Narın Gölgesi
Yüzü, günlerdir gözümün önünden gitmiyor. Beklenmedik bir biçimde bu dünyadan çekip gittiğini bilmeme karşın, kaç gündür ona bir şey söylemem ya da ne olduğunu bilmediğim bir konuda konuşmamız gerektiği duygusuyla doluyum. Beynimi kaplayan şey, yarım kalmış veya hiç başlanmamış bir proje mi, danışılacak bir konu mu, yoksa etraflıca görüşeceğimiz bir olay mı, tam hatırlayamıyorum. "Neyse, Yadi'ye telefon açar, sorarım," diyorum kendi kendime. Zihnim allak bullak.
Yaklaşık on yıldır aynı sokakta oturuyoruz. Bir uçtan bir uca uzayıp giden, dar bir sokak. Onun evi, sol tarafa doğru sıralanmış binalar arasında, hemen elli metre ilerideki bina. Üçüncü kattaki dairesini yan yana, bitişik nizam kocaman binalar kapatmış olsa da, yine de mutfak camından o binanın girişini görebiliyorum. Birdenbire, "Üstat, naber?" deyişi geliyor aklıma, "Hiç aramıyorsun!" diyerek sitem edişi…
Doğrudur; pek arayıp sormazdım, ama bilirdim ki o, oradadır, elli metre uzağımda. İstediğimiz zaman görüşüp konuşabilirdik, dilediğimiz anda bir araya gelebilirdik. Zaten hep öyle olurdu. Bazen iş dönüşü telefonla arayıp "ne yaptığımı" sorardı, "Markete uğradım, şimdi eve doğru geçiyorum. Hadi gel, sana çay demleyeyim," derdi.
Evin arka tarafındaki bir alt sokağa bakan ve Alibeyköy-Eyüp manzarasını boydan boya önümüze seren sürgülü pencereli balkonunda oturup, kimi zaman ufuk çizgisinin günbatımını izleyerek çaylarımızı yudumlar, kimi zaman büyük bir hararetle şiirden, edebiyattan ve hayattan konuşurduk.
Bizim evin hemen yanındaki binanın bahçesinde bulunan nar ağacı her yıl mart ayında çiçeklenmeye başlar ve kasım ayına kadar kırmızı çiçekleriyle bize âdeta cennetten bir köşe sunar. Kasımdan itibaren ise havalar soğumaya başlayınca yavaş yavaş yapraklarını döker ve biz, kurumuş dallarıyla baş başa kalırız.
İşte o ağaç, mutfak camından Yadi’nin evine doğru baktığım sokağımızın başlangıç noktası gibi. Çünkü ne vakit camdan baksam, ilkin nar ağacının dallarını ya da yapraklarını görürüm, sonra bakışlarım onca bina arasında Yadi'nin evine doğru uzanır. Bu, on yıldır böyle.
Benim için burada sağlı sollu sıralanmış binaların ve bu sokağın tek bir anlamı var. Yağmur yağar, ayaz olur, fırtına çıkar, güneş açar; nar ağacı çiçeklenir ya da yapraklarını döker; bir yaz olur bir kış, bir ilkbahar bir sonbahar; hele ki kışın, geceleri ağacın önündeki sokak lambasının ışığından karşı binaya vuran kuru dalların veya ilkbahardaki yeşil yaprakların kuzguni gölgelerinin ürkütücülüğünde düşünüp dururken, hayatımıza dair hep kötü şeyler olacağı vehmine kapılırım. Ama Yadi benim için hep ihtimal dışıdır, o hep bu sokaktadır ve sonsuza değin burada olacaktır. Bu sokağın bir anlamı varsa, o da budur.
2023 yılında Arka Oda Edebiyat adında bir blog yayınına başlamıştık onunla. Daha doğrusu onun ısrarcı tutumuna daha fazla dayanamamış, "Tamam, yapalım," demiştim.
Sosyal medyada –özellikle de Instagram'da– çok aktifti ve genç yazarlarla iletişim halindeydi; bu nedenle blog yayını için yazarları o ayarlayacak, ben de editörlüğünü ve görsel tasarımlarını yapacaktım.
Büyük bir hevesle başladık; ne var ki benim işlerimin yoğunluğu nedeniyle sonraki süreçte pek ilgilenemedim. Ama özgün sayfalar hazırlayıp yeni içerikler yayınlama fikrini aklımın bir köşesinde her daim saklı tutuyordum.
Birkaç yıl öncesinde de, "Birlikte bir kültür-sanat ve edebiyat dergisi çıkaralım," diye tutturmuştu. Sosyal medyada bir sürü insanla bağlantı kurduğunu, hatta Hulusi Kentmen'in torunu olan bir kadınla bile sürekli haberleştiğini anlatıp duruyordu. Hayatım boyunca dergi yayıncılığı yaptığım için ona, "Ben uğraşamam!" deyip kestirip atmıştım.
Belki de 2023'teki bu blog önerisini de, hep hayalini kurduğu dergi projesine destek olmayışımın ağrısıyla kabul etmiştim.
Günlerdir onun gülümseyen yüzü, sempatik görüntüsü gözümün önünde.
Yumuşacık tonlamalarla şiirler okuyuşu, gece yarılarına kadar bilgisayarda şiir klipleri hazırlayışımız, birlikte rakı içerken yazarlardan, sanattan, güncel politika ve toplumsal olaylardan bahsettiğimiz akşamlar, ilk şiir kitabını düzenlerken sabahın ilk ışıklarını ellerimizde bira şişeleriyle karşılayışımız... Bana, "Sen benden daha güzel şiir okuyorsun," deyişi, benimse ona, "Hayır, sadece ses tonum güzel! Yoksa berbat şiir okuyorum! Ama sen harika seslendiriyorsun," diyerek yanıt verişim... Ve üç gün önce Bahtiyar'ın bana telefon açıp hastanenin yoğun bakım servisine alındığını, gün içinde bilincini kaybettiğini söyleyişi; "Bu gece saat ikide EMAR'ı çekilecek, belki de arkadaşımızı son kez göreceğiz, belki vedalaşmak için bu son şansımızdır," demesi...
Sedyeyle getirilip hastane koridorunda, EMAR merkezinin önünde onunla son kez konuşmamız... Sararmış yüzü, bir deri bir kemik kalmış bedeni ve ağzında oksijen maskesiyle sırtüstü sedyede yatarken Ekrem'in ona Belgrad ormanında çektiğimiz şiir videosunu izlettirmesi... Doğaya, ormana, ağaçlara ve bir de ateşböceklerine olan onun o bitmez tükenmez sevgisi...
Zihnimde her şey birbirine karışıyor...
Yıllar peş peşe gelip geçiverdi. Yine bir haziran ayı... Evimizin yanındaki nar ağacı yine çiçekler içinde...
Meğer hepimizi birbirine bağlayan oymuş. Mahalledeki arkadaşlarımızla bizi buluşturan; sosyal medya üzerinden tanıştığı bazı kişilerle yüz yüze görüştüren ve onca kişiyi bir araya getiren onun gölgesiymiş. Ayşe'yi, Saynur'u, Gizem'i, Merve'yi, Alparslan'ı, Necdet'i, Bahtiyar'ı, Serdar'ı, Ekrem'i ve daha onlarca simayı bir arada tutan, onun şiire, edebiyata ve arkadaşlığa olan sonsuz inancıymış.
Şimdi çatlayıp etrafa saçılan nar taneleri gibiyiz hepimiz. Yine de o nar ağacının gölgesinde, bugünden sonra her birimiz belki bu hayatı yeniden sorgulayabilir, bazı değerlerimizi yeniden gözden geçirebiliriz.
Ama bu haziran çok başka; önceki haziranlara hiç benzemiyor. Bugün hafta sonu ve ben bugün Yadi'siz bir hazirana uyandım. Balkona çıkıp boş gözlerle sokağımıza baktım. O hâlâ elli metre ilerideki dairesindeydi sanki. Onunla konuşmam gereken bir şey vardı; ama ne? Bir türlü hatırlayamıyorum. Neyi yarım bıraktık; neyin eksikliği bu?
Mutfağa geçtim, açık pencereden beyhude bir çabayla yine dairesini görmeye çalıştım. Bana her telefon açışında, "Seni seviyorum üstat," derdi; bu tip sevgi gösterilerinden pek hoşlanmadığım için ben de ona, laf olsun diye, "Ben de seni seviyorum Yadi," derdim.
Onunla konuşmam gereken şeyi tam olarak hatırlayamasam da ne söylemem gerektiğini galiba artık biliyorum:
Seni seviyorum arkadaşım! Huzur içinde uyu!
Ayhan Şahin
(Yadi Dost'a veda yazıları...)
Yorumlar
Yorum Gönder