8 Aralık 2015 Salı

Koordinatlar


Evin arka odasındaki pencere, iç içe geçmiş, üst üste yığılmış gibi duran irili ufaklı müstakil yapılara açılıyor. Görünümün dağınıklığını, bahçe bile denemeyecek toprak parçaları ve ıslak kiremitlerle evlerin çatılarını örten paslı levhalar tamamlıyor. Rüzgârsız, dingin bir sabah. Sağa sola saçılmış sigara izmaritlerine hafif hafif yağmur damlaları düşerken, ardına kadar açtığım pencereden gökyüzüne bakıyorum: Dağın eteğinden gözümün erişebildiği noktada, bittiği yerde neyin başladığını bilememenin verdiği huzursuzluk ve bir elimde yarı otomatik silahla, sigaramın dumanından bir nefes daha üflediğim plastik bir dünya bu. Kıraç araziyi çevreleyen bu sonsuzluk duygusunun ardında bir şey olmalı diyorum yine de.
Uzaklara belli belirsiz monte edilmiş kuru ağaçların, kır çiçeklerinin ve küçük taşların zirveye doğru yükseldiği ürkütücü bir devinimsizlik. Bütün evren buradan ibaret. Şaşıracak bir şey yok aslında: Dış dünyanın varlıkları arasında onların bir parçasıymış gibi göründüğüm, camdan dışarı bakarken dağın eteklerine konuşlandığım modellenen bir dünya işte. Çok uzaklardan, pürdikkat kesilmedikçe hiçbir kulağın asla duyamayacağı bir cılızlıkta ezan sesleri geliyor; sinek vızıltısı gibi. Kulağın duyduğunu göz de görmek istiyor, merak ediyor; dağın ardında ne var; dağ köyleri mi, yazgısı önceden şekillenmiş insan suretleri mi; nasıl giyinirler, ne konuşurlar, bunca ıssızlığın, devinimsizliğin arasında nasıl yaşarlar?

"Serçeparmağı kırılmış! Ne feci di mi! Otomatik kapının içe doğru kapanan demirinden tutup bırakmayınca-."

Bazı şeyler aklımdan çok çabuk uçup giderken, sürekli hafızamda depolanıyor. Ya da şöyle diyeyim: Sürekli hatırlamakla çabucak unutmak sanki aynı şey; dağın eteklerinde durarak pencereden dışarı bakmanın sırrı, kulağıma çalınacak şekilde tasarlanmış ezan sesleri gibi. Ama yine de merak ediyor insan: Dağın ardında ne var?
Çıktım ve baktım. Üzerimde 5 şarjörlük, 2,5 kiloluk hücum yeleği ve 5 kiloluk yarı otomatik silahla kilometrelerce yol yürüyüp dağın zirvesine tırmandım. Çıktım ve gördüm: Dağ varmış! Benim için tam bir hayal kırıklığı! Dağın ardında dağ varmış!

Kentte yaşamak dikkat gerektirir! Dua etsin parmağı kopmamış!
Kentler baştan başa tehlike üretir; gözün-kulağın sürekli açık olacak. Klişe bir deyişle, birisinin hatası, bir başkasının hayatına mal olabilir. Reseptörlerin her an, her dakika açık olacak; hareket halindeki bütün cisimleri gözlerinle izleyecek, sesleri gürültülerden ayrıştırıp her an, her dakika dinleyeceksin. Yoksa böcek gibi ezilip gidersin.
Makineler dünyasında sıkışıp kalmak ve hurdaya dönüşmek istemiyorsan, gerçek bir makine gibi hareket edeceksin.

Genç bir çocuk vardı, küçücük bir atölyede, pres makinesinin başında sabahtan akşama plastik malzemeleri presliyordu. Üretimin hızı ile kendini sakınma arasındaki dengeyi kuramayınca elini makineye kaptırdı.
Üretimi aksatmayacak şekilde olabildiğince hızlı hareket ederken temel kuralı unutmuştu: Sağ eliyle aldığı plastik malzemeyi yine sağ eliyle pres makinesine koyup yine sağ eliyle butona basarak preslemesi gerekirken, sol eliyle koyup sağ eliyle butona basınca... Sol-sağ, sol-sağ, sol-sağ... Makineler dünyasına hoş geldiniz! Sonrası ambülans, parmaksız beden, üretim hatası ve yeniden işbaşı...

Sahi, neydi mekân? Gerçekliğin çizgisel düzlemde sayılara dönüşmesiydi di mi. Koordinatlar sistemi yani.
Zaman neydi peki? Koordinatlar sisteminin eylemler halinde bölünmesi. Amma saçma!

Adam kentin orta yerinde, dağın eteklerine konuşlandırılmış; dağ köylerinden gelecek ezan seslerini bekliyor. Çocuğun parmağı koptu diyorum; kime, ne anlatıyorsam artık.


deneyenil

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder