS’lar.
Tanklar, uçaklar, zırhlılar... ve tel örgüler ardındaki kamyonlar.
Yığınaklar ve karakollar.
Üniformalı adamlar ve poşulu saldırganlar.
Silahlar, telsizler, gece görüş dürbünleri.
Sınırdayız.
Bölünmekle birleşmek arasında kaldık, öldürmekle yaşatmak arasında; sevmekle sevmemek, gitmekle kalmak, savaşla barış arasında.
Sınırda.

Gün, hüzünlü bir şarkının her yeri ve her şeyi kaplayışı gibi ağır ağır devriliyor Resulayn’da.
Habur’da tedirgin bir bekleyiş içinde kamyonlar.
Süleymaniye’de akşam oluyor.
Ve Hakkari’ye hüzün çöküyor.
Çocuklar kilometrelerce yol yürüyüp ‘oyun oynar’ gibi mayınlar arasından geçiyor ve okula gidiyor.
Sınırdayız ve sınırları ihlal etmekten çok korkuyoruz. Ezkaza sınırlar kaldırılır diye, olur da bir gün tel örgüler yıkılır diye çok korkuyoruz.
Hasan Ali Toptaş’ın Ölü Zaman Gezginleri’nde anlattığı, kimsesiz bir ihtiyar olan ve her gece ağlayan Yabu’ya benziyoruz; biricik kızı Gazel'i Suriye sınırındaki Resulayn’a kendi elleriyle gizlice kaçırıp gelin veren, eski kaçakçı Yabu’ya.
Ve her gece gözlerimizi Resulayn’ın ışıklarına dikip dikip şafak sökene dek sigara içiyoruz. Ve ağlıyoruz.
Eşimiz Yade’nin ölmeden önceki vasiyetini yerine getirebilmek için, ‘aklımızı’ kaybetmeyi bile göze alabiliyoruz.
“Üç gün sonra bayramdır, tel örgüye gitmeyi unutmayasın herif.” diye kendisine fısıldayan Yade ile yıllarca tel örgüdeki bayramlaşmaya gidip, biricik kızı Gazel’in çocuklarına her seferinde rengârenk hediye paketleri götürüp, birbirlerini ayıran ‘çizgiler’den bakarak hediyeleri sanki birbirlerine verir gibi karşılıklı ellerini havaya kaldırıp, “Hediyelerinizi aldık kurban.” diyerek, öpüşmeden, koklaşmadan ve sarılmadan gerçekleşen bayramlaşmalara katılan Yabu’ya benziyoruz.
Nereden bulabileceğini düşündüğü parasız pulsuz geçen üç günden sonra bir bayram sabahı, ‘şeker bile götürsem, nasıl olsa torunlarıma veremeden geri getireceğim’ diye düşünerek çöp bidonlarına koşan ve boş bir kutu bulup içine ot dolduran ve özene bezene saran Yabu’ya.
Ama o gün, o bayram sabahı, ilk defa, Suriye ve Türkiye sınırında yaşayanlar için hediyeleri alıp verme, karşılıklı bayramlaşma ve sarılıp kucaklaşma izni verildiğini bilmiyoruz.
Kimsesiz bir ihtiyar olan Yabu’ya öyle çok benziyoruz ki, bu yüzden her gece gözlerimizi Resulayn’ın ışıklarına dikip şafak sökene dek art arda sigara yakıp gizli gizli ağlamaktan ve aklımızı kaybetmekten başka bir seçeneği hiç düşünmüyoruz.

Sınırdayız.
Aklımız paslı bir bıçağa benziyor ve geleceğimiz ipotek altına alınıyor.
Ve ülkemiz usul usul kanıyor.
Dünya büyük bir savaş alanına dönüyor ve biz hasta ruhlu ‘büyük adamlar’ın oyuncağı haline geliyoruz.
Sınırdayız; ve çok korkuyoruz.
Ama, sevgiyle nefret arasında gidip gelmekten; acılardan mutluluğa varıp gelip geçmekten; tutkulardan arzulara, coşkulardan sevdalara ulaşıp çekip gitmekten çok yorgunuz.
Tel örgüler dibinde diz çöküp ‘karşı tepeler’den yükselen duman bulutlarına bakıp bakıp, bir ağlayıp bir gülmekten çok ama çok yorgunuz.

