Koordinatlar
Evin
arka odasındaki pencere, iç içe geçmiş, üst üste yığılmış gibi duran irili
ufaklı müstakil yapılara açılıyor. Görünümün dağınıklığını, bahçe bile
denemeyecek toprak parçaları ve ıslak kiremitlerle evlerin çatılarını örten
paslı levhalar tamamlıyor. Rüzgârsız, dingin bir sabah. Sağa sola saçılmış
sigara izmaritlerine hafif hafif yağmur damlaları düşerken ardına kadar açtığım
pencereden gökyüzüne bakıyorum: Dağın eteğinden gözümün erişebildiği noktada,
bittiği yerde neyin başladığını bilememenin verdiği huzursuzluk ve bir elimde
yarı otomatik silahla, sigaramın dumanından bir nefes daha üflediğim plastik
bir dünya bu. Kıraç araziyi çevreleyen bu sonsuzluk duygusunun ardında bir şey
olmalı diyorum yine de.
Uzaklara
belli belirsiz monte edilmiş kuru ağaçların, kır çiçeklerinin ve küçük taşların
zirveye doğru yükseldiği ürkütücü bir devinimsizlik. Bütün evren buradan
ibaret. Şaşıracak bir şey yok aslında: Dış dünyanın varlıkları arasında onların
bir parçasıymış gibi göründüğüm, camdan dışarı bakarken dağın eteklerine
konuşlandığım modellenen bir dünya işte. Çok uzaklardan, pürdikkat kesilmedikçe
hiçbir kulağın asla duyamayacağı bir cılızlıkta ezan sesleri geliyor; sinek
vızıltısı gibi. Kulağın duyduğunu göz de görmek istiyor, merak ediyor; dağın
ardında ne var; dağ köyleri mi, yazgısı önceden şekillenmiş insan suretleri mi;
nasıl giyinirler, ne konuşurlar, bunca ıssızlığın, devinimsizliğin arasında
nasıl yaşarlar?
"Serçeparmağı
kırılmış! Ne feci di mi! Otomatik kapının içe doğru kapanan demirinden tutup
bırakmayınca–."
Bazı
şeyler aklımdan çok çabuk uçup giderken, sürekli hafızamda depolanıyor. Ya da
şöyle diyeyim: Sürekli hatırlamakla çabucak unutmak sanki aynı şey; dağın
eteklerinde durarak pencereden dışarı bakmanın sırrı, kulağıma çalınacak
şekilde tasarlanmış ezan sesleri gibi. Ama yine de merak ediyor insan: Dağın
ardında ne var?
Çıktım
ve baktım. Üzerimde 5 şarjörlük, 2.5 kiloluk hücum yeleği ve 5 kiloluk yarı
otomatik silahla kilometrelerce yol yürüyüp dağın zirvesine tırmandım. Çıktım
ve gördüm: Dağ varmış! Benim için tam bir hayal kırıklığı! Dağın ardında dağ
varmış!
Kentte
yaşamak dikkat gerektirir! Dua etsin parmağı kopmamış!
Kentler
baştan başa tehlike üretir; gözün-kulağın sürekli açık olacak. Klişe bir
deyişle, birisinin hatası, bir başkasının hayatına mal olabilir. Reseptörlerin
her an, her dakika açık olacak; hareket halindeki bütün cisimleri gözlerinle
izleyecek, sesleri gürültülerden ayrıştırıp her an, her dakika dinleyeceksin.
Yoksa böcek gibi ezilip gidersin.
Makineler
dünyasında sıkışıp kalmak ve hurdaya dönüşmek istemiyorsan, gerçek bir makine
gibi hareket edeceksin.
Genç
bir çocuk vardı, küçücük bir atölyede, pres makinesinin başında sabahtan akşama
plastik malzemeleri presliyordu. Üretimin hızı ile kendini sakınma arasındaki
dengeyi kuramayınca elini makineye kaptırdı.
Üretimi
aksatmayacak şekilde olabildiğince hızlı hareket ederken temel kuralı
unutmuştu: Sağ eliyle aldığı plastik malzemeyi yine sağ eliyle pres makinesine
koyup yine sağ eliyle butona basarak preslemesi gerekirken, sol eliyle koyup
sağ eliyle butona basınca... Sol-sağ, sol-sağ, sol-sağ... Makineler dünyasına
hoş geldiniz! Sonrası ambülans, parmaksız beden, üretim hatası ve yeniden
işbaşı...
Sahi,
neydi mekân? Gerçekliğin çizgisel düzlemde sayılara dönüşmesiydi di mi. Koordinatlar
sistemi yani.
Zaman neydi peki? Koordinatlar sisteminin eylemler halinde bölünmesi. Amma saçma!
Adam kentin orta yerinde, dağın eteklerine konuşlandırılmış, dağ köylerinden gelecek ezan seslerini bekliyor. Cam kenarından bir ufuk çizgisi gibi uzanan, iç içe geçmiş, üst üste yığılmış irili ufaklı müstakil yapılara bakarak içlerinde kayboluyor.
Yorumlar
Yorum Gönder