Sınırdayız.
Ellerimizle ördüğümüz tel örgüleri kaldırmadığımız sürece buradayız.
Korkularla çizdiğimiz çizgileri aşmadığımız sürece buradayız.
Birbirimizi sevmediğimiz ve birbirimize dokunmadığımız sürece, basit ve gündelik kaygılardan sıyrılmadığımız sürece buradayız.
Ruhumuza yığdığımız o metalik görüntülerden kurtulmadığımız, kalbimize sakladığımız o kurşuni seslerden vazgeçmediğimiz sürece buradayız.
Sınırda.

Gün, hüzünlü bir şarkının her yeri ve her şeyi kaplayışı gibi ağır ağır devriliyor Şırnak’ta.
Skorsky’ler, F-16’lar, AVACS’lar.
Yığınaklar, karakollar.
Tanklar, uçaklar ve tel örgüler ardındaki kamyonlar.
Üniformalı adamlar ve poşulu saldırganlar.
Silahlar, telsizler, gece görüş dürbünleri.
Sınırdayız.
Bölünmekle birleşmek arasında, öldürmekle yaşatmak arasında, sevmekle sevmemek arasında.
Sınırdayız dostlarım.
Tam sınırda.
Ayhan Şahin

Mübalağa kurbanları | Deneme


İnsan...
Fıtrat dışıdır. Olması gerekenin dışına çıkan, yani reddedendir. Suretin insan olduğu coğrafyada kendine ait bir yer bulamayan, aradıkça kaybolan, var ettiğini de kaybedendir.
Emeği tüketmeye, ekmeği çalmaya, gördüğü her canlıyı tahrip etmeye meyilli, sözlükte "insana" tekabül eden, yaratılmış olandır.
Hamken piştiğini sanan, düşünmediğini diliyle savurandır. Yeryüzünde kendi dahil havaya, suya, toprağa, hayvana zararı dokunandır.
Üzerine gelen fazlalığı, omzuna bindirilen yükü görmeyen, bir nevi sorumluluğunu reddeden, kendinden aşağı gördüğünü kibriyle yok edendir.
Kendinde düzeltmesi gereken nitelikleri unutup eksikliğini saklayandır.
Kendi kusurunu örten, komşusunu, arkadaşını, kusurlarıyla aşikâr eden, açığa vurandır.
İnsan...
Kolayı varken zorlaştırıp, kendi içine, özüne ulaşamadığı her yerde ve her dilde mübalağanın kurbanıdır.

 Şevval Okçu

23 Ağustos 2019 Cuma

Barbarlığınızın nedeni biz kadınlar değiliz! | Deneme



Sizi gerçekten seven ve saygı gösteren, düşüncelerinizi önemseyen birey, size “sen benimsin”, “geç oldu, dışarıda ne işin var, oraya gitme”, “açık giyinme”, “yüksek sesle gülme”, “o ruju sürme, dikkat çekiyor” gibi cümleler kurmaz. Bunlar kıskanç bireylerin sahip olduğu düşünceler değil, bağnaz bireylerin sahip olduğu düşüncelerdir. Sizin için endişelenen ve güvende olduğunuzdan emin olmak isteyen bireyler, sizi kısıtlamaz, aksine destek olur. Böylece “geç saatte sokakta ne işin var” gibi bağnaz bir cümleye de gerek kalmaz. Örneklerle gösterdiğim bu cümlelerin sahibi sadece ‘özgüvensiz’ bireylerdir. Bu özgüven eksikliği maalesef ‘mahalle baskısı ve az okumanın’ sebep olduğu bir haldir.
Öncelikli olarak çocuklar ve kadınlar hiçbir cinayetin sebebi değildir, “Öfkemi kontrol edemedim,”  gibi cümleler ve mahkeme heyetinin karşısına iyi izlenim bırakmak için yapay bir görüntü ile çıkmak iyi hal indirimine sebep olamaz. Olmamalı. Takım elbiselerin altında da katiller ve sapıklar var. Eğer öfkenizi kontrol edemiyorsanız ve bunu ‘sebep’ gösterecek bilinçteyseniz ülkenin her yerinde psikolojik danışma merkezleri var. Lütfen ziyaret edin. Çünkü bizler bir katilin cinayet işlemesinin gerekçesi olamayacağımız gibi, onun eylemini önleyebilmek bir yana, şiddetinin dozajını da ayarlayamayız.
Evet, Emine Bulut cinayetinden bahsediyorum ve bu barbarlığın savunulacak hiçbir tarafı olmadığına inanıyorum. Bir kadın, çocuğunun gözleri önünde gırtlağı kesilerek öldürülüyor. Şimdi on yaşındaki bu çocuğun hayatına hangimiz yardım edebilir, o çocuk için böyle bir travmayı atlatabileceğini söyleyebiliriz? Bu saatten sonra o kadının “Ölmek istemiyorum,” cümlesinin altında ezilmeden gündelik yaşamına devam edebilecek olan var mı aramızda? Ya da “Anne ölme,” diye feryat eden çocuğunun yerine kendini koyamayacak bir tek kişi var mı hâlâ?
Tanıdık geliyor değil mi? Gelmeli! Nereden olacak; Özgecan Aslan’dan, Sabire Akçakaya’dan, Aycan Baran’dan, Zeynep Paşaoğlu’ndan, Münevver Karabulut’tan ve diğer yüzlerce kadından tanıdık geliyor. Ne vakit ki kadınlar kendi hayatları, kendi gelecekleri ya da kendi bedenleri üzerinde karar almaya başlıyor, o vakit öldürülme tehdidiyle karşı karşıya kalıyorlar.
Peki, bu türden vahşetleri gören kadınlar için sonrasında hayat nasıl devam ediyor dersiniz? Artık akşamları dışarı çıkarken birkaç kez düşünmek zorunda kalıyoruz, erkek arkadaşlarımıza ya da çevremizdeki herhangi bir erkeğe; bakkala, şoföre ya da yanımızdan yürüyüp geçen karşı cinsimize şüpheli ve tedirgin gözlerle bakıyoruz. Her an bizden bir şeyler isteyebilir ve olumsuz bir cevap karşısında örneklerini haberlerde okuduğumuz, izlediğimiz gibi tecavüz edebilir, hayatımız boyunca taşımak zorunda kalacağımız büyük bir travma yaşatabilir, hatta daha da kötüsü canımızı alabilir.
Artık içimizde erkeklere karşı olumlu, duygusal bir şeyler hissedebileceğimiz en ufak bir duygu kırıntısı kalmadı. Çünkü hava yine karardı ve dört bir yanımız erkekler tarafından kuşatıldı. Kafamızın içinde dönüp duran, aslında olmaması gereken, fakat toplumun hepimize dayattığı bir takım normlar var. Suçun yine biz kadınların üzerine yıkılacağı gerçeği var. Kısa eteklerimiz var. Sürdüğümüz kırmızı rujumuz var. Söylemekten çekindiğimiz, dilimizin ucunda takılı kalan fikirlerimiz var. Dans ederken bile dikkat etmek zorundayız, zira ‘oynak bir kadın’ olarak algılanabiliriz. Hem kahkahamızı da sessizce atmalıyız. ‘Bizim yüzümüzden’ bizi öldürmesinler diye kendimizi bir kafesin içine tıkmalıyız. Hayır... Milyonlarca kez hayır!
Biz kadınlar sadece yaşamak istiyoruz; dilediğimiz gibi yaşamak istiyoruz. Herkesin yüzünün güldüğü, anlayış, şefkat ve saygılı bireylerin olduğu bir toplum istiyoruz.
Kadınların öldürülmediği, çocukların babalarından utanmadığı bir dünya istiyoruz.

Saadet Gadiri

22 Ağustos 2019 Perşembe

Gecenin Geç Saatleri | Katherine Mansfield



(Virginia ateşin başında oturmuş. Dışarıda giydiği giysileri iskemlenin üstüne atılmış; çizmeleri şöminede belli belirsiz buhar çıkartıyor.)
Virginia (mektubu elinden bırakarak): Hiç hoşlanmadım bu mektuptan – hiç mi hiç. Bile bile mi böylesine küçümser bir tavır sergilediğini merak ediyorum – yoksa bu onun tarzı mı yalnızca. (Okuyor.) “Çoraplar için çok teşekkürler. Daha şimdiden bana beş çift gönderildiği için seninkileri işyerimden birinin arkadaşına verdiğimi duymak seni mutlu edecek, eminim.” Hayır, bu benim kuruntum olamaz. Bile bile yapıyor mutlaka; korkunç bir küçümseme.
Ah, keşke, kendisine dikkat etmesini söylediğim o mektubu hiç yollamasaydım ona. O mektubu geri almak için neler vermezdim. Hem de bir pazar akşamı yazdım – çok ölümcüldü bu. Asla mektup yazmamalıyım pazar akşamları – kendimi kapıp koyveriyorum böyle. Bilemiyorum neden pazar akşamlarının böylesine tuhaf etkisi var üzerimde. Yazacağım birileri olması özlemiyle yanıp tutuşuyorum düpedüz – ya da seveceğim. Evet, işin aslı bu; kendimi hüzünlü ve sevgi dolu hissettiriyorlar. Tuhaf, değil mi!
Yeniden kiliseye gitmeye başlamalıyım; ateşin başında oturup düşünmek ölümcül bir şey. Hem ilahiler de var; insan güvenlik içinde bırakabilir kendini ilahilere. (Yumuşak sesle ilahi söylüyor) “Ve sonra şu bizim Sevgili’lere, Canım’lara gelince” – (ama gözü mektuptaki ikinci tümceye takılıyor). “Onları kendin örmüş olman büyük incelikti.” Gerçekten! Gerçekten, bu çok fazla! İğrenç kibirliler erkekler! Benim ördüğümü sanıyor sahiden. Niye ama, onu fazla tanımıyorum bile; yalnızca birkaç kere konuştum. Ne halt etmeye ona çorap öreyim ki? Kendimi böyle onun üstüne yıkacak kadar ileri gittiğimi sanmış olmalı. Çünkü birine çorap örmek gerçekten kendini adamın üstüne yıkmak olur – nerdeyse yabancı biriyse. Sıradan bir çift çorap satın almaksa bütünüyle başka bir şey. Hayır, bir daha yazmayacağım ona – burası kesin. Ve ayrıca ne yararı olur? Ben ona gerçekten çok bağlanabilirim, o da beni zerre kadar umursamaz. Erkekler umursamaz.
Merak ediyorum, niçin acaba belli bir noktadan sonra insanları sanki iğrendiriyorum. Tuhaf, değil mi! Başlarda hoşlanıyorlar benden; beni alışılmadık ya da özgün buluyorlar; ama sonra onlardan hoşlandığımı göstermek –hatta ipucu vermek– istediğim anda sanki korkup yok olmaya başlıyorlar. Galiba daha sonra canımdan bezdirecek bu durum beni. Belki de onlara verecek çok fazla şeyim olduğunu anlıyorlar bir yolla. Belki onları korkutan da bu. Ah, birisine verilecek öyle sınırsız, sınırsız sevgim olduğunu hissediyorum ki –birisini öylesine sonsuzca, öylesine bütünüyle sevebilirim ki– onu kollayabilirim –korkunç olan her şeyi ondan uzak tutabilirim– bir şeylerin yapılmasını istedikleri her kez bunu yapmak için yaşadığımı hissettirebilirim. Ah bir hissedebilsem birisinin beni istediğini, birisine yararım dokunabileceğini, tümden başka bir kişiye dönüşürdüm. Evet, benim için hayatın gizi bu – sevildiğimi hissetmek, istendiğimi hissetmek, tam anlamıyla her şey için birisinin bana yaslandığını bilmek – sonsuza kadar. Ve ben güçlüyüm, çok daha fazla, çok daha fazla zenginim çoğu kadından. Eminim çoğu kadında yok bu yakıcı özlem – kendini açıklama özlemi. Galiba sorun bu – çiçek açmak, neredeyse. Kendi üstüme katlanıp karanlıklara kapatılmışım ve hiç kimse aldırmıyor bana. Galiba bu yüzden hissediyorum bu sonsuz sevecenliği bitkilere, hasta hayvanlara, kuşlara karşı – bu zenginlikten, bu sevgi yükünden kurtulmanın bir yolu bu. Ve sonra, elbette onlar öylesine çaresizler ki – bu da işin başka yönü. Ama erkek de sana gerçekten âşık olduğunda onlar kadar çaresiz kalır duygusuna kapılıyorum. Evet, eminim erkekler çok çaresiz...
Niçin bilmiyorum, içimden ağlamak geliyor bu gece. Kesinlikle bu mektup yüzünden değil; yarısı kadar bile önemli değil. Ama durmadan merak ediyorum, acaba bir şeyler değişecek mi, yoksa yaşlanıncaya kadar böyle sürüp gidecek mi diye – yalnızca isteyerek, isteyerek. Şimdi bile bir zamanlar olduğum kadar genç değilim. Çizgilerim var, tenim zerre kadar eskisi gibi değil. Hiçbir zaman gerçekten güzel olmadım, alışılmış biçimde güzel olmadım, ama çok hoş tenim, çok hoş saçlarım vardı – ve güzel yürürdüm. Yalnızca şöyle bir aynada kendime gözüm ilişti bugün – kamburumu çıkartmış, ayaklarımı sürürken... rüküş ve yaşlı görünüyordum. Neyse, hayır; belki de bu kadar kötü değil; kendimle ilgili şeyleri hep abartırım. Ama şimdi daha takıntılı oldum – bu da yaşlılık belirtisi, eminim. Rüzgâr – şimdi rüzgârda savrulmaya dayanamıyorum; ayaklarımın ıslak olmasından nefret ediyorum. Böyle şeylere hiç aldırmazdım eskiden – neredeyse haz duyardım bunlardan – bir bakıma doğayla özdeş kılarlardı beni. Oysa şimdi öfkeleniyorum, ağlamak istiyorum, unutmamı sağlayacak bir şeylerin özlemini çekiyorum. Galiba kadınlar bu yüzden başlıyor içmeye. Tuhaf, değil mi!
Ateş sönüyor. Bu mektubu yakacağım. Ne anlamı var benim için? Pööff! Umrumda değil. Ne anlamı var benim için? Beş başka kadın daha ona çorap gönderebilir! Hiç sanmıyorum zerre kadar benim hayal ettiğim adam olduğunu. Şöyle dediğini duyar gibiyim, “Bunları kendinizin örmesi son derece ince bir davranıştı.” Büyüleyici bir sesi var. Onda beni çeken şeyin sesi olduğunu sanıyorum – ve elleri; öyle güçlü görünüyorlar ki – öylesine erkeksi eller ki. Ah, neyse, düşünüp düşünüp duygusallaşma; yak gitsin!.. Hayır, şimdi yapamam – ateş sönmüş. Yatacağım. Gerçekten amacı küçümsemek miydi, merak ediyorum. Ah, yorgunum. Şimdi yattığımda çarşafları başıma çekmek istiyorum sık sık – ve yalnızca ağlamak. Tuhaf, değil mi!

Katherine Mansfield (1917)

(Bu öykü, Katherine Mansfield'ın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan 2009 yılında yayımlanan Katıksız Mutluluk – Bütün Öyküler adlı kitabından alınmıştır.)

Adım | Deneme


Derin bir nefes al. Başlıyoruz. Hazır mısın? Sana senden bahsedeceğim. Endişeli ve seni harekete geçiren, doğumunda duyduğun o sesi hatırla. Bir canlı doğmaya hazırlanıyor. Etrafta tatlı bir telaş, hararetli konuşmalar, bir kadının acısını iliklerine kadar hissettiren can çığlıkları. Saatler süren koca mücadele. Annenin acıya meydan okurcasına sıktığı elleri, ara ara gelip giden ve zamanla artan sancıları var. Etraftakiler durumun sağlıklı bir şekilde ilerlediğini söylüyorlar. Henüz içeridesin fakat dışarı çıkma çabana hayranım doğrusu. Büyük bir mücadele veriyorsun. Mücadelene senin kadar katılan, ancak sen kadar güçlü, belki de senden güçlü biri var dışarıda: Annen.
Az sonra büyük bir topluluğa katılacaksın. Bir yanda var olma, diğer yanda var etmenin güzel heyecanı sarıyor her yanı. Derin bir acının iniltisi duyuluyor son kez ve gelmeden önce anneni, hatta seni daha güçlü harekete geçiren o cümleyi duyuyorsun: “Sakin ol, derin bir nefes al!”Ardından senin sesin, “In-gaa!”, yani senin deyiminle “Dünyaya merhaba!”
Zorlu bir süreçti ama başardınız. Artık buradasın. Öğrenmek için desteğe ihtiyaç duyan, henüz konuşamayan sen, küçücük, iki ayaklı, ancak yürümenin ne olduğunu bilmeyen bir yaratık. Önce emeklemeyi, sonra yürümeyi, koşmayı, çok daha sonraları konuşmayı, hatta kendi kendine yemek yemeyi öğreneceksin. Çok derine dalma. İlk etabı başarıyla tamamladın minik canlı. Doğdun, yürüdün, büyüdün. Algılarının açıldığını hissediyorsun. Sana sunulan her imgeyi kavrıyorsun. Emmeyi bıraktın mesela, artık ellerini kullanıp çatalla meyve yiyebilme bölümündesin, tebrikler. Yaşamanın diğer etaplarına geçmek için çok çaba sarf ediyorsun. Dayan. Belirli bir süre sana sunulan uyarıcıları gayet güzel kapıyorsun. Hatta öğrenme isteğini tetiklediğini ve daha çok bilmek isteğini yansıtıyorsun çevrene, çok güzel. Gelişimin bir aksilik olmadan tamamlanmaya devam ediyor ve sen her geçen gün büyüyorsun.
Bir zaman sonra anne-babanın elinden tutup ailenden sonraki yuvana gitmeye başlıyorsun: Okula. İlk başta bu durum seni biraz ürkütse de yaşıtlarınla birlikte uyum sağlayabiliyorsun. Oyunlar ve etkinlikler, bulunduğun yeri daha çok sevmeni sağlıyor. Çizgi çizme, boyama, boncukla sayı sayma, alfabe derken okuma yazma durumunu da ilerletiyorsun. Yaşıtlarınla çeşitli aktivitelere katılıyorsun. Grup oyunları, geziler, piknikler, seni sosyalleştiren türlü programlarda bulundun hatta. Öğrenme işlemini öğretmenin yardımıyla sürdürüyorsun. Tebrikler, okul sürecin de tıkırında gitti. Başlangıcı ilkokulla yaptın, sonrasında ortaokul, ardından yorucu, hatta sende stres yaratan bir sınava girip lise öğrenciliğine adım attın. Hem keyifli, hem de aksiyonlu bir lise hayatı sende güzel izler bırakarak geride kaldı. Unutulmayan arkadaşlıklar ve tabii ki o hiç unutamayacağın sevdiğin. Güzel günler.
Hayallerin, hedeflerin, yapmak istediğin planların var. Bunun için çok çalışmalı, bol stresli, yorucu ama bir o kadar da içinde güzellikler barındıran bir basamak, yani üniversite sınavın. Temposu yüksek ve stresli günlerin ardından güzel bir puanla üniversiteye adımını attın işte, tebrikler. Artık koca biri oldun. Artık hem bir unvan sahibi, hem de sıkı bir çalışansın.
Peki kendinin ne kadar farkındasın? Neler yaptığının bilincinde misin? Bırakma, devam et okumaya, çünkü asıl gerçekler şimdi başlıyor. Sen ve toplumun diğer üyeleri dünyaya gelmeyi çok iyi başarıyor, fakat hem kendilerine, hem de dünyaya ciddi hasarlar veriyorlar, üzgünüm. Bulunduğun düzeye gelmek için oldukça gayretliydin; farkındayım. Kendini geliştirmen hoştu; aferin. Şu an senden gözlerini iyice açmanı ve bulunduğun yere odaklanmanı istiyorum. Parçası olduğun toplum her ne kadar kendini geliştirse de, çevresine değerini kaybettiriyor. Hatta sana bir sır vereyim mi; etrafındaki senler dünyayı yok ediyor. Ama onları kendilerine getirmek de yine senin elinde. Korkma. Atman gereken adımlar çok yormayacak seni, ama sınayacak. İlk olarak, herkesi dinlemeyi bırak, birilerinin görmesinden korkma, aynıyız; ilk adıma yerde duran o çöpü alıp çöp kovasına atarak başlayabilirsin, korkma! İçsesine odaklan. Seni ve üyesi olduğun grubu toparlamak, senin başlattığın adımlara bağlı. Senin, senlerin adımı bütün olunca düzelmeye başlayacağız.
Bu kadar konuştuk, kimiz biz? Dünyaya geldiği ilk andan beri öğrenen, uygulayan, her canlı gibi büyüyen biz. Bazıları güzellikleri öğrendiği gibi ne yazık ki çirkinlikleri, kötülükleri de öğreniyor. Atacağımız adımlar onları da ilgilendirecek. Bize ‘İnsan’ diyorlar. Dünya milyonlarca insanı binlerce yıldır üzerinde taşıyor. Farklıyız diğerlerinden, henüz yok olmadık, yaşam mücadelesine devam ediyor ve gitgide artıyoruz. Bir yandan parklar, bahçeler inşa ederken, öte yandan çorak alanlar, kesilen ağaçlar, yerlere atılan izmaritler... Doğaya ayak izlerimiz yerine cam kırıkları, yanmış ve yanlış kullanılmış verimli araziler, hatta gezegenimize ağır tahribatlar veren fabrika atıkları bırakıyoruz.
Görüyor musun bak; sana seni anlatayım derken, aslında bize bizi anlattım. Düzeltir miyiz dersin gidişatı? O canavar fabrikaları, nükleer santralleri yok edebilir miyiz? Bir de o unuttuğumuz güven ortamını, yardımlaşmayı, paylaşmayı ve göz göze geldiğimizde yüzümüzde oluşan o masum tebessümü hatırlatabilir miyiz birbirimize? Evet. İnan. Yapabiliriz. Ve gel bu adımın ilkini birlikte atalım.
Okumayı bitirdiğinde kocaman gül ve yaşam sorumluluğunun farkında olarak hareket et. Çünkü adımların, adımlarımız olacak ve çalışmalarımız aslında hepimizi etkileyecek.
Kapını açıp doğduğun dünyaya “buradayız ve farkındayız” demenin işte şimdi tam zamanı... Şimdi sakin ol ve derin bir nefes al...
Aysun Özgül

20 Ağustos 2019 Salı

Karmaşa | Şiir

bir balçıkla sıvanıyor güneş
bu hangi dilde seni anlatmamın en yakın hali
bu güneş hangi sabahı doğururken geceleri günaha gebe
bu tezatlar karmaşasında hangi cümle sana eş
şimdi tanrı’ya kaç meridyen mesafesinden yaklaşıyorum
gelirken gitmek nasıl
kadınlar hangi eril ele canını teslim eder
ekmek hangi dinde kutsal
şaraba haram diyen kim
şehvet en tehlikeli haline soyunur sondördünde
bu hangi çelişki, hangi sorunun cevabı bu
Şevval Okçu